Din,
pek çok insan tarafından sihirli bir güç gibi algılanmakta, sanki
sihirli bir değnek gibi insanın tüm hayatını bir anda değiştirdiği
sanılmaktadır. Dramatik hidayet hikâyeleri bu algının yaygınlık
kazanmasına katkıda bulunmaktadır. Oysa işin gerçeği başkadır. Malum,
dinin konusu insandır. Haliyle, din meselesinde aktif ve etken unsur da
insandır. Bu sebeple, insan ve hamur meselesine odaklanmak lazımdır.
“İnsanların madenler gibi olduğunu görürsünüz. Câhiliyyede
hayırlı/kaliteli olan insanlar, İslam’ı özümsedikleri zaman da
hayırlıdırlar” (Buhârî, “Menâkıb” 1) hadisi tam da bu meseleye parmak
basmaktadır.
***
Evet, çarpıcı hidayet
hikâyeleri dinin sihirli değnek misali insanın hem iç hem dış dünyasını
bir anda değiştirdiği inancını besler. Ancak biz bu hikâyelerin
genellikle final sahnesine meraklı olduğumuzdan, değişimin bir anda
gerçekleştiğini vehmederiz veya böyle vehmetmeye teşneyiz. Tıpkı Hz.
Ömer’in, Hz Peygamber’i öldürmeye giderken, hışımla yolunu değiştirmesi
ve fakat eniştesinin evinde birkaç ayet dinledikten sonra bir anda
İslam’ı benimsemesi gibi çarpıcı hikâyeleri çok severiz. Çünkü biz
mucize ve keramete düşkün bir milletiz. Oysa Hz. Ömer’in daha sahih
kaynaklarda anlatılan teennili hidayet hikâyesine baktığımızda, hem
insanlık hamurunun çok kaliteli olduğuna, hem de uzun zaman boyunca
nefis muhasebesi yaptığına tanık oluruz. Aynı şekilde, yıllarca İslam’ın
semtine uğramadıkları halde, ansızın takva sahibi Müslüman olduklarını
sandığımız insanlar da çoğunlukla feleğin çemberinden geçtikten sonra
bir noktaya gelmekte ve nihai çıkış yolu olarak İslam’ı seçmektedir.
Yoksa din gökten zembille iner gibi inip durduk yere hidayet
bahşetmemektedir. Allah tarafından seçildikleri halde nebilerin dahi
risalet öncesi dönemde, tıpkı Hz. Peygamber’in Hira mağarasına çekilip
tehannüs diye nitelendirilen inziva tecrübesi gibi bir tür manevi arınma
ihtiyacı hissettikleri bilinmektedir.
***
Sözün özü, din
insanlık hamuru iyi olan ve hidayeti arzulayan kimselerde anlamlı bir
karşılık bulur. Din hususunda hazıra konmak veya önceki nesillerden
belli bir dinî aidiyeti tevarüs etmiş olmak fazla bir anlam taşımaz.
Hatta dinde hazıra konmuşluk çok kere hoyratlığa yol açar. Bu bakımdan,
atadan dededen tevarüs ettiğimiz dinin herkesten önce kendi ahlâkî
yaşantımıza katkı sağlaması için, aidiyet ve mensubiyet iddiasında
bulunduğumuz din içinde yeniden ihtida ihtiyacımız vardır.
Tarihî tecrübede dinin
sosyal ıslahat veya toplumsal mühendislik projelerinin, iktidar
arzularının, siyasi kavgalar ve hesaplaşmaların muharrik gücü olarak
kullanılıp murdar edildiği dikkate alındığında, din insanın arzusundan,
çabasından ve niyetinden bağımsız olarak fazla bir anlam ifade etmez.
Niyet bozuk olduğunda, din ahlaksızlığa bile medar olur. Schopenhauer’in
Din Üzerine adlı eserinde Philathes’e söylettiği gibi, genel olarak
Tanrı’ya karşı vecibelere eklenen şeyin insanlığa karşı görevlerden
çıkarıldığı söylenebilir; çünkü insanlara karşı iyi davranma lüzumunu
Tanrı’ya yaltaklanmayla telafi etmeye çalışmak çok kolay ve kestirme bir
yoldur.
***
İnsan iyilik namına
adım atmak istediğinde, din, bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlar
gibi bir destek sağlar. Ancak dinden böyle bir destek alabilmek için,
tıpkı sigarayı bırakmaya kesin kararlılık gibi çok güçlü bir irade
ortaya koymak lazımdır. Ezcümle, dinin işlevi insanın hamuru ve
mayasıyla alakalı bir durumdur. Hamur bozuk olduğunda, din, en kirli
niyetler, emeller ve fiillere araç/kaldıraç olur. Hamur meselesinde,
fıtrattan bahis açılabilir ve fıtrat denilen şeyin, İslam’a yatkınlık
olduğu söylenebilir. Ancak fıtrat herhangi bir dine yatkınlık filan
değildir (Not: Bu konu ve Rûm 30/30. ayet şimdilik bahs-i diğerdir).
Mesele, son kertede yine hamur, yani cibilliyet meselesidir. Bu da
aslında genetik kod, yani bir bakıma kader demektir. İnsanın
sınanmasıyla ilgili en kritik nokta işte burasıdır: Kendi
cibilliyetinden müşteki olmak ya da bu anlamda kaderine razı olmamak;
başka bir ifadeyle, Allah tarafından kendisine DNA misali kodlanan takva
ile fücur arasındaki çatışmada takvadan taraf olmak ve bu çatışmadan en
az hasarla çıkmayı kendine nihai hedef koymaktır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Nisan 2016
Allah razi olsun mustafa abem. ����
YanıtlaSil