Milletimiz ve Şehitlerimiz İçin Giriş Notu:
TÜRK milletinin en mümeyyiz vasfı, dünya üzerinde tek nefer olarak
kalsa dahi VATAN için gözünü kırpmadan can vermeyi vazife bilmesidir.
Milletimizin başı sağolsun, Allah şehitlerimizi engin rahmetine gark
etsin, ailelerine sabır ve metanet bahşetsin. Mayın tuzaklarıyla
evlatlarımızı şehit edenler hâlâ terörist diye isimlendirilmektedir.
Oysa “terörist”liğin dahi az çok bir ahlakı ve namusu vardır. Ama bunlar
milletimizin kahraman evlatlarının karşısına çıkıp çatışmak yerine
mayın tuzaklamak suretiyle “terörist” sıfatıyla anılmayı dahi hak
etmeyecek kadar namussuz, şerefsiz, alçak ve çakaldırlar. Bu çakalların
siyasi uzantısı olan ve sabah-akşam televizyon ekranlarında akılları
sıra parmak sallayıp duran figürler ise bu millet ve devletin ekmek
yediği kabına pisleyecek kadar nankör köpek olmakla muttasıftırlar.
I
Geçen sene, “Paralel Akademisyenlik ve 17 Aralık Menşe’li Tedbir/Takiyye Stratejisi” başlıklı bir makale yazmış ve Star Açık Görüş
gazetesinde yayımlamıştım. Bu makalenin yayımlandığı tarihin üzerinden
yaklaşık bir yıl bir ay geçti ve o tarihten bugüne değin paralel yapının
üniversitelerdeki kolonileri bertaraf olmak şöyle dursun belki daha da
kökleşip derinleşti. Bu arada YÖK yönetimi en azından bir yönüyle
İlahiyat fakültelerindeki akademik kadrolara paralelci sızmaları önlemek
maksadıyla, Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) prosedürüne alan
bilgisini ölçme sınavı/barajı ekledi. İlahiyat alanıyla ilgili sözlü
sınavlar (mülakatlar) bağlamında konuşmak gerekirse, bu baraj paralelci
sızmaları önlemekten çok, sözüm ona Ehl-i Sünnet dışı fikirlere eğilimli
akademisyen adaylarını, “Vahy-i gayri metluv hakkında ne dersin?” gibi
tuzak sorularla yakalayıp elemeye matuftu.
Hatırlanacağı üzere, yaklaşık iki yıl önce YÖK, İlahiyat fakültelerini
Nizamiye medreseleri tarzında Sünnîleştirmek maksadıyla felsefe, kelâm
gibi bazı derslerin programdan kaldırılması ve/veya ders saatlerinin
azaltılması yönünde girişimde bulunmuş; fakat hatırı sayılır bazı fikir
ve kalem erbabının itirazları sayesinde geri adım atmak zorunda
kalmıştı. Ne var ki YÖK söz konusu maksadından vazgeçmedi ve bu kez
planını paldır küldür uygulamak yerine, iyi tasarlanmış ve planlanmış
biçimde hayata geçirme becerisini gösterdi. Şöyle ki Öğretim Üyesi
Yetiştirme Programında bu yıl ilk kez alan bilgisini ölçmeye yönelik bir
sınav yapılacağı duyuruldu. YÖK’teki ilgili zat/zevat tarafından özenle
seçilip belirlenen jüri üyelerinin Temel İslam Bilimleri alanında
yaptıkları sınavlarda -ki bu sınavlar sadece Temel İslam Bilimleri
alanıyla ilgili olmasına rağmen İslam Felsefesi alanından başvuru
yapanların da sınava çağrılması ilginçtir- Hadis ve Tefsir ağırlıklı beş
soru soruldu. Bilim sınavının değerlendirilmesi ve sonuçlarının ilan
edilmesi ise 8-9-10 Temmuz tarihlerinde yapılan mülakat sonrasına
bırakıldı.
Sınava katılanların tanıklıklarına göre üç günlük mülakat süresi
boyunca bir jüri hemen her öğrenciye aynı soruyu sordu ki bu durum
mülakata ikinci ve üçüncü gün girenlerin hangi sorularla
karşılaşacaklarını rahatlıkla öğrenmesi anlamına geliyordu. Bu mesele
bir tarafa, jüriler sınava giren her bir akademisyen adayının başvurduğu
alanını kapsayacak şekilde oluşturulmamıştı. Sözgelimi, kelam alanından
sınava giren adayın jürisi fıkıh ve tefsir hocalarından oluşuyordu.
Mülakatta Kur’an ve Arapça tefsir metni okutturuldu. En nihayet sonuçlar
açıklandı ve ÖYP kadrolarındaki alan dağılımı hadisten 32, tasavvuftan
27, İslam hukukundan 22, tefsirden 21, Arap dilinden 15, kıraatten 3,
kelamdan 0 (sıfır) şeklinde oluştu… Ve yine YÖK şu son günlerde İlahiyat
fakültelerine bir kez daha ders müfredat ayarı yaptı, ardından
özellikle Uludağ İlahiyat Fakültesi bünyesinden itirazlar yükseldi ve
fakat ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun da etkisiyle söz konusu
ayar oldu da bitti ve çoktan devreye girdi.
Bu tablo, YÖK iradesinin İlahiyat fakültelerini ne yapıp edip klasik
Dâru’l-Hadis veya Pakistan’daki Diyobendi medresesi formatına sokmayı ve
dinin tek yorumu olarak Ehl-i Sünnet’i hâkim kılmayı kutsal bir görev
addettiğini belgeler niteliktedir. YÖK’teki yetkili zatların İlahiyat
fakülteleri çerçevesinde diledikleri gibi tasarrufta bulunmaktan
sakınmaması, bu kurumları şahsi mülkleri, İlahiyatçı akademisyenleri de
kendilerine mutlak itaatle mükellef aile fertleri gibi gördüklerini
düşündürmektedir. Buna mukabil YÖK Hukuk ve Tıp gibi fakültelerle ilgili
olarak böyle bir tavır sergileyememektedir. Sözgelimi, Hukuk
fakültelerinde Roma hukuku yerine İslam hukuku dersi okutulması, Tıp
fakültelerine Tıbb-ı nebevi gibi bir ders konulması gibi bir teşebbüste
bulunma cesareti gösterememektedir.
II
Hâl-i hazırdaki YÖK yönetiminin İlahiyat fakülteleriyle ilgili en temel
hedefinin sözüm ona Ehl-i Sünnetçiliği hâkim kılmaktan ibaret olduğu ve
bu hedefe giden yolda paralel yapıyla mücadelenin tâlî bir mesele
olarak algılandığı, asıl meselenin özellikle isimleri İslâmiyat ve
Ankara Okulu gibi çevrelerle birlikte anılan İlahiyatçı akademisyenleri
eğer mümkünse yerinden kımıldatmamak olduğu tespitinde bulunulabilir ve
bu tespit, dekan atamalarından kadro tahsislerine kadar birçok örnekle
müdellel kılınabilir.
Şimdiki yönetim nazarında söz konusu çevrelere mensup İlahiyatçı
akademisyenler paralel yapıdan ve bu yapıya mensup akademisyen zevattan
çok daha tehlikelidir. Çünkü İslâmiyât ve Ankara Okulu gibi çevreler
sözüm ona dini yıkmaya çalışmaktadır; oysa paralelciler Gülen’in
emelleri doğrultusunda devleti ele geçirmeyi amaçlamıştır. YÖK nazarında
Ehl-i Sünnet ile devlet önem açısından mukayese edildiğinde, Ehl-i
Sünnet daha önemlidir. Kaldı ki tüm paralelci İlahiyatçılar Sünnîliğin
resmî itikadına sıkı sıkıya bağlı figürler olup, “Vahy-i gayr-i metluv
konusunda ne dersin?” gibi bir soruya, “Bundan başka bir vahiy türü daha
varsa, ben ona da inanırım” diye cevap vermeye de hazırdırlar. Niye
hazır olmasınlar ki… Ne de olsa bunların başındaki zat Allah’la
konuşmakta, Hz. Peygamber de istedikleri zaman kendilerine ziyarette
bulunmaktadır…
Netice itibariyle, paralel yapı devlete tasallut da etse, gizli görüntü
ve kaset şantajcılığı da yapsa, fetih okutma yordamıyla sınav
yolsuzluğu da yapsa, Sünnî itikada bağlılıklarından dolayı bütün bu
cürümleri görmezden gelinebilir. Buna mukabil, Ankara Okulu çevresi
sadece ve sadece dinî alanda doğru bildiklerini söylemek ve bu minvalde
yazıp çizmekten başka hiçbir cürüm(!) işlemese dahi, müsamahayla
karşılanmaları caiz değildir. İşte bundan dolayıdır ki paralel yapı
başta cumhurbaşkanı olmak üzere devlet ve hükümet erkânı tarafından ülke
için en büyük tehditlerden biri olarak milli güvenlik kurulunun
gündemine taşınıp kırmızı kitaba not edilmesine rağmen, YÖK’teki zevat,
paralelci akademisyenlerin üniversiteler ve fakülteler arası
mobilizasyonu ve yeni koloniler oluşturması karşısında işi
savsaklamakta, bu savsaklamayı sütrelemek için de birkaç göstermelik
tasarrufta bulunmaktadır.
YÖK meseleyi İlahiyatlar özelinde din-iman ölçümüyle
değerlendirdiğinden Ehli Sünnet’e mensubiyeti kendi ölçütlerine uyan
dekan atamalarıma çok ciddi dikkat ve çaba harcamaktır. Yine YÖK, eğer
bir İlahiyat fakültesi bünyesinde bu vasıfta bir dekan adayı bulunmazsa,
mevcut dekan iki dönemini doldurmuş olsa dahi istisnai olarak üçüncü
kere atamasını yapmak gibi çok sıra dışı ve cesur uygulamalara da imza
atmaktadır. Diğer taraftan, Üniversitelerarası Kurul da muhtemelen
YÖK’le dirsek teması içinde benzer hassasiyetlerle tasarrufta
bulunmakta, sözgelimi, profesörlük kadrosuna atandığım 2011 yılından bu
yana bizi hemen hiçbir doçentlik sınavı jürisinde görevlendirmediği
halde, bugünlerde açıklanan bir tefsir doçentlik jürisinin beş üyesinden
birkaçının paralel yapı elemanlarından oluştuğuna, üstelik bunlardan
bazılarının “Hocaefendinin bugünkü vaazı: Beddua” dercesine, “Allah
evlerinize ateşler salsın” bedduasının yayımlandığı televizyon
kanallarında sabah-akşam program yapmakla tanındığına şahit
olunmaktadır.
III
Bütün bu anlatılanlar hayali değil, bilfiil yaşanan ve şahit olunan
şeyledir. Kaldı ki daha düne kadar birçok üniversiteye ve İlahiyat
fakültesine paralelci kimlikleri veya paralel yapıya mensubiyetleri
müseccel rektör ve dekan atandığı cümle âlemin bildiği bir gerçektir.
Buna mukabil bazı arkadaşlarımızın Ankara Okulu çevresiyle irtibatının
bulunduğu gerekçesiyle dekan olarak atanmadıkları da iyi bilinmektedir.
Bu vesileyle, YÖK’ün İlahiyat alanındaki tüm akademisyenleri adeta
sefih, gayr-i mümeyyiz, adîmü’l-akl ve’t-temyîz mesabesinde görerek
hangi dersin hangi dönemde kaç saat okutulacağına kadar müdahil olması
aslında İlahiyat fakültelerinde şizofrenik bir tablo oluşmasına yol
açtığını da belirtmek gerekir.
Üzüntüm şu ki bu ülkede laikçi-kemalistler İslam ve müslüman çevrelere
yönelik öfke ve nefretlerini her fırsatta ve ilk planda ya İmam-Hatipler
ya İlahiyat fakültelerine kusar; ama gün gelir müslümanların içinden
çıkıp devletin YÖK gibi önemli bir kurumunda yetkili pozisyonlara atanan
bazı zatlar da İslam’la ilgili meraklarını hususen İlahiyat
fakültelerine kendilerince ayar vererek gidermeye çalışırlar. Hasıl-ı
kelam, bence artık sözün hiç kâr etmediği bir noktadayız. Bundan böyle
varsın hem YÖK’teki dindar zevat İslam’dan heveslerini alsın, hem de
İlahiyat fakülteleri heves alma uğruna tam manasıyla dibe vursun; biz de
bu sayede her türlü tasarruftan men edilmiş sefih muamelesi görmekten
kurtulup rahat bir nefes alalım.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10.09.2015
Kaynak:http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1051
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder