“Müslüman olmak için tefsir değil teslimiyet lazım” | Söyleşi | Diriliş Postası

Söyleşinin ilk bölümü

Takdim – Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanı ama biz onu televizyon ekranlarından tanıdık; önce 24TV’de yaptığı “Sözden Öte” programından, ardından davet edildiği başka programlarda yaptığı konuşmalar ve internette yayınlanan birçok sohbet ve konferansından haberdar olduk. Sonraları, Ankara’da Sosyal Düşünce Akademisi’nde verdiği konferansı dinleme ve kendisiyle sohbet etme imkânımız da oldu. Prof. Dr. Mustafa Öztürk’te ilk dikkatimizi çeken şey, konuşmasının etkisini artırmak için, özel efektler, müzikler, jest ve mimiklere ihtiyaç duymuyor olması ve konuşurken sanki evinizde sizinle sohbet ediyor gibi net, içten ve samimi olmasıydı. Allah (Azze ve Celle) ve Resulüne (sallallahu aleyhi ve sellem) olan bağlılığını her konuşmasında kalpten dile getiriyor ve bu durum onu dinleyenlere de olduğu gibi yansıyordu. Ezcümle kürsünün üzerinden parmak sallayıp bizi cehennemle korkutanlardan ya da dini meselelerimizi teatral bir üslupla sunarken ne dediği anlaşılmayan, ama o üslup sayesinde dinleyicilerini ağlatmayı başaranlardan kesin bir çizgiyle ayrılıyordu. Programlarını son vermeye karar verdiğinde “Ramazan gelmeden, hocam sakız orucu bozar mı türü soruların muhatabı olmama gerek kalmaksızın programı bırakıyorum…” dediğinde birçok dinleyicisinin hüzünlendiğini biliyoruz. Ancak, ilmi çalışmalarına çok daha fazla vakit ayıracağı için bu hüznünü kalbine gömüp yeni çalışmalarından istifade etmek üzere kendisini bekleyen Müslümanlar olduğundan da eminiz. Sevenleri olduğu kadar,bizim anlayamadığımız bir şekilde sevmeyenleri de bulunan Mustafa Öztürk’e bunun nedenini, ekranlardan ayrıldıktan sonra neler yaptığını ve daha birçok merak edilen konuyu sorduk. 

Hocam, ne olacak bu Müslümanların hâli?

Sözlerime başlarken, geçtiğimiz günlerde, terörist olarak anılmayı dahi hak etmeyecek kadar namussuz ve şerefsiz melunların kalleşçe kurdukları mayın tuzaklarına ve kurşunlarına hedef olup şehit düşen vatan evlatlarımıza Cenab-ı Hak’tan sonsuz rahmet, ailelerine ve bütün milletimize sabır, sebat ve aynı zamanda te’enni diliyorum. Röportajınızın ilk sorusu çok zor gerçekten; çünkü ben gaybı bilemem. Ama mazi ve hâlden hareketle istikbale dair öngörüde bulunabilir ve yakın gelecekte Müslümanların içinde bulundukları hâl-i pür melâlin maalesef pek düzelmeyeceğini söyleyebilirim. Böyle söylememin temel gerekçesi, çoğu Müslümanın hâl-i hazırdaki perişanlığının dahi farkında olmaması, diğer taraftan Müslüman kardeşini önce tekfir, sonra katletmenin günümüz İslam dünyasında giderek vaka-ı âdiye gibi algılanmaya başlamasıdır. Çoktan beridir, “ümmetten ümidimi kestim” deyip dururum, ama dilerim, ben yanılmış olurum.

Değerli Hocam, bir Müslümanın tefsir dersi almadan da iyi bir Müslüman olması mümkün müdür? Kimlerin tefsir dersi alması gerekir?

Müslüman olmak için tefsir değil, teslimiyet lazımdır. Benim “iyi Müslümanlık” nitelemesine yüklediğim mana, Kur’an’ın rehberliğinde Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu hayat, anlayış, varlık ve eşyayı kavrayış tarzı ekseninde yaşamaya çalışmaktır. Bu minvalde yaşamak için dinî bilgiye ihtiyacımız olduğu kanaatinde değilim. Aksine, bildiklerimizi hayata taşıma hususunda cehd, gayret, sebat fukarası olduğumuzu düşünüyorum.

Tefsir ilmî bir disiplin ve aynı zamanda entelektüel bir faaliyettir. Böyle bir faaliyete merak duyanlar elbette tefsir dersi almak mecburiyetindedir. Denilebilir ki geleneksel dinî bilgilerimiz çok problemli, bu yüzden Kur’an ve tefsir çalışmaları yaparak problemli bilgileri ayıklamak ve rafine bilgi sahibi olmak gerekir. Fakat böyle bir argümana şöyle bir argümanla mukabelede bulunulabilir.

Diyelim ki geleneksel itikatta önemli bir yer tutan kabir azabı, sırat gibi mevzular Kur’an ışığında değerlendirildi ve sonuçta bu mevzuların asılsız olduğuna hükmedildi. Peki, bu hükme ulaşmamız pratik hayattaki Müslümanlığımıza ya da insan, toplum ve eşyayla hukukumuza ne tür bir artı kattı?

Bence bugün Müslümanlar bu tür meseleler üzerine konuşup tartışmanın Müslümanlığın esasıyla ilgili olduğunu düşünmek gibi büyük bir yanlış içindeler. Bunlar Müslüman olmanın ya da Müslümanca yaşamanın esasına taalluk eden meseleler değil, aksine geçmişte İslam fırkaları arasındaki teolojik-politik zıtlaşmalar ve iç hesaplaşmaların bakiyesinden ibarettir. Şayet bu tespit aklınıza pek yatmadıysa, İmam Eş’arî’nin el-Lüma’ı veya Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Tabsiratül-Edille’si gibi klasik kelam kitaplarından birini açıp okuyun ve Allah’la ilişkinizi bu eserdeki muhtevaya göre kurun. Bu arada Müslümanca yapıp etmelerinizde, sözgelimi Allah’ı anmanız, namazınız niyazınız ve infakınız gibi amellerinizde müspet bir gelişme olup olmadığını da akılda tutup kendinizi yoklayın. Dilerseniz, ben kuvvetle muhtemel sonucu şimdiden söyleyeyim: Klasik kelam kitaplarındaki usûl-i selâseden ilahiyyât bahisleri okunduğunda, Allah’la az çok sıcak ve sivil karakterli ilişki, tabir caizse resmi ve bürokratik bir hüviyete bürünecek; çünkü Allah artık zihnî bir mesele hâline gelecektir. Sem’iyyât bahisleri okunduğunda ise cennet ve cehennem hâl-i hazırda yaratılmış mı yaratılmamış mı gibi imanımız ve ahlaki yaşantımıza hemen hiçbir faydası olmayan meseleler zihni işgal edecektir.

Müslüman olmak ile tefsir okumak arasında bağ kurulduğunda klasik kelam literatürü hakkında söylenenler hemen hemen aynıyla tefsir edebiyatı için de geçerli olur. Ne dediğimi bizzat tecrübe yoluyla anlayıp kavramak isterseniz, sözgelimi Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb’ını okumaya başlayın ve bu devasa hacimli eseri bitirdiğiniz zaman özellikle son bir asırdır dillerimize pelesenk olan “Kur’an’ı anlama” meselesinin ne ölçüde hallolduğuna siz karar verin.

Başta dediğim gibi, tefsir hem bir ilmî disiplin hem de ilmî bir faaliyettir. Ancak günümüz Müslümanlarının pek çoğu tefsirle iştigal etmeyi hem Müslüman olmanın ön şartı gibi algılamakta, hem de tefsirciliği harcıâlem bir iş ve uğraş alanı sanmaktadır. “Merdiven altı tefsircilik” diye nitelediğim olgu tam da böyle bir algı ve sanrıyla alakalıdır. Arap dilinin alfabesindeki harfleri dahi tanımayan birçok şahsın meal sahibi olarak tanındığı bu memlekette, insanların gece muhasebeci olarak yatıp sabahleyin tefsirci olarak kalkması gayet normal olsa gerektir. Ancak bu normallik,maalesef ne kadar anormal olduğumuzun da ibretlik göstergesidir. Bütün bunları bir kenara bırakıp, bir an için “iyi Müslümanlık”ın ancak Kur’an ve tefsir çalışması yapmakla mümkün olduğunu kabul edelim; fakat bu kabul bağlamında şunu da sormak isterim: Yıllar yılı meal ve tefsir okunmasına rağmen niçin hâlâ sık sık “Kur’an’ı anlamak” diye bir sorundan söz ediliyor? Müslümanlık, Allah’ın bizden istediklerini yerine getirmekle eşdeğer olduğuna göre sürekli olarak Kur’an okumamıza rağmen Allah’ın bizden istediği şeylerden acaba hangisini anlamakta güçlük çekiyoruz?

Belli ki anlama meselemiz iyi Müslüman olmaya yönelik okuma ve anlamadan ziyade, entelektüel okuma ve anlama meselesiyle ilgilidir. Bu tür bir anlama noktasında tartışılan pek çok konu ise ilmî derinlik ve yetkinliği mucip meselelerden ziyade, “Öteki Gündem” ve benzeri televizyon programlarında sıkça rastlanan cinsten, “Zülkarneyn uzaya mı çıktı, magma tabakasına mı indi?” gibi fantezilerdir.

Televizyon kanallarında birbirleriyle yarışırcasına yer alan ve fon müzikleri ve efektlerle daha çarpıcı hale getirilen “dini programlar” hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Televizyon kanallarındaki dinî programlar birkaç açıdan değerlendirilebilir. İçerik ve bilgi düzeyi açısından bakarsak bu programlardaki içerik hemen tamamıyla kıssa, menkıbe, hikâye, hurafe ve vaaz edebiyatından oluşuyor. Böyle bir içerik ise Osmanlı’dan devralınan ve toplumsal tabanda geniş ölçekli karşılık bulan görenekçi halk dindarlığını besliyor. Görenekçi halk dindarlığının bir versiyonu cuma ve vakit namazları, kandil geceleri, Ramazan, mevlit dindarlığına, günümüz şartlarında az çok restore edilmiş versiyonu ise cemaat ve tarikat dindarlıklarına karşılık geliyor. Özellikle Ramazan ayında televizyonlar, İslam öncesi Arap toplumunun Ukaz, Mecenne panayırlarına ilişkin tasvirleri anımsatan biçimde görenekçi dindarları adeta mest ediyor ve fakat sağladıkları fayda her Ramazan çok ciddi bir mesele gibi bir kez daha sorulan, “Sakız orucu bozar mı?” sorusuna fetva vermekten öte geçmiyor.

Kaderi, Sünnetullah çerçevesinde değerlendirdiğimizde dua nereye denk geliyor? Yaptığımız duanın ya da verdiğimiz sadakanın bir musibete mani olması, bozulan bir işi düzeltmesi kader bağlamında nasıl izah edilir? “Sıla-ı rahim ömrü uzatır”, “sadaka belayı defeder” derken kesinleşmiş bir ömrün uzamasını mı anlamalıyız?

Kaderden duaya, sıla-i rahmin ömrü uzatmasından sadakanın belayı def edici olmasına kadar vallâhu a’lem bütün her şey Sünnetullah kapsamındadır. Hâliyle, Sünnetullahtan bağımsız bir kesinleşmiş ömür söz konusu, bir de sanki hiç hesapta olmadan gerçekleşen sıla-ı rahim vesilesiyle bu kesinleşmiş ömrün uzaması söz konusu diye düşünmek kanımca yanlıştır. Sünnetullah, tabiatın işleyiş düzenindeki değişmez ilahi yasalardan ziyade, Allah’ın insan, toplum ve tarihle münasebetindeki ilkelilik ve prensiplilik ya da Allah’ın tarih ve toplum yasalarıdır. Bu konuda Ömer Özsoy’un Sünnetullah adlı eseri mutlaka okunmalıdır.

Allah insan, toplum ve tarih bağlamında olup biteceklerle ilgili tavır ve tutumunu en başından belirlemiş, hatır-gönül ederek tutum değişikliği göstermemiştir. “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah o toplumun durumunu değiştirmez” mealindeki Ra’d Sûresi 11. Âyet gibi bazı Kur’an ifadelerinde Allah, insanlar ve toplumlarla ilişkisinin prensiplere bağlı bir ilişki biçimi olduğunu açıkça bildirmiştir. Aynı şekilde, Uhud Savaşı’nın kritiği mahiyetindeki bazı âyetlerde de Allah’ın insan ve toplumla ilgili yasalarının hatır-gönül vesilesiyle değişmediğine dikkat çekilmiştir. Kısacası, duaya icabet edilmesi, sadakanın belayı def etmesi gibi hususlar, insan varlığının dünya üzerindeki serüveni başlamadan önce Sünnetullah denilen yasa dâhilinde olup sonradan bu yasaya madde eklemek veya revize etmek gibi bir durum söz konusu değildir. Aksi halde Allah’ın -hâşâ- “Bak bu hiç hesapta yoktu; sonradan peyda oldu…” demesiyle aynı kapıya çıkan bedâ bahsi gündeme gelir. Vallahu a’lem.

16 Eylül 2015

Kaynak: http://www.dirilispostasi.com/musluman-olmak-icin-tefsir-degil-teslimiyet-lazim/

Söyleşinin ikinci bölümü


Öztürk, İran’daki Müslümanlığın, varoluşsal bir anlam taşımak yerine kadim devlet kültünün devamlılığını sağlamak için tüm ümmeti bir çırpıda satacak kapasitede olduğunu söyledi. Öztürk, “Caferiliğe gelince, Ehl-i Sünnet çatısı altında Hanefilik neyse, Şiî İslam geleneğindeki İmamiyye-İsnaşeriyye bünyesinde de Caferilik odur” dedi.

Sizin de “Tefsirde Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri” kitabınızda belirttiğiniz bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. İmam Cafer-i Sadık, “ismet” sıfatının imamlara hasredilemeyeceğini söylediği halde Türkiye’deki Caferilerin birçoğunun hâlâ imamların masum olduğuna dair inançlarını İran’ın ideolojik bir hamlesi olarak değerlendirebilir miyiz?

Şiî inanç doktrininde imamların masumiyeti meselesi, esas itibariyle hilafetin insanlara bırakılmayacak kadar önemli bir konu olduğu, halifenin Allah tarafından atandığı ve bu ilahi tayin uyarınca Hz. Peygamber’in vefatından sonra ilk hilafet hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu iddiasıyla ilgilidir. Kısacası, mesele her ne kadar kelamî-itikadî görünse de özünde siyasi ve ideolojiktir. Aslında klasik kelam meselelerinin birçoğu bu mahiyettedir. İslam düşünce tarihinde ismet fikri ilk olarak Şiîlerce imamet-hilafet meselesi bağlamında gündeme getirilmiş, Sünnî gelenek de buna ismet-i enbiya doktrinini üretmek suretiyle karşılık vermiştir.

İran’a gelince, kanımca İslam ve Müslümanlık, İranlılar ya da Farisiler için belki de hiçbir zaman varoluşsal bir anlam ve değer taşımamış, aksine kültürel ve tarihsel kökeni Cemşid, Feridun gibi millî destan kahramanlarının üretildiği zamanlara kadar uzanan ve Med, Pers, Sasani, Pehlevi gibi birçok isimle anılan kadim devlet kültünün devamlılığını sağlamak, bunun için de gerektiğinde bütün ümmeti bir çırpıda satmak noktasında çok kere manipüle ve istismar edilmiştir. İran’ın ümmetle ilişkisini, malum Paralel Yapı’nın diğer bütün dinî grup ve cemaatlerle ilişkisine benzetmek mümkündür. Nitekim İran’ın bugünkü Ortadoğu’da daha fazla söz ve nüfuz sahibi olmak için, yıllarca “Büyük şeytan” dediği Amerika ile el sıkışması ve ulusal çıkarları adına Irak ve Suriye’deki yangına benzin döküp durması gibi Paralel Yapı da gerek kendi çıkarlarını korumak, gerek düşman belledikleri çevreleri saf dışı bırakmak uğruna kendi ülkesini, milletini, devletini bir çırpıda silip haraç mezat satışa çıkarmaktadır. 

Humeyni ve İran’daki devrim 1980’li yılların Türkiye’sinde birçok İslamcıyı genelde ümmet, özelde memleket adına heyecanlandırmış ve İslamcılığa az çok bir ivme de kazandırmıştı; ancak sonradan başka iklimler ve kültürlerdeki hikâyeleri bizim hikâyemiz sanmak veya o hikâyeleri başka coğrafyalara uyarlamak uğruna sarf edilen çabanın boşa kürek çekmek olduğu gayet iyi anlaşıldı. Bu arada İran’daki devrimin ne kadar İslam devrimi olduğu noktasında yaşanan sukut-ı hayal de işin cabasıydı. 

Caferilik ve Caferilere gelince, öncelikle Caferiliğin Ehl-i Sünnet bünyesindeki Hanefilik ve Şâfiilik gibi fıkhî-amelî bir mezhep olduğunu belirtmek lazımdır. Başka bir ifadeyle, Ehl-i Sünnet çatısı altında Hanefilik neyse, Şiî İslam geleneğindeki İmamiyye-İsnaşeriyye bünyesinde de Caferilik odur. Bununla birlikte, itikadi-fıkhi mezhep ayrımına kategorik bir ayrım olarak bakılmamalı, her fıkhi mezhebin temelde belli bir kelami-itikadi paradigmaya dayandığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, Caferilik mezhebinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma soyuna mensubiyeti kuşkusuz olan ve aynı zamanda İmam Ebû Hanife ile de irtibatı bulunan İmam Cafer es-Sâdık’a dayandığı müsellemdir. Muhammed Bâkır, Cafer es-Sâdık gibi imamlar/âlimler İslam ilim-irfan geleneğinin yüz aklarıdır. Ama gelin görün ki bugün İran’daki siyasi iradenin Ortadoğu’daki sünnî Müslümanların kıyımına göz yumması, hatta çanak tutması gibi, geçmişte de Emeviler ve Abbasiler tarafından kâfire reva görülmeyen zulümler, Ali evladına ve Ehl-i Beyt imamlarına reva görülmüştür.
Bu noktada Caferilik, hatta Şiilik kavramlarına İran’dan ve İranlılıktan bağımsız bir anlam yüklediğimi özellikle belirtmek istiyorum. Şiîlik en nihayet İslam’ın teolojik-politik bir yorumudur; ama Ehl-i Sünnet de Şiilik karşısında konumlanan benzer bir yorumdur.

İran’ın Şiiliğe sahip çıkması veya sahip çıkmış gibi görünüyor olması, Yavuz ve Şah İsmail ya da Osmanlı ve Safevi örneğinde olduğu gibi, iktidar ve egemenlik kavgasında tarihsel İslam’ın muhalif yorumu diyebileceğimiz Şiilikten kendine güç devşirme çabasıdır. 

Özellikle Yavuz ile Şah İsmail arasında yaşanan egemenlik savaşının ürettiği büyük zarar ve ziyan, bugün bu topraklarda Sünnî-Alevi zıtlaşması olarak varlığını hâlâ korumaktadır. Ancak ben bir Müslüman olarak tarihteki iktidar kavgalarının kan davasını gütmek durumunda değilim; bu kavgaları dinî-mezhebî referanslarla izah etmek durumunda hiç değilim.  Ama gelin görün ki bugün bu ülkede ümmetin tarih boyunca en azından yetmiş üç fırkaya ayrılıp paramparça olması yetmiyormuş gibi, Ehl-i Sünneti müdafaa ve muhafaza adına Sünnî Müslümanlar bile kendi içinde kategorik ayrımlara tabi tutulmakta, üstelik İlahiyat fakültelerine dekan atamaları sözüm ona Sünnîliğe sadakat ölçütüne göre yapılmaktadır. Ancak Sünnîlik tıpkı Şiîlik gibi kendi içinde çok farklı yorumlar ve akımları barındırdığından, dekan sıfatıyla İlahiyat fakültelerini sevk idare edecek kişilerin ne kadar Sünni olup olmadıkları hususunda, bu atamaları yapan birkaç kişinin Sünnîlik telakkisine uygunluk şartı aranmaktadır.

Şimdilerde bütün bu müessif işlere imza atanlar, varsın bir süre daha İslam’dan heveslerini alsınlar, diyeceğim ama olan onlara değil, İslam’a, Müslümanlara, bu memleketin insanlarına ve kıt kaynaklarına oluyor. Deyim yerindeyse, merkep yabanda ölüyor ama zarar eve geliyor. Neredeyse bütün enerjimiz,memleketi idare eden bir önceki siyasi iktidarın yaptıklarını bir sonraki iktidarın yıkması ve sil baştan kendine göre yepyeni bir düzen kurmaya çalışması uğrunda harcanıyor ve bu yap-boz geleneği en çok da Milli Eğitim ve YÖK gibi kurumlarda hasar oluşturuyor. Çünkü herkes ideolojik heves ve meraklarını bu kurumlar üzerinden gidermeyi yeğliyor. 

Bu istitrattan sonra Caferilik ve Caferiler meselesine dönersek, ben bir Müslüman olarak Sünnîlik, Şiilik, Hanefilik, Caferilik gibi kategorileri pek önemsemem. Çünkü Allah bizi Kur’an’da Müslim, Müslüman diye isimlendirmiş. Ben, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” sözünü hadis diye nakledip bu rivayette geçen rahmet kelimesine “zevkler ve renkler tartışılmaz” düzeyinde basit bir anlam yükleyen ve aynı zamanda kendi mezhebine, meşrebine uygun dinî görüşlere sahip olmadığı için Müslüman kardeşlerini “ehl-i bid’at ve dalalet” diye kategorize eden Müslümanlardan değilim. Kaldı ki ben küçücük aklı ancak kendine yeten bir beşerim; bu yüzden, “Hakikat bir tek benden/bizden sorulur” dercesine sanki Tanrı gibi konuşmanın ve dinî görüşlerine bakarak insanların ne kadar Müslüman olup olmadıklarını hükme bağlamanın en hafif tabirle hadsizlik ve terbiyesizlik olduğuna inanan biriyim. 

Bugüne değin hangi Müslümanın hangi mezhebe, hangi meşrebe mensup olduğunu pek önemsemedim; aksine geçmişte ve günümüzde özelde Müslümanlara ve İslam ilim-medeniyetine, genelde insanlara ve insanlığın maruf birikimine az çok katkıda bulunan tüm ilim ve fikir adamlarımızı sevdim. Daha açıkçası, hem Taberî’yi hem Tabersî’yi, hem Gazâlî’yi hem İbn Rüşd’ü sevdim; birini diğerinden daha çok sevmeme rağmen sonuçta hepsini sevdim. Buna mukabil, İslâmî kelimeler ve kavramlarla konuşsalar dahi Nizamülmülk ve diğer birçok Müslüman devlet adamını suikastla öldürüp İslam dünyasında karmaşa ve kaos oluşturmaya çalışan Bâtinîler ve Haşhâşîleri hiç sevmediğim gibi, bugün bu memlekette daha düne kadar bir şehir efsanesi olarak İslam’ın belki de en güzel temsilini yaptıkları söylenen Paralel yapıyı da benzer gerçeklerle hiç sevmedim. Kısacası, Müslümanları bölücü ve ayrıştırıcı bir söylem ve eylem sergilemedikleri sürece hiçbir dinî mezhep ve meşrebi “öteki” olarak görmedim. 

Kuşkusuz, Caferilerin “masum imam” anlayışlarını benimsemem; ama böyle bir anlayış ve inanışa sahip oldukları gerekçesiyle Caferi Müslümanları asla ötekileştirmem. Kaldı ki Caferiler sadece imamların masumiyetine inanmakta, biz Sünnîler ise cemaat ve tarikat önderlerinden bazı siyasi liderlere kadar birçok insana lâyüs’ellik atfederek bu inancı çok daha geniş çaplı biçimde hayata taşımaktayız. Hâsıl-ı kelam, bizMüslümanlarbaşkasının gözündeki çöpten önce kendi gözümüzdeki merteğin farkına varmak gibi bir öz eleştiri ahlakına muhtacız. 

Hamd etmek ve şükretmek arasında nasıl bir fark vardır. Nelere şükredilir ve nelere hamd edilir?

Hamd ve şükür kavramlarının anlam alanlarıyla ilgili olarak tefsir, vücûh-nezâir ve furûk edebiyatında birçok şey yazılıp çizilmiştir. Hamd başka, şükür başkadır diyen dilciler ve müfessirler de var, hamd ile şükür arasında hiçbir fark yoktur diyenler de var. Ancak dilcilerin çoğunluğuna göre şükür, kişinin kendisine yönelik bir iyiliği bilip o iyiliğin sahibine minnetle karşılık vermesi, hamd ise söz konusu iyiliğin kendisine yönelik olma şartı aranmadan mutlak manada lütufkârlığın dile getirilmesi ve lütuf sahibinin övgüyle yüceltilmesidir. Bu ayrım çerçevesinde hamd şükürden daha kapsamlı bir içermeye sahiptir. 

Kur’an’ın nazil olduğu tarihî bağlam dikkate alındığında, el-hamdülillah ifadesinin müşrik zihniyete tarizde bulunduğu, yani “övgüye layık olanın putlar değil, onlar da dâhil bütün mevcudata varlık kazandıran Allah’tır” şeklinde bir tevhid mesajı taşıdığı anlaşılır. Şükür ise yine aynı minvalde insanlara sayısız nimet bahşedenin, kendilerine tanrılık yakıştırılan ve fakat kendilerinin dahi farkında olmayan putlar değil, Allah olduğunu ifade etmekte, dolayısıyla insanoğlunun Allah’a minnetle mukabelede bulunması gerektiğine dikkat çekmektedir. 

Bu noktada, Allah’ın insanlardan övgü ve şükran talep etmesi biraz garip karşılanabilir; fakat bu bizatihi Allah’ın talebi olmaktan ziyade, Allah’a davet eden Resulullah’ın, “Ey müşrikler! Sizi yaratıp sayısız nimetle donatan Allah’ı bırakıp da şu putlara mı övgüler düzüp teşekkür ediyorsunuz? Bu nasıl bir nankörlüktür?!” şeklinde formüle edebileceğimiz serzenişine tercüman olan bir vahiy ifadesidir. Öte yandan, hamd ve şükürle ilgili ayetlerin ilk ve doğrudan muhatapları müşrikler olsa da, bu ayetlerdeki asli mana ve mesaj, her birimiz için geçerlidir. Zira hepimiz Allah’a karşı şu veya bu şekilde nankörlük etmekteyiz. 

Son olarak, şükür derken basit bir mükellefiyetten söz ettiğimiz sanılmamalıdır. İmam Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn’de çok güzel anlattığı gibi gerçek manada şükür ilim, hâl ve amel olarak üç boyutludur. Şükürde en temel unsur ilim olup hâli, hâl de ameli doğurur. İlimden maksat, insanın mazhar olduğu nimetin, bütün nimetlerin ve rızıkların asıl sahibi Allah tarafından bahşedildiğini bilmektir. Bu ilim aynı zamanda tevhiddir. Nimeti başkasından bilmek ise şirktir. 

“Lâ ilâhe illallah” ifadesi tevhide, “elhamdülillah” ifadesi ise nimetin tek ve yegâne ilah olan Allah’tan geldiğine delalet eder. Şükrün ikinci boyutu olan hâlden maksat, Allah’ın lütuf ve ihsanından hâsıl olan mutluluk ve memnuniyettir. Amelden maksat ise kalp, dil ve uzuvlarla nimet sahibi Allah’ın iradesine uygun biçimde edip eylemek, başka bir ifadeyle O’nun insandan istediklerini yerine getirmek ve aynı zamanda merhum Elmalılı’nın ifadesiyle, “Ben yoktum var ettin, varlığından haberdar ettin” diyerek hamdetmektir.

17 Eylül 2015

Kaynak: http://www.dirilispostasi.com/hanefilik-neyse-sii-geleneginde-caferilik-de-odur-2/ 

Söyleşinin üçüncü bölümü
Siz kendinizi “tarihselci” olarak adlandırıyorsunuz; ancak sizi dinlediğimde görüyorum ki Resulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kuran’ı Kerim’i birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görüp o şekilde anlatıyorsunuz. Daha önce kendisini “tarihselci”olarak tanımlayan bir ilahiyatçının “başörtüsünün günümüz şartlarında örtülmesinin doğru olduğunu ama tam bir İslam toplumuna geçildiğinde bu hükmün “otomatik olarak” ortadan kalkacağını söyleyenleri de duyduk ne yazık ki. Hatta oryantalistlerin Kuran’ı Kerim’e bakışına çok yakın görüşlere de sahip olanlar da var.Bu bağlamda kendisini tarihselci olarak tanımlayan diğer ilahiyatçılarla aranızda bir görüş ayrılığı var mı?“Tarihselci” dediğimizde homojen bir yapıdan mı bahsediyoruz yoksa herkesin kendisine göre farklı bir tarihselciliği mi var?

Bu komplike sorunuza hakkıyla cevap vermek için müstakil kitap hacminde konuşmam gerekir; ama tam da tarihselcilikle ilgili bir çalışma yaptığım için burada kısa kesmek durumundayım. Öncelikle, “tarihselci” nitelemesinin bize ait olmadığını ama bizim üstümüzde kaldığını belirtmem gerekir. Bugün bu niteleme genellikle zındıklık gibi bir manada kullanılıyor; ama beni tarihselciliğin kim tarafından, hangi maksatla ve hangi manada kullanıldığı meselesinden ziyade tarihselciliğe kendi yüklediğim anlam alâkadar ediyor. Hâliyle, bu saatten sonra, “Ben onu demek istemedim, şunu kastetmedim” gibi savunmacı ve tarziye verici bir dil kurmaya çalışmak yerine, tarihselciliğin bütün tezlerini etraflıca ortaya koyan bir çalışma vücuda getirmem gerekiyor. 

Prof. Dr. Ömer Özsoy ve kendim dışında tescilli tarihselci olarak tanınan biri var mı, bilmiyorum. Bununla birlikte, 1990’lı yılların ortalarında çok sıkı tarihselci olan ve fakat daha sonra ülke sathında giderek değişen dinî düşünce konjonktürü mucibince gelenekçi din anlayışının faziletlerini sayıp dökmeye başlayan kimseler olduğunu çok iyi biliyorum, ama burada isim zikretmek istemiyorum.
Şu an itibariyle tarihselcilik denilince ancak iki kişilik bir homojen yapıdan söz edebilirim. Ben ve Ömer Özsoy hoca. İkimiz haricinde tarihselcilik adına görüş beyan eden kimseler pekâlâ olabilir; keza bu kimselerin bazı görüşlerine iştirak ederken bazı görüşlerine itirazlarım da olabilir. Hiç kimse tarihselciliği tek başına temsil etmemektedir. Bu sebeple, tarihselcilik söylemini sahibine göre değerlendirmek daha isabetlidir. 

Diğer taraftan, günümüz Türkiye’sinde İslam ve Müslümanlardan tiksinircesine konuşan birtakım sekülerist, laikçi, Kemalist ve ulusalcı çevrelerin Kur’an hakkında ileri sürdükleri görüşler ile bizim bu bağlamda savunduğumuz görüş ve düşünceleri aynı kategoride değerlendirmek düpedüz vicdansızlık olsa gerektir. Gerçi bu noktada, sözünü ettiğiniz çevrelerin Kur’an’la ilgili bazı iddiaları ile sizin özellikle ahkâm ayetlerine ilişkin birtakım yorumlarınız örtüşüyor, denilebilir. Buna karşılık ben de söz konusu yorumlarım aynı zamanda İbn Abbas’ın Nûr 24/58, Hz. Ömer ve
Atâ b. Ebî Rebah’ın Mâide 5/5, Cessâs ve Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Mümtehine 63/10. ayete ilişkin yorumlarıyla da örtüşmekte, diye karşılık verebilirim.

Bu durumda kimi ilahiyatçı arkadaşlarımızın bize atfen kullandıkları “satılmış tarihselciler” sıfatına benzer şekilde, bu ulemayı da “satılmış sahâbîler, tâbîler, müfessirler” diye nitelendirebilir misiniz? Kur’an ve tefsirle ilgili görüşlerimizi Müslüman kimliğimizi, niyetimizi, çaba ve gayretimizin hedefini, bütün bunların yanında ne zaman nerede durduğumuz ve nasıl pozisyon aldığımız gibi karineleri dikkate almaksızınve hiç anlamaya yanaşmaksızın bir çırpıda zındıklık ve satılmışlık gibi yaftalarla kategorize etmek ya son birkaç yüzyıldan beridir bütün İslam dünyasına bulaşıcı hastalık gibi sirayet eden Batı karşısında yenilmişliksendromu ya da şimdilerde İslamcılığın muhafazakârlığa evrilmesine bağlı olarak fikir ve söylem yatırımlarında en fazla gelenekçi din söyleminin kâr sağlıyor olmasıyla ilgilidir. Belli ki biz tarihselciler dinin piyasada işlem görmeye başladığı bu sosyolojik vasatta malı elinde kalmış pazarcılar mesabesindeyiz.

Batı’ya has bir rasyonalizmin tefsir ilmine yansıdığı görüşüne katılıyor musunuz?


Yirminci yüzyılın başlarında özellikle Hint Alt kıtasında Seyyid Ahmed Han ve tilmizlerinin Kur’an’ı anlama ve yorumlama tarzının o dönemde moda olan natüralizm ve rasyonalizm gibi düşünce akımlarının etkisinde şekillendiği söylenebilir. Yaklaşık aynı tarihlerde Mısır coğrafyasında Muhammed Abduh gibi bazı önemli isimlerin de Kur’an ve rasyonel yorum konusunda med-cezir yaşadıklarından söz edilebilir. 

Burada şunu özellikle belirtmem gerekir kimodern çağda rasyonalizm diye adlandırılan düşünce tarzındaki akıl ve akılcılık ile İslam geleneğindeki Mu’tezilî, Mâtüridî, Hanefi veya daha genel olarak Ehl-i re’y geleneğindeki akıl ve akılcılık arasında uçurum vardır. Zira rasyonalizm, gerçekliği gözle görülenden ibaret sayan natüralizm çatısı altında pozitivizmle birlikte büyüyüp gelişmiş bir fikir akımıdır. OysaMu’tezile’den Hanefiliğe kadar tüm İslam mezheplerindeki akıl, gayba iman eden bir akıldır. Keza İslam geleneğinde şu çarpıcı görüşleri cesurca dile getirebilen İbn Sina gibi bir filozofun aklı da gayba iman eden bir akıldır. İbn Sina el-İşârâtve’t-Tenbîhât adlı eserinde mealen şunları söyler: 

Muhtemeldir ki ariflerin birtakım olağanüstü işler başardığına dair haberler alabilir ve bu haberleri bir çırpıda yalanlayabilirsin. Örneğin şöyle söylendiğini duyabilirsin: Arifin biri insanlar için su (yağmur) dilemiş ve o insanlar suya kavuşmuş; hastalıktan kurtulmalarını isteyince şifa bulmuşlar; onlara beddua edince yerin dibine geçmişler veya bir depremle sarsılmışlar yahut daha başka bir şekilde helak olmuşlar; onlar için dua edince veba, sel ve tufan gibi afetlerden kurtulmuşlar. Yine bir arif yırtıcı hayvanları kendisine itaatkâr kılmış yahut hiçbir kuşun kendisinden korkup kaçmamasını sağlamış vs. İşte bütün bu hâdiseleri imkânsız görmemelisin. Bilakis durup düşünmelisin ve kesinlikle acele karar vermemelisin. Zira tabiatın esrarı, yani henüz bilinmeyen yasaları
içinde bu tür olayların birtakım sebepleri vardır.

Bir de şunu öğrenmek isteriz ki; ayetlerin tarihsel yorumunu yapabilmek için Resulullah’ın (s.a.v) bizzat kendisinin, ehli beytinin ve sahabelerinin ayetlerin nüzulü esnasındaki tanıklıkların dışında bir yolu var mı?

Kur’an tarihin belli bir evresinde, belli bir toplumsal matriste nazil olduğuna ve bunda hiç tereddüt bulunmadığına göre söz konusu yorumun en önemli enstrümanları arasında Arapların kadim cahiliye devrine uzanan dil, örf, âdet, hukuk gibi kültürel kodlarını da mümkün mertebe iyi bilmek şartını saymak lazımdır. 

Bununla ilgili basit bir örnek vermek gerekirse, Tâ-Hâ suresi 102. âyette mücrimlerin kıyamet günü gök gözlü olarak diriltileceklerinden söz edilir. Ayette geçen zürkâ kelimesi “mavi gözlülük” veya “gök gözlülük” anlamına gelir. Bizim kültümüzde mavi göz ile nazar değmesi arasında ilişki kurulmakla birlikte, bu göz rengine sahip sevgililere, “Bir daha bak yüzüme iki kere mavi gözlerinle…”, “Senin masmavi gözlerin, deniz kadar derindir…” mısralarıyla başlayan aşk şiirleri de yazılmaktadır.
Bu mısralardaki sembolik anlam esas alındığında, mücrimlerin ya da kâfirlerin kıyamet günü mavi gözlü olarak haşredilmekle ödüllendirilecekleri söylenebilir. Hâlbuki ayetin mavi veya gök gözlü olarak haşretme ifadesi çok ciddi bir tehdit içermektedir. İşte bu tehdit ancak Arap kültüründeki mavi renk semiyotiğine vukufla anlaşılabilir. Cahiliye devri Arap kültüründe mavi hoş, güzel bir renk değildir. Daha açıkçası, Araplar için mavi körlük veya düşman demektir. Nitekim Romalılar ezeli düşman oldukları gerekçesiyle Araplar tarafından “gökgözlüler” diye nitelendirilmiştir.
Takvim yaprağından “ilim” tahsil eden Müslümanla, tefsir, kelam, fıkıh tahsili yapan Müslüman ne zaman müşterek bir noktada buluşacak ya da buluşacak mı?

Böyle bir buluşma geçmişte hiç olmadı, gelecekte de olmayacak. Tarih boyunca avâm-ı nâs ile havâs arasında mübayenet hep var oldu, bundan sonra da olacak. Bence avâm ile havâsın, halk ile ulemanın buluşmasına da gerek yok. Kaldı ki âlimin ilmi varsa, Müslüman halkın da umumi irfanı var. Bu açıdan bakıldığında, iki taraf birbirini tamamlar. Belki pek çoğumuz tüm halk âlim olsun ister; ama bu istek herkes zengin olsun demekten farksız bir şeydir. 

Peki, herkes âlim olup masa başında yazıp çizmeye başlarsa ya da herkes zengin olup herşeyi parayla satın almaya kalkarsa, âlimin masasından sandalyesine kadar sayısız eşyayı kim üretecek; zenginin parayla satın almak istediklerini kim imal edecek… Bazı istek ve arzular ilk nazarda rahmet gibi görünse de neticesi azap olabilir… Bugün yaşadığımız şehirde hayat akıp gidiyorsa bu akışı hemen bütünüyle sıradan halka borçluyuz. Bu yüzden halkın düğün dernek gibi pek sevdiği şeyler bize basit, banal, hatta komik gelse de, bundan bir ay kadar önce Giresun’da tanık olduğumuz davullu-zurnalı bir düğün töreni vesilesiyle sevgili kardeşim Burhan Sancak’la tam da bu mesele konuşurken onun dediği gibi hem hayat akışındaki canlılık ve süreklilik hem de kültürel zenginlik açısından hayati önemi haizdir. Kısacası, davul-zurna dahi çıkardığı sesten çok daha fazla bir şeydir. 

Bütün bu söylediklerimin, “Hocam, sakız orucu bozar mı?” ifadesiyle dile getirmeye çalıştığım anlayışla pek örtüşmediği düşünülebilir. Ancak benim bu ifadeyle anlatmaya çalıştığım husus, halkın din algısı ve anlayışının problemli olduğunu vurgulamaktan öte, ulusal ölçekli medya mecralarında profesör unvanlı bazı İlahiyatçı zevatındinî meseleleri evlilik programlarındaki dil, üslup ve tavra benzer bir tarzda ele alıp anlatması, böylece hem kendilerini hem de temsil ettikleri İlahiyat müessesesini -vülgarize tabirle- ayağa düşürüyor olmasıdır. Bizim işimiz ne halkın dindarlığıyla uğraşmak ne de bütün topyekûn halkı âlim yapmaya çalışmaktır. Şayet halkla görsel medya gibi bir mecrada buluşulmuşsa, bu buluşmada bize düşen görev, halkın dindarlığını kıssa ve menkıbe edebiyatıyla cilalamak değil, sahih ve sağlam bilgi aktarmak olmalıdır. 

Furkan Suresi’nde geçen, “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler” ayetini nasıl açıklarsınız? Kur’an-ı Kerim’den uzaklaşmak, onu terk etmek, ne manaya gelir? Ne yaparsak Kur’an’dan uzaklaşmamış, onu terk etmemiş oluruz?

Furkan suresinin 30. ayetinde geçen ve genellikle “Kur’an’ı terk etmek” diye tercüme edilen mehcûr kelimesi yalın anlamıyla “metrûk”, yani terk edilmiş, kendisinden kopulmuş demektir. Ancak burada kastedilen anlamın Türkçedeki tam karşılığı, Kur’an mesajına kulak tıkayıp reddetmektir. Tefsirin babası Taberî de mehcûr kelimesini böyle izah etmektedir. Ayrıca ayette “benim kavmim” anlamındaki kavmî lafzının ilk, aslî ve tarihî medlulü Kureyşli müşriklerdir. Hâliyle, onların Kur’an’ı terk etmeleri büsbütün reddetmeye karşılık gelmektedir. 

Bu ayette anlatılan hususun bizi ilgilendiren tarafı nedir diye düşünülebilir. Kur’an’ı terk etmenin bizi ilgilendiren tarafı, Kur’an’da tarif edilen Müslüman kimlik ve kişiliğe sahip olup olmadığımız meselesidir. Bu kimliğe sahip değilsek, bizim de Kur’an’ı terk edenlerden olduğumuz şüphesizdir. Üstelik bizim terk ediş şeklimiz, sözde başka, özde başka olmak gibi bir duruma karşılık geldiğinden çok daha tehlikelidir.

18 Eylül 2015

Kaynak: http://www.dirilispostasi.com/tarihselcilik-nitelemesi-bize-ait-degil-ama-uzerimize-kaldi-3/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder