Bir toplumun
genel karakteristiği, büyük ölçüde o toplumu oluşturan insanların ortak
özellikleriyle şekillenir. İnsanlarımızın pek çok ortak özelliği dinî
alandaki genel anlayış ve davranış kodlarında kendini gösterir. Hemen
her birimiz siyasetten ekonomiye kadar pek çok farklı alanla ilgili
kritik konular ve sorunlar hakkında görüş beyanında bulunmaya ve iddialı
konuşmaya kendini ehil görür. Benzer bir durum din alanında da
geçerlidir. Belli bir dinî grup ve cemaate mensubiyeti bulunmayan pek
çok dindar insan başta Kur’an tefsiri olmak üzere hadis, kelam gibi
İslâmî ilimlere mevzu teşkil eden meseleler hakkında çok rahat
konuşabilmekte, üstelik bu alanlarda konuşmanın uzmanlık
gerektirmediğini düşünmektedir. Bu gerçekten ciddi bir problemdir; fakat
“Ben bilmem şeyhim, üstadım, hocam bilir” tümcesiyle özetlenebilecek
anlayış tarzı da başka bir ciddi problemdir.
***
Gerekli bilgi donanımı ve fikir altyapısı
olmaksızın din alanında gelişigüzel konuşan kişiyi bu alanın uzmanlık
gerektiği konusunda ikna etmek mümkün olabilir. Fakat kendi benliğini ve
kimliğini gassâlin elindeki meyyit misali başka bir iradeye teslim
etmiş bir kişiyi kendisinin de akıl, irade, ihtiyar sahibi olduğuna ve
rüşt çağına ulaştığına inandırmak pek olası değildir. Keza bilgi ve
idrak kapasitesindeki sınırlılığı bilmeksizin hemen her konuda cahil
cesaretiyle ileri geri konuşan biri entelektüel düzeyde
ehlileştirilebilir ve kendi ayakları üzerinde durmayı başaran bir birey
olarak toplumsal bünyeye kazandırılabilir. Ancak kendi iradesini
tamamıyla başkasının iradesine teslim eden ve benliğini mutlak itaat
fikriyle bir başkasının iradesinde eriten kişiyi bireye dönüştürüp
topluma kazandırmak pek mümkün değildir. Nitekim örgütlü dinî
yapılardaki genel insan profili, FETÖ vakasında çok çarpıcı örnekleriyle
görüldüğü üzere “birey” kavramında ifadesini bulan hemen hiçbir özellik
içermez. Bu noktada mutantlaşma ya da insan kılığından sıyrılma
durumundan söz etmek mümkündür.
Türkiye sosyolojisinde örgütlü dinî
yapıların insanı eğitmek ve böylece toplumdaki insan malzemesini daha
nitelikli hâle getirmek gibi bir işlev görmekten ziyade, henüz toplum
olamamış halk kitlesinden insan çalmak ve imkân elverdiği takdirde bütün
halkı “cemaat” hiyerarşisindeki emir-komuta zincirine tabi kılmak gibi
bir hedef gözettiği tartışma götürmez bir gerçektir. Nitekim farklı dinî
gruplardan her birinin müntesipleri bir yönüyle toplumsal bünyeden
kendilerini ayrıştırmaya büyük özen gösteren ve gettolaşmayı fazilet
gibi gören, diğer bir yönüyle de halkı teslim alarak tüm fertleri
kendilerine benzetmeyi ulvi gaye gibi değerlendiren otoriter bir
zihniyeti temsil etmektedir. Öte yandan, “cemaat” kelimesi Arap dilinde
birleşme ve bütünleşmeyi ifade etmesine karşın bugünkü sosyolojide
bölme, bölünme, ayrışma, kamplaşma, gettolaşma gibi olgulara karşılık
gelmektedir.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu
felsefesinde dine biçilen değerin değersizlik/gereksizlik olmasından ve
bu durumun en başından itibaren laik rejim ile dindar halk arasında
iflah olmaz bir güvensizliğe yol açmasından ötürü toplumsal yapı
içerisinde din ile hemen hiçbir bağı bulunmayan kesimlerin de bilindik
cemaat mantığıyla hareket ettiğini ve kendilerinden farklı dünya
görüşüne sahip insanları kendi toplumunun bir parçası olarak görmediğini
söylemek gerekir. Tanzimat ve Meşrutiyet gibi kritik süreçlerden geçen
Osmanlı modernleşmesiyle başlayıp Cumhuriyet döneminde daha da
derinleşen bu çatlak hem dindar-muhafazakâr hem laik-seküler kitleleri
toplumsal gövdeye sağlıklı ruh ve düşünce yapısına sahip insanlar
kazandırmaktan ziyade, kendi dünya görüşlerine hizmet edecek militanlar
yetiştirmek amacıyla halktan insan çalmak gibi marazi bir yönelime sevk
etmiştir. Sonuçta Türkiye birbirini hasım görüp diş bileyen ve hasmından
rövanş alacağı günü bekleyen iki karşıt cenahtan müteşekkil bir büyük
cemaat hâline gelmiştir.
Topyekûn cemaatleşme hikayemizin tarihî
arka planı hakkında önemli tespitlerde bulunan Etyen Mahcupyan’a göre
Balkan ve Birinci Dünya Harpleri sonrası, İttihat ve Terakki örgütünün
ideolojik hükümranlığı ağır basmıştır. Modernliğin rölativist anlayışı
değil, otoriterlik eğilimi galebe çalmış ve Türk milliyetçiliği hâkim
ideoloji olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Cumhuriyet ise bu
ideolojiyi devlete sahip olan kadronun meşruiyetini sağlayan laiklik ile
harmanlamış, böylece yeni bir makbul vatandaş ve cemaat yaratılmak
suretiyle Osmanlı’nın cemaatler hiyerarşisi Cumhuriyet’te de
korunmuştur. Fakat ilkinin tepe noktasında Sünnî/Hanefî cemaat varken,
ikincisinde hiyerarşinin tepesine laik cemaat kurulmuştur. Tek Parti
yılları ve sonrasında ordunun ideolojik referans olarak görülmesi ve
“devletin aslî sahibi” hâline gelmesine koşut olarak iki cemaat
birbirine tamamen yabancılaşmıştır. Böylece ortaya, birbirini anlamayan,
diğerini sadece tarihsel/ideolojik bir düşman olarak algılayan ve
siyaseti iç dünyalarındaki husumetin dışa vurumu olarak kavrayan iki
büyük cemaat çıkmıştır. Cemaatçiliği aşıp toplum vasfı kazanamamış bir
halk olmamız gerçekten büyük bir sorundur. Bu sorunun üstesinden gelmek
için ayrışma ve kamplaşmanın tüm ideolojik bileşenlerinden vazgeçmek
üzere topyekûn bir tövbe ve toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız vardır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Şubat 2019