Son
günlerde tarikatlar ve dinî cemaatlerle ilgili kadük ve kakofonik
tartışmalara şahit oluyoruz. İbrahim Kiras’ın “Tarikatlar Zaten Kapalı”
(Karar, 07.09.2017) başlıklı yazısından iktibasla söylersek, “her zaman
olduğu gibi tezlerin ve antitezlerin ifratla tefrit arasında gidip
geldiği tenis maçı benzeri bir tartışmanın seyircisiyiz. Bir yanda
‘tarikatlar ve cemaatler kapatılsın’ etiketleriyle kampanya yapanlar,
öbür yanda ise ne olursa olsun kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla
dini cemaatlerin hiçbir hatasını görmeye yanaşmayanlar…” 1925 tarih ve
677 sayılı bir kanunla, yani tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve
türbedarlıklarla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanunla
birlikte tekke ve zaviyelerin kapısına kilit vurulduğu, böylece
tarikatlar ve diğer müesses dinî yapıların resmî tescilden yoksun
kaldığı malumdur. Ne var ki söz konusu kanun Cumhuriyet Türkiye’sinde
tarikatlar ve cemaatlerin varlığını ortadan kaldırmamış, bilakis hem
mevcut cemaatlerin güçlenmesine hem de birçok yeni dinî grup ve cemaatin
teşekkülüne vesile olmuştur. Çünkü kanuna mebni yasak bir taraftan ilgi
ve merak duygusunu kışkırtmış, diğer taraftan da dinî duyarlılıkları
yoğun çevrelerde güçlü bir mağdur dili ve retoriği oluşturmuştur.
***
Bugün dinî cemaatler ve tarikatlar
ekseninde sürdürülen hükümsüz tartışmaların ana kaynağı, bu yapıların
devlet nezdinde resmen tanınmamasına rağmen devletin birçok kritik
kurumunda son derece etkin olmaları, yani resmî tescilden yoksun
oldukları halde ticaret, siyaset, bürokrasi gibi hemen her alanda fiilen
bulunmalarıdır. Bu tuhaf durum söz konusu yapıları kayıt dışı kılmakta,
kayıt dışılık statüsü ise her türlü denetimden muafiyet imkânı
sağlamaktadır. Hâl böyle olunca, dinî grup ve cemaatler ticari, siyasi,
bürokratik nimetlerin paylaşımında hazır bulunmakta ve fakat külfet söz
konusu olduğunda yahut hesap vermeyi mucip bir hal ortaya çıktığında
hiçbir cemaat resmî tescilden yoksunluğun kendilerine sağladığı
avantajla hiçbir sorumluluk almamaktadır. Bunun neticesinde de zarar ve
ziyan faturası her zaman devlet ve topluma çıkarılmaktadır. Nitekim FETÖ
vakasında karşımıza çıkan bilanço da tam olarak budur.
1925 tarihli mezkûr kanunun yürürlüğe
girmesinden bugüne kadar geçen doksan küsur yıllık zaman zarfında
görüldü ki hiçbir tarikat ve cemaat devlet baskısı ve kanunî yaptırım
yoluyla ilga edilemiyor. Bu olgusal gerçeklik tekke ve zaviyeler
meselesini yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Daha açık söylersek, tekke
ve zaviyelerin ilgasına yönelik kanuna rağmen dinî cemaatler ademe
mahkûm olmak şöyle dursun, pıtrak gibi çoğaldıklarına göre bugün bu
konuda yapılması gereken en makul işlerden biri, sed (kapatmak) ve men
(yasaklamak) hükmünün yürürlükten kaldırılmasını ve dinî cemaatlerin
devlet nezdinde resmen tescillenip tanınmasını sağlamak olsa gerektir.
Çünkü bu sayede cemaatler kaçınılmaz olarak gerçek hüviyetlerini ibraz
etmek suretiyle büyük ölçüde şeffaf hale gelecek, kayıt dışılık
statüsünün ortadan kalkmasıyla birlikte de her türlü faaliyetleri
denetlenebilecektir. Ayrıca kanuni yasağın ortadan kalkması cemaatlere
yönelik merakın azalması gibi bir sonuç da verecektir. Çünkü yasağın
kalkmasıyla birlikte merak sahiplerinin pek çoğu hem cemaatlerden yana
meram ve muradını alacak hem de cemaat aidiyetinin artık sıradanlaştığı
duygusunu yaşayacaktır. Oysa bugün herhangi bir dinî cemaate mensubiyet
laik düzene karşı cihad olarak algılanmakta ve bu algı söz konusu
yapılara ulvi bir anlam kazandırmaktadır.
***
Tarikatlar ve cemaatlerin resmen tanınması
bu yapıların devlet katında kurumsal bir muhatabının bulunmasını
gerektirir. Bu süreçte devlet ile cemaatler arasındaki ilişkiyi Diyanet
İşleri Başkanlığı yürütebilir. Osmanlı’nın son döneminde, tekkeleri
denetlemek ve idarî işlerini yürütmek maksadıyla kurulan Meclis-i
Meşâyıh müessesesi bu konuda az çok fikir verebilir. Şöyle ki 1866
yılında Şeyhülislamlık makamına bağlı olarak ulema ve tarikat
şeyhlerinden oluşan Meclis-i Meşâyıh kurumuyla birlikte tekkelerin
yönetimi devlet tarafından önemli ölçüde kontrol ve denetim altına
alınmıştır. Tekke vakıflarına ait vakfiyeleri kaydedip koruma ve
bunların denetimini sağlama gibi işler bu meclis marifetiyle
yürütülmüştür. Öte yandan 1918 yılında İstanbul’daki tekkeler Meclis-i
Meşâyıh, taşradakiler ise müftülerin riyasetinde oluşturulan Encümen-i
Meşâyıh’ın kontrolüne bırakılmıştır. Ayrıca evlâdiyet ve hilâfet usulüne
bağlı olan şeyhlik vazifesi, Meclis-i Meşâyıh’ın kurulmasından sonra
doğrudan meclis tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder