Geçen
hafta sonu İstanbul’da Kur’an Çalışmaları Vakfı’nca düzenlenen “Bütün
Boyutlarıyla Din Gerçeği” sempozyumunda sunduğum tebliğde mealen şöyle
demiştim: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bu ülkede din, Hz. Yûsuf’un
te’vil ettiği rüya gibi ya uzun zaman boyunca kıtlık ya da bolluk konusu
olmuştur. Tek parti döneminde kamusal alan ve din konusunda kıtlık
yaşandığı malumdur. 28 Şubat sürecinde Kemalist ve laikçi çevrelerin
sözde laiklik adına ensemizde boza pişirdikleri de malumdur. Bugünkü
Türkiye’de ise dinî bolluk yaşanmakta; fakat bu defa da din israf konusu
olmaktadır.
Hususen son zamanda peyda olup hormon
takviyesiyle gürbüzleştikleri intibaı uyandıran ve ulusal ölçekli
televizyon kanallarında din adına sürekli olarak dedikodu yapıp dinî
alanda kendileri gibi düşünmeyen birçok ilim-fikir adamını karalamayı
marifet sanan birkaç fütursuz zevat yüzünden genelde din, özelde Ehl-i
sünnet konusu şirazesinden çıkma aşamasına gelmiş durumdadır. Din
konusundaki israf bu minvalde sürdüğü takdirde, İslamcılık gibi Ehl-i
sünnet kavramının da çok yakında haraç mezat nesnesi olacağı
kuşkusuzdur.
***
Ehl-i sünnet geçmişte olduğu gibi bugün
de İslam dünyasının kahir ekseriyetine atıfta bulunan genel bir
isimlendirme olup bünyesinde sayısız farklı görüş ve yorum barındıran
çok büyük bir gövdedir. Bu itibarla, günümüzdeki birkaç fütursuz
şımarığın sözde Ehl-i sünnet müdafiliği yaparken ne kadar sığ, sakil ve
dar çerçeveli bir zihniyeti temsil ettiğini gözler önüne sermek için
İslam düşünce tarihinde Ehl-i sünnetin temsil alanına ve/veya İslam’ın
Sünnî yorumunun kendi içinde nasıl dallanıp budaklandığına dair birkaç
örnek vermek faydalı olabilir.
***
Allah’ın gökte olduğuna inanan Ehl-i
hadis Sünnîdir. Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanan
Mâtüridî ve Eş’arî kelamcılar da Sünnîdir. “Namazda Kur’an’ın Arapçası
okunmalı” diyen Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî fakihler Sünnîdir. “Namazda
Kur’an’ın Farsça veya diğer dillerdeki tercümesi okunabilir” diyen İmam
Ebû Hanîfe ve Hanefî fakihler de Sünnîdir. Vahdet-i vücûd fikrini
savunan Molla Fenarî Sünnîdir. Bu fikri eleştiren Teftazânî de Sünnîdir.
“Kadından peygamber olmaz” diyen Mâtüridiyye Sünnîdir. “Kadından
peygamber olur” diyen Eş’ârîyye de Sünnîdir. Hz. Ömer’in müellefe-i
kulûbla ilgili meşhur ictihadını, “İctihad yoluyla nesh” diye tanımlayan
İmam Mâtüridî Sünnîdir. Bu konuda farklı düşünen sayısız Hanefî, Şâfiî,
Mâlikî müfessir/fakih de Sünnîdir. “İnsanlar fıkıh konusunda Ebû
Hanife’nin çoluk çocuğu mesabesindedir” diyen İmam Şafiî Sünnîdir. “Ebû
Hanife Hz. Muhammed’in dinini değiştiren, hadise hezeyan diyen,
küfründen dolayı iki kez tövbeye davet edilen bir fitnecidir” diyen İbn
Hibbân da Sünnîdir. Anlaşıldığı kadarıyla bugünkü sekter Ehl-i
sünnetçiler İbn Hibbân’ın fikrî nesebine müntesiptir.
***
Bu mesele bir tarafa, Ehl-i sünnet
birkaç şımarığın sığ ve sakil söylemlerine kurban edilemeyecek kadar
önemli ve değerli bir ilmî-fikrî zenginliktir. Ayrıca şunu belirtmek
gerekir ki din (şer-i münezzel) insan ve tarihle buluştuğunda
müevvelleşir. Başka bir ifadeyle, din ve dinî metnin (nass) insan
zihnine taalluk ettiği an itibariyle farklı şekillerde yorumlanması
kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçekliğin tarihsel tecrübedeki karşılığı
ise “mezhep”tir. Sorun mezhepte değil, faşizan mezhepçilikte, yani belli
bir dönemdeki beşerî din yorumunun mutlak hakikatle
özdeşleştirilmesindedir. Bizatihi din ile belli bir mezhebî yorum
arasında özdeşlik kurmak ve tek hakikatçi dille konuşmak ya katıksız
cahilliğin ya da “Ben Sıffînsiz yapamam; tekfirsiz hiç duramam” demeye
çalışan hastalıklı bir ruh halinin dışa vurumu olsa gerektir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Mayıs 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder