Geçen
hafta sonu İnönü Üniversitesi ve Bilsam’ın (Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve
Sosyal Araştırmalar Merkezi) davetlisi olarak Kuramer’i temsilen Prof.
Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı ve TMSF eski başkanı Ahmet
Ertürk’le birlikte Malatya’daydık. Üniversite rektörümüz Prof. Dr.
Ahmet Kızılay ve İlahiyat Fakültesi dekanımız Prof. Dr. Fikret Karaman
hocalarımızın ev sahipliğinde gerçekten çok güzel ağırlandık. Ayrıca
Bilsam’daki kadirşinas dostların sıcak ve samimi teveccühlerinden çok
büyük bir memnuniyet ve mutluluk duyduk. İki gün boyunca ders, panel,
sohbet gibi çeşitli faaliyetlerle icra edilen program trafiği hakikaten
çok yoğundu. Bütün bu faaliyetlere iştirak eden kitle ise eskiden sıkça
duyduğumuz ve az çok aşina olduğumuz “Malatya ekolü”nün semeresi olarak
ilmî merak ve entelektüel seviye bakımından Türkiye ortalamasının hayli
üstündeydi. Bununla birlikte panellerin sonunda biz konuşmacılara
yöneltilen bazı sorular dinî alandaki klasik eserlerle ilgili yöntemsiz
ve sistemsiz okumaların faydadan ziyade zarar doğurduğunu, yani söz
konusu okuma tarzının zihnî-fikrî örselenme gibi ciddi bir probleme
müncer olduğunu gösterdi.
***
Bu vesileyle ilkin
şunu not etmek gerekir ki her müellif içine doğduğu kültürel dünyanın
çocuğu, her eser de telif edildiği dönemin mahsulüdür. Ayrıca klasik bir
eser mevzu ve muhteva itibariyle kutsal metinle ilgili olabilir; fakat
kutsal metnin anlaşılması, yorumlanması ve bu metinden birtakım
çıkarımlarda bulunulması müellifin tarihsel koşullanmışlığından bağımsız
değildir. Haliyle, klasik İslâmî literatürdeki eserler okunup
incelenirken, bu eserlerin hangi çağda, hangi saikler ve ihtiyaçlar
üzerine telif edildiğini bilmek, yani hem müellifin hem de eserin
tarihsel ve kültürel kodlarına vukuf kesbetmek gerekir. Yok eğer
sözgelimi bugünkü tarihten bin yıl önce tedvin ve telif edilmiş dinî bir
eserdeki bilgi, görüş ve rivayet malzemesi “muhkem nass” gibi telakki
edilip bu minvalde okunduğu takdirde, örf ve âdetin bizatihi din,
tarihsel ve olgusal durumun da tarih-üstü değer zannedilmesi gibi
dramatik hatalara düşülebilir.
Tefsir, hadis, fıkıh
gibi alanlarla ilgili klasik ve ansiklopedik eserlerin gelişigüzel
biçimde Türkçeye çevrilip halkın önüne konulması, yoldan geçen herkesin
elini kolunu sallayarak hastanedeki yoğun bakım ünitesine girmesi gibi
sonuçlar verir. Gerçi söz konusu eserlerin ilmî heyetler nezaretinde
çevrilmesi İslam ilim ve kültür medeniyetine ait zengin birikimin bugüne
taşınması ve böylece ilmî geleneğe az çok dinamizm kazandırılması gibi
nisbî faydalar içerir. Fakat yine de bu bağlamda yapılacak bir kâr-zarar
analizi, zarar maliyetinin daha fazla olduğuna hükmetmemizi gerektirir.
Nitekim Malatya’da kendisinin mühendis olduğunu belirten bir
kardeşimizin panel sonrasında bize yönelttiği bir soru zarar maliyeti
sorununa netlik kazandıracak niteliktedir.
Söz konusu soru İmam
Mâlik’in el-Muvatta’ı, Müslim’in es-Sahîh’i, İbn Sa’d’ın et-Tabakât’ı
gibi eserlerde -ki bu eserlerin üçü de Türkçeye çevrilmiştir- yer alan
bir hadis rivayetine dayanmaktadır. Bu rivayete göre İslam’ın ilk
yıllarında müslüman olan Sâlim b. Ma’kıl efendileri tarafından
özgürlüğüne kavuşturulup evlat edinilmiştir. Ancak Medine döneminde
evlatlıkların öz babalarına nispet edilmesini emreden Ahzâb 33/5. nazil
olunca Sâlim “Ebû Huzeyfe’nin mevlâsı” diye isimlendirilmiştir. Daha
sonra Ebû Huzeyfe’nin hanımı Sehle bint Süheyl Hz. Peygamber’e gelerek
Sâlim’in ergenlik çağına ulaştığını, yeni nazil olan ayete göre tek
odadan ibaret evlerine girip çıkmasının sıkıntıya yol açtığını
söylemiştir. Hz. Peygamber de kendisine Sâlim’i beş defa emzirmesini
tavsiye etmiş ve böylece onun sütannesi olacağı için mahremi hâline
geleceğini belirtmiştir. Sehle de Hz. Peygamber’in tavsiyesini yerine
getirmiştir. Bazı kaynaklarda, Sâlim’in o sırada yaşı büyük olduğu için
Sehle’nin sütünü her gün bir kaba sağdığı, Sâlim’in de bunu içtiği
kaydedilmiştir. Öte yandan Hz. Âişe Hz. Peygamber’in bu tavsiyesine
istinaden büyük yaştakilerin emmesiyle de süt evlatlığının sabit
olacağına dair fetva vermiş; fakat başta Ümmü Seleme olmak üzere Hz.
Peygamber’in diğer hanımları bunun sadece Sâlim ile Sehle’ye mahsus bir
ruhsat olduğunu ileri sürmüşlerdir.
***
Bahsi geçen
kardeşimizin “Hocam, bu nasıl iş?!” mealindeki istifham ve itirazına
konu olan bu ve benzeri rivayetler, Kur’an vahyinin nazil olduğu
dönemdeki Arap kültür evrenine, o dönemdeki Arap toplumunun örf, âdet ve
geleneklerine vâkıf olunmaksızın okunup değerlendirildiği takdirde
ciddi anlama sorunlarına ve yanlış anlamalara yol açar. Bu sebeple bir
kez daha altını çizmek gerekir ki tefsir, hadis, fıkıh ile ilgili temel
eserlerin yalın halde okunması hastaneye yolu düşen herhangi bir
vatandaşın yoğun bakım ünitesine paldır küldür dalmasından farksızdır.
Klasik eserlere ilişkin okumalar öncelikle bu eserlere mevzu teşkil eden
meselelerin sosyolojik ve antropolojik arka planları hakkında yeterli
bilgi ve donanım sahibi olunmasını, dolayısıyla söz konusu eserlerin
vücuda geldikleri dönemlere ilişkin sağlam bilgi alt yapısı
oluşturulmasını gerektirir. Şayet böyle bir birikim ve alt yapı
bilgisinden yoksunluk söz konusuysa, o zaman yoğun bakım ünitesine
dalmamak gerekir. Aksi halde yoğun bakımlık hasta misali ağır patolojik
durumlar yaşanabilir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder