Tesettür Modası ve Yozlaşma Tartışması


Geçen günlerde İstanbul Haydarpaşa Gar’ında “muhafazakâr moda haftası” etkinliği olarak “tesettür defilesi” düzenlendi ve bu defile İslâmî duyarlığa sahip çevrelerce “tesettürün yozlaştırılması” olarak değerlendirildi. Yine aynı etkinlik bazı yazarlarca, “Başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik; 30 küsur yıllık başörtüsü mücadelesini, hakikati kapitalizme kurban eden bu tür soytarılıklar için mi verdik?” diye eleştirildi. Tesettür kavramındaki mana itibariyle bu eleştiriler gayet isabetliydi.

Arap dilinde tesettür, “örtünmek, kendini saklayıp korumak, başkaları ile kendisi arasına perde koymak” demektir. Bu kelimeyle kökteş olan sitr ise mecazen hayâ anlamına gelir. Ayrıca sitr, “hetk” kelimesiyle birlikte kullanıldığında, hayâ perdesinin yırtılmasını belirtir ve hayâ duygusunu yitirmiş insan “mehtûkü’s-sitr” (hayâ perdesi yırtılmış) diye nitelendirilir. Kısacası, tesettür belli uzuvları elbiseyle örtmekten çok daha geniş ve derinlikli bir anlam alanına sahip olup her şeyden önce ar, hayâ ve iffetle ilişkilidir. 

***

Bu açıdan bakıldığında, tartışmaya konu olan defilenin tesettür değil, teberrüc (teşhir ya da “Beni fark et” davetiyesi) işlevine sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bahis konusu defileyle ilgili “yozlaşma” tespiti isabetlidir ve fakat büyük resim açısından bakıldığında tespit kesinlikle eksiktir. Zira muhafazakâr çevrelerdeki yozlaşma çok geniş bir spektruma sahiptir. Yozlaşmanın temel dinamiği, dünyaya bakış ve hayatı kavrayışta, Nurdan Gürbilek’in “Kötü Çocuk Türk” adlı kitabının giriş kısmındaki ifadeyle söylersek, “feragat kipinden istek kipine, yani “İstemem namertten bir yudum çare”den, “Ben de isterem” evresine geçilmiş olmasıyla ilgilidir. 

***

Bu evreye tanı koymak gerekirse, en doğru tanı “dünyevileşme” olsa gerektir. Kur’an’da Kureyş’in kaymak tabakasını oluşturan mütref müşriklere atıfla, “Habire servet biriktirmek ve biriktirdiği serveti sayıp dökmekle meşgul olmak”, “dünyaya kazık çakacağını sanmak”, “daha çok dünyalık sahibi olma sevdasıyla oyalanmak” şeklindeki çarpıcı ifadelerle tanımlanan dünyevileşme olgusu bugün itibariyle kendini siyaseten muhafazakâr, diyaneten gelenekçi gören sayısız varlıklı Müslüman’ın yaşam tarzına karşılık gelmekte, dahası hem kendini mıh gibi Müslüman olarak algılamak, hem de tüketime doymayan bir insan olarak yaşamak gayet normal görülmektedir. Başka bir ifadeyle, Kur’an’ın nazil olduğu toplumsal matriste zengin müşriklerin ilâhî yergiye konu olan varlık ve eşya tasavvurları, bugün itibariyle, varoluşu hayattan azami fayda/çıkar sağlamaya bağlama çabası olarak muhafazakâr dünyada yeşertilmektedir.

***

İstitrat notu: Görüldüğü gibi Kur’an’ı tarihselci nazarla okumak, onu tarihe gömmek değil, bilakis nüzul ortamından hareketle tespit edilen asıl mana ve maksadının bugünkü tarihsel düzlemde neye tekabül ettiğini belirlemektir. İnanç, ahlak ve ibadet alanları ontolojiyle (varlık ve varoluş) ilgili olduğundan, Kur’an’ın ilk hitap çevresindeki her beyanı bugün de fazlasıyla karşılık bulmakta; ancak toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili beyanlar dinamik ve değişken sosyoloji içerisinde illete mebni olduğundan, bugünkü sosyolojide menatsız kalabilmektedir. 

Dünyevileşme arızası açgözlülük, sonradan görmüşlük ve tüketim gibi refikleriyle buluştuğunda arzu ve istek tasarrufunun yerini hırs, tamah ve şehvet israfı alır. Haliyle kanaatkârlık, diğerkâmlık, saygınlık ve çıtı pıtı erdemlilik gibi değerler mazi repertuarında kalır. Böylece, “Allah, nimetinin tezahürlerini kulunun üzerinde görmeyi sever” diyerekten, dünyaya abanılıp maddi olan her şeye adeta saldırılır. Ekşi Sözlük’ten çarpıcı bir alıntıyla, “Para tatlı, saldır Anadolu kaplanları!” 

Ne tuhaftır ki dünyevileşme ve tüketim yozlaşması malign tümör gibi toplumsal bünyenin hemen her hücresine metastaz yaptığı halde, bu büyük problem özellikle tesettür ve kadın imgesi üzerinden eleştirilir. Bu durum en azından bir yönüyle ataerkil kodlarımızla ilintilidir. Çünkü ataerkil kodlamada kadın fitneyle özdeştir. Fitnenin öznesi kadın, nesnesi ise erkektir. Ataerkil kodlamada ırz, namus ve iffet gibi ahlâkî değerler aslında kadının meselesidir. Dolayısıyla mezkûr değerlerin muhafazası kadına, kadının namus bekçiliği erkeğe aittir. Namus bekçiliği onur, haysiyet ve şeref kodlarıyla da pekiştirilen erkek için, kadının ciddi bir tehlike ve tehdit olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Haliyle yozlaşma tesettür ve kadın bağlamında hatırlanması gereken bir sorundur; erkek yozlaşması diye bir sorun yoktur; oysa gerçekte kadın-erkek ayrımı söz konusu olmaksızın yozlaşma diz boyudur. 

Fazlur Rahman'a Vefa


Malatya İnönü Üniversitesi 05-06 Mayıs 2016 tarihlerinde Uluslararası Fazlur Rahman Sempozyumu düzenledi. 1997 yılında da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nca “İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi” konulu bir uluslararası sempozyum düzenlenmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan o dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sempozyum kitapçığındaki sunuş yazısında Fazlur Rahman’la ilgili olarak, “Kardeş Pakistan’ın yetiştirdiği büyük bilim adamı ve düşünür Fazlur Rahman, İslam dünyasında olduğu kadar Batı’da da önemsenen, düşünce ve tezleri üzerinde geniş tartışmalar açan bir şahsiyettir. Düşünce hayatıyla yakından ilgilenenler merhum Fazlur Rahman’ın Türkiye’de ne büyük bir etkiye sahip olduğunu bilirler.” şeklinde ifadeler serdetmişti. Ne var ki o günden bugüne köprünün altından çok sular akıp geçti.
Bildiğim kadarıyla Türkiye’deki üniversite camiasında ilk defa Fazlur Rahman’la ilgili bir sempozyum düzenlendi. Kuşkusuz bu çok önemli ve dikkat çekiciydi. Ancak sempozyumun İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nce değil, rektörlük, yani Rektör Prof. Dr. Cemil Çelik ve danışmanı Doç. Dr. Cafer Mum’un özel gayretleriyle gerçekleşmesi çok daha dikkat çekiciydi. Cemil Çelik Hoca tıpçı, Cafer Mum Hoca edebiyatçı... İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki hocalar ise malumunuz İlahiyatçı… Ama iki gün boyunca hemen hiçbir İlahiyatçı ortalıkta yoktu; ihtimal ki daha önemli işleri vardı.    

***

Sempozyuma yurt dışındaki çeşitli üniversitelerden Prof. Dr. Ahmed Syafii Maarif, Prof. Dr. Ernest Wolf Gazo, Asst. Prof. Dr. İmtiyaz Yusuf, yurt içinden ise Fazlur Rahman’ın iki meşhur talebesi Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ve Dr. Bekir Demirkol ile Prof. Dr. İbrahim Özdemir ve bendeniz iştirak etti. Buna mukabil Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler ve Prof. Dr. Adil Çiftçi başlangıçta sempozyuma katılacaklarını bildirmelerine rağmen son demde mazeret beyanıyla vazgeçtiler. Oysa Fazlur Rahman ismini zikretmenin dahi günah sayıldığı bugünlerde Türkiye’deki bir üniversite tarafından Fazlur Rahman adına sempozyum düzenlenmiş olması çok anlamlı bir hadiseydi. Dolayısıyla hem bu sempozyumu düzenleyen hocalarımıza şükran, hem de fikirlerinden çok istifade ettiğimiz üstada vefa borcu olarak, iki el kanda da olsa programa iştirak bir zaruretti. 

***

Her neyse, bendeniz kendi adıma vefa borcumu ifa ettim; üstelik bu vesileyle Dr. Bekir Demirkol Hoca’dan Fazlur Rahman’la ilgili özel bilgiler öğrendim. Demirkol Hoca şunları söyledi: Fazlur Rahman’a göre en değerli ve önemli tefsir kitabı Taberî’nin Câmiu’l-Beyân’ıdır. Tefsiri hedefinden saptırıp şirazesinden çıkarmanın tipik örneği ise Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb’ıdır. Fazlur Rahman pratik hayatında gelenekçi, mesela evinde yerel Pakistan kıyafeti giyen birisidir. Kanaatkâr ve sufi-meşrep bir şahsiyettir… Sigaraya düşkün birisidir; kalp krizi geçirdikten sonra zorunlu olarak sigarayı terk etmiş ve fakat arada bir, “Bekir ver bir sigara deyip yarıya kadar içmekten de vazgeçememiştir. Chicago’da Cuma namazlarını Fazlur Rahman kıldırmış, Bekir Demirkol ve Alparslan Açıkgenç hocalar da müezzinlik yapmıştır. 

***

Tavzih notu: Geçen haftaki yazımızın, “Namazda Kur’an’ın Farsça veya diğer dillerdeki tercümesi okunabilir diyen İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî fakihler de Sünnîdir” şeklindeki kısmıyla ilgili olarak, “Ebû Hanîfe sadece Farsça’yı zikretmiş; başka dillerden söz etmemiştir”, “Bazı Hanefî âlimler İmam Ebu Hanîfe’nin bu görüşünden rücu ettiğini söylemiştir” gibi itirazlar geldi. Öncelikle, geçen haftaki yazının, “Ebû Hanife’nin namazda kıraat meselesiyle ilgili ictihadı doğru mu yanlış mı?” sorusuna veya namazda kıraat konusuna değil, Ehl-i Sünnet bünyesindeki zenginlik ve çeşitlilik olgusuna parmak bastığını belirtmek gerekir. İkinci olarak, namazda kıraat meselesinde Farsça’nın yanı sıra Almanca, İngilizce gibi diğer bütün diller için de ayrı ayrı ictihadda bulunmak gerekmediğini anlamak için ortalama zekânın kâfi geldiği de bahusus not edilmelidir. Üçüncü olarak, Ebû Hanîfe’nin söz konusu içtihadı Hanefî mezhebinin kuruluş dönemindeki temel görüşlerini içeren zâhirü’r-rivaye eserlerinde, yani İmam Muhammed’in el-Asl ve el-Camiu’s-Sağîr’inde, keza Cassâs’ın Muhtasaru İhtilâfi’l-Ulemâ’sı ve Ahkâmu’l-Kur’ân’ı, İmam el-Matüridî’nin Te’vîlat’ı (A’lâ 87/18-19. ayetlerin tefsiri) gibi temel eserlerde “rücu” kaydı olmaksızın zikredilir. Hülasa, ilmî ve entelektüel edep, bir yazının ana konusunu bütünlük içinde anlamayı, dolayısıyla belli bir ifadeyi sağa sola çekip hedef şaşırtmamayı ve malumatfuruşluk yapmamayı gerektirir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Mayıs 2016

Yeni Ehl-i Sünnetçilik: Ben Sıffînsiz Yapamam; Tekfirsiz Hiç Duramam!


Geçen hafta sonu İstanbul’da Kur’an Çalışmaları Vakfı’nca düzenlenen “Bütün Boyutlarıyla Din Gerçeği” sempozyumunda sunduğum tebliğde mealen şöyle demiştim: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bu ülkede din, Hz. Yûsuf’un te’vil ettiği rüya gibi ya uzun zaman boyunca kıtlık ya da bolluk konusu olmuştur. Tek parti döneminde kamusal alan ve din konusunda kıtlık yaşandığı malumdur. 28 Şubat sürecinde Kemalist ve laikçi çevrelerin sözde laiklik adına ensemizde boza pişirdikleri de malumdur. Bugünkü Türkiye’de ise dinî bolluk yaşanmakta; fakat bu defa da din israf konusu olmaktadır.

Hususen son zamanda peyda olup hormon takviyesiyle gürbüzleştikleri intibaı uyandıran ve ulusal ölçekli televizyon kanallarında din adına sürekli olarak dedikodu yapıp dinî alanda kendileri gibi düşünmeyen birçok ilim-fikir adamını karalamayı marifet sanan birkaç fütursuz zevat yüzünden genelde din, özelde Ehl-i sünnet konusu şirazesinden çıkma aşamasına gelmiş durumdadır. Din konusundaki israf bu minvalde sürdüğü takdirde, İslamcılık gibi Ehl-i sünnet kavramının da çok yakında haraç mezat nesnesi olacağı kuşkusuzdur.

***

Ehl-i sünnet geçmişte olduğu gibi bugün de İslam dünyasının kahir ekseriyetine atıfta bulunan genel bir isimlendirme olup bünyesinde sayısız farklı görüş ve yorum barındıran çok büyük bir gövdedir. Bu itibarla, günümüzdeki birkaç fütursuz şımarığın sözde Ehl-i sünnet müdafiliği yaparken ne kadar sığ, sakil ve dar çerçeveli bir zihniyeti temsil ettiğini gözler önüne sermek için İslam düşünce tarihinde Ehl-i sünnetin temsil alanına ve/veya İslam’ın Sünnî yorumunun kendi içinde nasıl dallanıp budaklandığına dair birkaç örnek vermek faydalı olabilir.

***

Allah’ın gökte olduğuna inanan Ehl-i hadis Sünnîdir. Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanan Mâtüridî ve Eş’arî kelamcılar da Sünnîdir. “Namazda Kur’an’ın Arapçası okunmalı” diyen Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî fakihler Sünnîdir. “Namazda Kur’an’ın Farsça veya diğer dillerdeki tercümesi okunabilir” diyen İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî fakihler de Sünnîdir. Vahdet-i vücûd fikrini savunan Molla Fenarî Sünnîdir. Bu fikri eleştiren Teftazânî de Sünnîdir. “Kadından peygamber olmaz” diyen Mâtüridiyye Sünnîdir. “Kadından peygamber olur” diyen Eş’ârîyye de Sünnîdir. Hz. Ömer’in müellefe-i kulûbla ilgili meşhur ictihadını, “İctihad yoluyla nesh” diye tanımlayan İmam Mâtüridî Sünnîdir. Bu konuda farklı düşünen sayısız Hanefî, Şâfiî, Mâlikî müfessir/fakih de Sünnîdir. “İnsanlar fıkıh konusunda Ebû Hanife’nin çoluk çocuğu mesabesindedir” diyen İmam Şafiî Sünnîdir. “Ebû Hanife Hz. Muhammed’in dinini değiştiren, hadise hezeyan diyen, küfründen dolayı iki kez tövbeye davet edilen bir fitnecidir” diyen İbn Hibbân da Sünnîdir. Anlaşıldığı kadarıyla bugünkü sekter Ehl-i sünnetçiler İbn Hibbân’ın fikrî nesebine müntesiptir.

***

Bu mesele bir tarafa, Ehl-i sünnet birkaç şımarığın sığ ve sakil söylemlerine kurban edilemeyecek kadar önemli ve değerli bir ilmî-fikrî zenginliktir. Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki din (şer-i münezzel) insan ve tarihle buluştuğunda müevvelleşir. Başka bir ifadeyle, din ve dinî metnin (nass) insan zihnine taalluk ettiği an itibariyle farklı şekillerde yorumlanması kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçekliğin tarihsel tecrübedeki karşılığı ise “mezhep”tir. Sorun mezhepte değil, faşizan mezhepçilikte, yani belli bir dönemdeki beşerî din yorumunun mutlak hakikatle özdeşleştirilmesindedir. Bizatihi din ile belli bir mezhebî yorum arasında özdeşlik kurmak ve tek hakikatçi dille konuşmak ya katıksız cahilliğin ya da “Ben Sıffînsiz yapamam; tekfirsiz hiç duramam” demeye çalışan hastalıklı bir ruh halinin dışa vurumu olsa gerektir.

 Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Mayıs 2016

İslam’ın Altıncı Şartı: Haddini Bilmek!



İslam’ın Altıncı Şartı: Haddini Bilmek!

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK - 12 Mayıs 2016


Dün akşam yazıp arkadaşlar vesilesiyle internet ortamında yayımladığım “Dinî Alanda Gündemsiz ve Sermayesiz Kalmanın İlacı: Tarihselcilik ve Tarihselci Söyleme Laf Sokmak!” başlıklı yazımıza itiraz mahiyetinde birkaç haddini bilmezin sözde yorumuna muttali oldum ve maalesef bu satırları yazma ihtiyacı duydum.

Öncelikle söz konusu yazıya itiraz yorumu yazanların müşterek vasfının haddini bilmezlik olduğunu vurgulamak ve İslam’ın altıncı şartının haddini bilmek olduğunu hatırlatmak zorundayım. Hazretin birisi, “Neden geveleyip duruyorsunuz. Caner gibi mertçe hakaret ve küfür etmeden sinenizdekini neden dökemiyorsunuz ortaya…” diyor ve kendince anlamlı bir şey yazdığını düşünüyor. 

Sayın hazret, tarihselci söylemden daha açık bir beyan tarzı var mıdır? Yani “Kur’an’ın îlâdan zıhara, haram ay hukukundan savaş, ganimet ve köle hukukuna kadar birçok hükmü tarihseldir” demekten daha mertçe bir görüş beyanı var mıdır? Buna karşılık, tıpkı sizin gibi tarihselci söyleme karşı çıkanların dünkü yazımızda tek tek sıraladığımız Kur’an ahkâmını bugünkü düzlemde nasıl uyguladıkları, ne zaman uygulamaya başlayacakları veya bu hükümlerin uygulanması için ne yaptıkları sorusunu görmezden gelip, tek kelimelik cevap verme ihtiyacı hissetmeyip meseleyi başka bir mecraya çekmesinden daha namert bir yaklaşım var mıdır?

Bizi “Bu son atışma göstermiştir ki beşikten itibaren din tahsil etseniz de "şüphesiz müminler kardeştir" sözünü idrak edememişsiniz ki çıkıp TV'lerde saatlerce ne anlatıyorsunuz?” diye eleştiren zata gelince, bu zatın bilmesi gerekir ki bu son atışmanın bizimle ilgili boyutu can sıkıntısı yüzünden bir sataşma yazısı yazmak gibi bir şeytani ihtiyaçtan değil, birilerinin televizyon kanallarında veya sosyal mecralarda bizim adımızı açıkça zikrederek “tarihselcilik kâfirliktir” dercesine sürekli ama sürekli olarak istiskalde bulunmaları karşısında sabır taşının çatlamış olmasından mütevellittir. 

Dünkü yazımızın ilk kısımları niçin böyle bir yazı yazma ihtiyacı duyduğumuzun anlaşılmasına kâfidir. Dikkat edilirse, televizyon programlarında hiçbir isim zikrettiğim vaki değildir; buna mukabil pek çok zevatın din konusunda birilerinin isimlerini zikrederek konuşmaktan başka bir sermayesinin bulunmadığı da aşikâr bir gerçektir.  Şu halde, olan bitenleri sağduyuyla yeniden düşünüp değerlendirmek, kimin kardeşlik hukukuna re’sen saldırdığını iyi ölçüp tartmak gerekir. Hoş, Cübbeli Ahmed hocaya intisap etmek de pekâlâ bir alternatiftir. Tercih sizindir.  

Son olarak, kendisini muhtemelen bizimle asker arkadaşı sanan ve yine muhtemelen bu sebeple, “Delil getirdiklerin de doğru olsa” diye yorum yazan hadsize gelince, bu hadsizin “tevhide gel tevhide” ilahisini hatırlatan bir üslupla “Kur’an’dan konuş Kur’an’dan” diye yazdıkları, kelimenin tam manasıyla acınası bir zavallılıktır. Bu hadsizin aklı sıra bize eleştiri yazmadan önce, dünkü yazımızda tek tek sayılan Kur’an ahkâmının evrensel tatbik alanlarını izah etmesi, ondan sonra ulema ve nesh konusunda ahkâm kesmesi lazımdır. Ancak bu hadsizler familyası hadlerini bilmekten aciz olduklarından böyle küstahlıkları marifet sanmaktadır. Ama ben yine de “Kur’an’dan konuş Kur’an’dan” diyen bu hadsize, bir örnekle Kur’an’dan konuşayım.

Örnek: Necva sadakası ayetleri (Mücadile 58/12-13).

Mücadile 12. ayet:  Ey Müminler! Peygamberle özel bir konu hakkında konuşmadan önce sadaka verin. Böyle davranmanız sizin için son derece nezih ve hayırlı bir iştir…

Mücadile 13. ayet: Peygamberle özel bir konu hakkında konuşmadan önce sadaka vermekten yüksündünüz değil mi? Madem yüksündünüz; o halde Allah da sizi bağışlayıp bu yükümlülüğünüzü kaldırdı…

Soru 1: Necva sadakası bugün kime verilecektir?

Soru 2: Hz. Peygamber hayatta olmadığına göre söz konusu sadaka hususunda onun temsilcisi kimdir?

Soru 3: Necva sadakasıyla ilgili ikinci ayette, hükmün kaldırıldığına işaret edildiğine göre bugün bu sadaka her kime verilecekse ilkin verilip sonra geri iadesi mi istenecektir?

Soru 4: Sayın evrenselciler ve ümmetselciler! Hayatınız boyunca bu ayetlerdeki hüküm gereğince hiç necva sadakası verdiniz ve ikinci ayet mucibince bu uygulamadan vazgeçtiniz mi?

Soru 5: İlk ayette hüküm vaz edildiğine, ikinci ayette hükmün sona erdiğine işaret edildiğine göre bu iki ayetten biri her halükarda işlevsiz değil mi? 

Soru 6: Ümmet-i Muhammed, nüzul döneminden bugüne değin necva sadakası ayetleriyle bir kez olsun amel etmiş midir?

Soru 7: Hz. Ali’nin, “Kur’an’da bir ayet var ki o ayetle benden önce benden sonra bir tek kişinin amel ettiğini bilmiyorum. Söz konusu ayet necva sadakası ayetidir.” sözü ne anlama gelmektedir?

Soru 8:  Siz sayın evrenselciler ve diğer bütün müslüman kitleler nüzul döneminden bugüne değin necva sadakası ayetlerindeki hükmü tatbik etmedilerse -ki zaten ikinci ayet ilk ayeti hükümden düşürmüştür- buna neshten başka ne denir?

Soru 9: Kendi hayatınızda bir gün olsun uygulamadığınız, uygulama zemini bulamadığımız, üstelik bu durumdan rahatsızlık duymadığınız halde gerek Kur’an, gerek ulema ve gerekse nesh gibi konularda bu denli pervasızca konuşmanın âlemi nedir? 

Hadsizlik ve pervasızlık böyle devam ettiği sürece işbu üslupla size haddinizi bildirmek vazifemizdir. Zira İslam’ın altıncı şartı haddini bilmek olduğuna göre yedinci şart da haddini bilmeyene bildirmektir. 

Dinî Alanda Gündemsiz ve Sermayesiz Kalmanın İlacı: Tarihselcilik ve Tarihselci Söyleme Laf Sokmak!



Dinî Alanda Gündemsiz ve Sermayesiz Kalmanın İlacı: Tarihselcilik ve Tarihselci Söyleme Laf Sokmak!

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK - 11 Mayıs 2016


Günümüz Türkiye’sinde dinî alanda bolluk ve bereketin artmasından olsa gerek, din hal-i hazırda basbayağı israf nesnesi haline gelmiş durumdadır. Belli ki bu konuda israfı mübah sayan bazı zevat, kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili işlerini muhtemelen avukata havale ettiklerinden olsa gerek, üstlerine vazife olmayan işlere burun sokup sabah akşam ahkâm kesmek gibi kötü bir alışkanlık kazanmış gibi görünüyor. Yine din alanındaki bolluktan olsa gerek, Kur’an yorumculuğu artık harc-ı âlem ve/veya anonim bir meslek dalı haline geldiğinden, sosyoloğundan psikoloğuna, hatta botanikçisinden uzay bilimcisine kadar bütün herkes cümle âleme Kur’an ve tefsir dersi vermeyi marifet biliyor. 

Bu bağlamda derslerin popüler olmasına ve geniş kitleleri kışkırtmasına da hayli özen gösteriliyor. Zira “Kur’an’da bilim, big bang” gibi popüler ve fantastik tefsir dersleri özellikle şöhret açısından iyi gelir getiriyor. Ama gün geliyor, bu derslerin albenisi azalıyor; çünkü her Allah’ın günü aynı şeyleri anlatmak insanları bayıyor; kaldı ki anlatanlar da bir noktadan sonra tabir caizse geviş getirmeye başlıyor.  İşte tam bu noktada, kitlelerin dikkatlerini celbedecek, hatta kışkırtıp galeyana getirecek temcid pilavına avdet ediliyor. Tefsir sahasındaki temcid pilavı “tarihselcilik” diye isimlendiriliyor. Konuşacak konunuz kalmadığında, mevzular tekrara sarmaya başladığında, behemehâl bu pilava kaşık sallama ihtiyacı hissediliyor. Çünkü tarihselcilik ve tarihselcilere çakmanın sabit ve standart bir müşteri kitlesi hazırda bekliyor. Hele de gelenek ve gelenekçiliğin fetişletiştiği şu dönemde ortalık müşteri kaynıyor.  

Şimdi yine birileri çıkmış tarihselcilik hakkında laf kalabalığı yapıyor. Bu meyanda, “tarihselcilik, Allah’ın yap dediğine, işittik ve itaat ettik ifadesinin eylemsel karşılığıyla mukabelede bulunmak yerine, şu zamanda bu iş yapılmaz ki demekle eşdeğerdir" filan diyor. Ancak “tarihselcilik aslında bir tür inkâr ve ilhaddır” demeye getiren bu zevata şöyle söylemek gerekiyor:

Mademki Allah’ın emri karşısında evrenselci ya da ümmetselci (ne demekse?!) bir yaklaşımla, “Başım gözüm üstüne” demek gerekiyor; o halde sayın evrenselciler ve ümmetselcilerin aynı yaklaşımla ve tam bir itaatkarlıkla Kur’an’ın haram aylar ve savaş hukuku, haram aylar ve nesi hukuku, fey ve ganimet hukuku, savaş ve seyf ayeti hukuku, cihad ve fetih hukuku, savaş esiri, cariye ve köle hukuku (Hoş, gerçi nüzul dönemindeki sosyolojik matrisi 2016 tarihinden hareketle Beşiktaş, Nişantaşı, Bebek ve Emirgan gibi semtlerdeki sosyoloji gibi tahayyül ve tasavvur eden bu zevata göre Kur’an’da cariye mariye filan yok; ama hiç şüphesiz Hz. Safiyye, Hz. Cüveriyye ve Hz. Mariye var… Bu isimlerin Hz. Peygamber’le irtibatları ya da ne zaman ve hangi şartlarda Hz. Peygamber’in ailesine katıldıkları meselesini bilmekte azami fayda var), ganimetin beşte birini Allah’a ve rasulüne tahsis hukuku, Ehl-i kitap ve cizye hukuku, evlilik ve boşanmayla ilgili olarak iddet, mehir, mülaane, zıhar, ila, mehir, süt annelikve süt anneye ücret hukuku, mirasta kelale hukuku, zekâtta müellef-i kulub, köle, esir, amil (zekât toplama memuru) hukuku, necva sadakası hukuku, Hz. Peygamber’in evlilikle ilgili imtiyazlılık hukuku, zina ve yüz sopa hukuku, kazf ve seksen sopa hukuku, kısas ve diyet hukuku, hirabe hukuku, hırsızlık ve el kesme hukuku, kardeşlik akdi hukuku, deyn/müdayene (alacak verecek ve borç) hukuku gibi meselelerle ilgili ayetlerdeki ahkâmı sözüm ona tarihselciler gibi maslahat, makasıd gibi yollara sapmadan, adam gibi, yani harfi harfine ve lafzî mucibince nasıl uyguladıklarını veya ne zaman uygulamaya başlayacaklarını veyahut bütün bu hükümlerin uygulanması için ne yaptıklarını açıkça ve etraflıca anlatmaları ahlak, namus, şeref, haysiyet açısından bir boyun borcudur. Sayın evrenselciler ve ümmetselciler bu boyun borcunu ödemeye yanaşmadıkları takdirde ahlak, namus, şeref ve haysiyet kelimelerinin sonuna “sız” ve “siz” kelimelerini eklemek de bizim boyun borcumuzdur. Sözün özü, din alanında şark kurnazlığının, fırıldaklığın âlemi yoktur!

Son bir not olarak, tarihselcilerin en büyük iddiası ve kanıtı, “Ben evrenselciyim” ya da “Kur’an ahkâmı evrensel ve ümmetseldir” deyip de pratik hayatlarında tarihselcilerden farklı ve fazla olarak belki de bir tek Kur’an ahkâmını tatbik etmeyen tipolojilerdeki iki dünyalılık, çifte standartçılık ve çift suratlılıktır. Bir diğer delil ise Kur’an’da bir bakıma münafıklık alameti olarak zikredilen, “Ne diye yapmadığınız şeyleri söyleyip duruyorsunuz” ayetidir. Bir diğer delil, İslam ulemasının hemen tamamının, şu son dönemde “Ben dinî alanda Kur’an’dan başka kaynak tanımam” diyen türediler zümresi peyda oluncaya değin, neredeyse bütün bir İslam tarihi boyunca Kur’an’daki birçok ayetin mensuh, yani hükmünün sona erdiğini söylemiş olması ve üstüne üstlük “Kur’an’da nesh yoktur” diyenleri Yahudilere benzetmesi ve dolayısıyla böyle bir görüşe sahip olan kimseleri kâle alınmaması gereken cahiller zümresi olarak değerlendirmesidir. Ezcümle, İslam âlimleri sadece seyf ayetinin (Tevbe 9/5) yüz küsur ayetteki hükmü ilga ettiğini söylemekte beis görmemiş ve bu görüş asırlar boyunca tefsir ve fıkıh ulemasının hemen tamamı nezdinde hüsn ü kabul görmüş ise, tarihselciliğin İslam tarihi kadar eski ve köklü bir damar olduğunu bu cühelanın idrak etmesi veya en azından kendi cahilliklerini fark etmesi gerekir.

Konuyla alakalı okunması gereken diğer yazı: Özür Beyânı - 7 Haziran 2016

Muhafazakâr-Gelenekçi Zihniyet ve Çift Dünyalılık Problemi


İçinde bulunduğumuz zaman dilimi genellikle modern kelimesi ve türevleriyle tarif edilir. Sosyoloji erbabı “modern”in önüne bir de “post” eklemek gerektiğini belirtir. Post eklemli modernlik, kanımca Batı dünyası için geçerlidir; bizim buralarda ise henüz ek yerine gelinememiştir. Çünkü bizde modernlik merkezden ve iç dinamiklerden üretilmiş değildir. Bilakis “küffar” karşısında yediğimiz ağır askerî sadmeler yüzünden bizde modernliğin kendini fark ettirmesi ilkin cephede kurşun ihtiyacı olarak tezahür etmiş; derken, birkaç asırdır tarihte tatile çıkmışlığımızın neticesi olarak imar, ekonomi, teknoloji gibi diğer bütün alanlarla ilgili ihtiyaçlar sökün etmiştir. Hâl-i hazırdaki bayındırlık-imar (örnek: Toki isimli konut siloları) şehvetimiz de söz konusu ihtiyaçları henüz karşılayamadığımızın göstergesidir.

Ne var ki biz öyle necip bir milletiz ki bir taraftan ucube görünümlü Toki silolarını, sözgelimi eski Bursa’nın kalbine hançer gibi saplarız; bir taraftan da her vesileyle “ceddin deden, nesli baban” diyerek ecdada layık nesiller olduğumuzu ispata çalışırız. Şanlı tarihimiz, geleneğimiz ve medeniyetimize sadakatimizi Ertuğrul’undan Filinta’sına kadar sükseli dizi filmlerle de ispata hazırız. Kısacası, söylem ve teşhir düzeyinde su katılmamış gelenekçi ve muhafazakârız; ama Tanıl Bora’nın “İnşaat Ya Resulu(e)lah” başlıklı kitaptaki tespitiyle, gelenek lafının şaşasına pek düşkün olduğumuz halde geleneğin maddi-kültürel varlığına karşı da son derece duyarsız ve hoyratız. Belli ki kimlik gururuna indirgenmiş bir “öz”den başka pek fazla tutamağı olmayan bir maneviyattan ötesi, tıpkı alet çantası gibi portatiftir. Geleneksizliğin gelenekçilerce tescillendiği bir sosyolojik vasatta, müteahhit ve mimarlarımızın Selçuklu motifi diye bilinen unsurları sekiz-on katlı kunt binalara rokokolamasına, cami veya apartman cephesine çini taklidi fayans sıvamasına şaşırmamak gerekir. Keza Cumhuriyet'in sıfır mazi siyasetinin pek mazici İslamcılık ve muhafazakârlık tarafından içselleştirilmiş olmasını da yadırgamamak gerekir. Bugünkü imar felsefesi, yine Bora’nın tespitiyle, Turgut Cansever ve Nurettin Topçu’yla değil, Kemalist modernizmin coşkun sözcüsü Sabahattin Eyüpoğlu’nun apartman (oturma makinesi) sevgisiyle hısımdır.

Böyle söylemek ya da Cansever gibi, çevrenin gayr-ı muntazamlıklarına uyum gösterip ona karşı geometrik çizgilerle diklenmemek gerektiğine inanmak yahut Topçu gibi, bina azmanlarına karşı çıkmak, eminim, kimi çevrelerce fitnecilik diye değerlendirilecektir. Bu mesele bir kenara, söylemde muhafazakâr ve gelenekçi, pratik hayatta ise alabildiğine ilkesiz ve biçimsiz modernist olduğumuz kesindir. Yani iki dünyalı, iki şahsiyetli ve iki kimlikliyizdir. Bu patolojik halin önemli sebeplerinden biri, modernlik olgusunu asıl mahiyeti ve kendine özgü felsefesi içinde serinkanlılıkla teşrih masasına yatırmak yerine hep geleneklerimiz ve düşünce biçimlerimiz üzerinde yarattığı travmalı değişimlere bakarak değerlendirmekle ilgilidir. Daryush Shayegan’ın ifadesiyle, İslam dünyası Batı’nın maddi gücüyle karşılaşmasının ilk safhasında kendi gecikmesini fark ettiği zaman bu gücü hayranlıkla karşılamış, Batı etkisine kapanıp en uçuk fantazmları diriltmeye başladığında ise aynı gücü uğursuz olarak tanımlamıştır. İlk tepki alabildiğine coşkulu olmuş, ikincisi ise saplantılı bir reddedişin histerili dilini kurmuştur.

Bugün gelinen noktada, hem şeriatın tüm zamanlar ve mekânlarda geçerli olduğuna inanan ve fakat lütfedip bu geçerliğinin nasıllığı hakkında hemen hiçbir teklif sunmayan sıkı gelenekçi bir Müslüman, hem girişimci bir kapitalist, hem iş bitirici bir teknokrat, hem de ateşli bir milliyetçi olma hususunda, “Neden olmasın?!” der gibiyiz… İşbu iki, hatta üç, dört dünyalılık, modernliğin gelenek marifetiyle asıl tabiatından uzaklaştırılması, geleneğin de modernliğin çelmelerine maruz kalması probleminin farkına varılmamasıyla alakalıdır ki belki de en çok muhafazakâr kitle bu vaziyetten memnun olduğu için, sanki “sıfır sorunlu” modunda yaşamaktadır… İLAN: Dert sahibi adam aranmaktadır!

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Nisan 2016