Toplum Yerine Cemaat Olmak ve Halktan İnsan Çalmak


Bir toplumun genel karakteristiği, büyük ölçüde o toplumu oluşturan insanların ortak özellikleriyle şekillenir. İnsanlarımızın pek çok ortak özelliği dinî alandaki genel anlayış ve davranış kodlarında kendini gösterir. Hemen her birimiz siyasetten ekonomiye kadar pek çok farklı alanla ilgili kritik konular ve sorunlar hakkında görüş beyanında bulunmaya ve iddialı konuşmaya kendini ehil görür. Benzer bir durum din alanında da geçerlidir. Belli bir dinî grup ve cemaate mensubiyeti bulunmayan pek çok dindar insan başta Kur’an tefsiri olmak üzere hadis, kelam gibi İslâmî ilimlere mevzu teşkil eden meseleler hakkında çok rahat konuşabilmekte, üstelik bu alanlarda konuşmanın uzmanlık gerektirmediğini düşünmektedir. Bu gerçekten ciddi bir problemdir; fakat “Ben bilmem şeyhim, üstadım, hocam bilir” tümcesiyle özetlenebilecek anlayış tarzı da başka bir ciddi problemdir.

***

Gerekli bilgi donanımı ve fikir altyapısı olmaksızın din alanında gelişigüzel konuşan kişiyi bu alanın uzmanlık gerektiği konusunda ikna etmek mümkün olabilir. Fakat kendi benliğini ve kimliğini gassâlin elindeki meyyit misali başka bir iradeye teslim etmiş bir kişiyi kendisinin de akıl, irade, ihtiyar sahibi olduğuna ve rüşt çağına ulaştığına inandırmak pek olası değildir. Keza bilgi ve idrak kapasitesindeki sınırlılığı bilmeksizin hemen her konuda cahil cesaretiyle ileri geri konuşan biri entelektüel düzeyde ehlileştirilebilir ve kendi ayakları üzerinde durmayı başaran bir birey olarak toplumsal bünyeye kazandırılabilir. Ancak kendi iradesini tamamıyla başkasının iradesine teslim eden ve benliğini mutlak itaat fikriyle bir başkasının iradesinde eriten kişiyi bireye dönüştürüp topluma kazandırmak pek mümkün değildir. Nitekim örgütlü dinî yapılardaki genel insan profili, FETÖ vakasında çok çarpıcı örnekleriyle görüldüğü üzere “birey” kavramında ifadesini bulan hemen hiçbir özellik içermez. Bu noktada mutantlaşma ya da insan kılığından sıyrılma durumundan söz etmek mümkündür.

Türkiye sosyolojisinde örgütlü dinî yapıların insanı eğitmek ve böylece toplumdaki insan malzemesini daha nitelikli hâle getirmek gibi bir işlev görmekten ziyade, henüz toplum olamamış halk kitlesinden insan çalmak ve imkân elverdiği takdirde bütün halkı “cemaat” hiyerarşisindeki emir-komuta zincirine tabi kılmak gibi bir hedef gözettiği tartışma götürmez bir gerçektir. Nitekim farklı dinî gruplardan her birinin müntesipleri bir yönüyle toplumsal bünyeden kendilerini ayrıştırmaya büyük özen gösteren ve gettolaşmayı fazilet gibi gören, diğer bir yönüyle de halkı teslim alarak tüm fertleri kendilerine benzetmeyi ulvi gaye gibi değerlendiren otoriter bir zihniyeti temsil etmektedir. Öte yandan, “cemaat” kelimesi Arap dilinde birleşme ve bütünleşmeyi ifade etmesine karşın bugünkü sosyolojide bölme, bölünme, ayrışma, kamplaşma, gettolaşma gibi olgulara karşılık gelmektedir.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinde dine biçilen değerin değersizlik/gereksizlik olmasından ve bu durumun en başından itibaren laik rejim ile dindar halk arasında iflah olmaz bir güvensizliğe yol açmasından ötürü toplumsal yapı içerisinde din ile hemen hiçbir bağı bulunmayan kesimlerin de bilindik cemaat mantığıyla hareket ettiğini ve kendilerinden farklı dünya görüşüne sahip insanları kendi toplumunun bir parçası olarak görmediğini söylemek gerekir. Tanzimat ve Meşrutiyet gibi kritik süreçlerden geçen Osmanlı modernleşmesiyle başlayıp Cumhuriyet döneminde daha da derinleşen bu çatlak hem dindar-muhafazakâr hem laik-seküler kitleleri toplumsal gövdeye sağlıklı ruh ve düşünce yapısına sahip insanlar kazandırmaktan ziyade, kendi dünya görüşlerine hizmet edecek militanlar yetiştirmek amacıyla halktan insan çalmak gibi marazi bir yönelime sevk etmiştir. Sonuçta Türkiye birbirini hasım görüp diş bileyen ve hasmından rövanş alacağı günü bekleyen iki karşıt cenahtan müteşekkil bir büyük cemaat hâline gelmiştir. 

Topyekûn cemaatleşme hikayemizin tarihî arka planı hakkında önemli tespitlerde bulunan Etyen Mahcupyan’a göre Balkan ve Birinci Dünya Harpleri sonrası, İttihat ve Terakki örgütünün ideolojik hükümranlığı ağır basmıştır. Modernliğin rölativist anlayışı değil, otoriterlik eğilimi galebe çalmış ve Türk milliyetçiliği hâkim ideoloji olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Cumhuriyet ise bu ideolojiyi devlete sahip olan kadronun meşruiyetini sağlayan laiklik ile harmanlamış, böylece yeni bir makbul vatandaş ve cemaat yaratılmak suretiyle Osmanlı’nın cemaatler hiyerarşisi Cumhuriyet’te de korunmuştur. Fakat ilkinin tepe noktasında Sünnî/Hanefî cemaat varken, ikincisinde hiyerarşinin tepesine laik cemaat kurulmuştur. Tek Parti yılları ve sonrasında ordunun ideolojik referans olarak görülmesi ve “devletin aslî sahibi” hâline gelmesine koşut olarak iki cemaat birbirine tamamen yabancılaşmıştır. Böylece ortaya, birbirini anlamayan, diğerini sadece tarihsel/ideolojik bir düşman olarak algılayan ve siyaseti iç dünyalarındaki husumetin dışa vurumu olarak kavrayan iki büyük cemaat çıkmıştır. Cemaatçiliği aşıp toplum vasfı kazanamamış bir halk olmamız gerçekten büyük bir sorundur. Bu sorunun üstesinden gelmek için ayrışma ve kamplaşmanın tüm ideolojik bileşenlerinden vazgeçmek üzere topyekûn bir tövbe ve toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız vardır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 23 Şubat 2019

Polemikse Polemik...


Polemik denen şeyin kalorisi çok yüksektir; harca harca bitmez. Fakat her daim polemik ikliminde yaşamak kişinin verimli işlere harcanacak enerjisini tüketir. Polemik toplumsal sağduyuda faydasız ve olumsuz bir şey olarak karşılanmasına rağmen insanımız polemiğin şehvetinden de vazgeçemez. Bu durum yoldaki trafik kazasını görür görmez aracı sağa çekip kazazedelerin yanı başında selfie çekmek şeklinde karşımıza çıkan psikopatolojik ruh hâline benzer. İçkinin zararlarını bildiği halde bağımlılıktan kurtulamayan insan misali, bizim toplumumuzdaki okur-yazar kesiminin hatırı sayılır bir kısmı hem polemikten şikâyet eder hem de polemik yazılarından nemalanmayı ister. Çünkü bu tür yazılar pek çok okuyucunun klavye başında işgüzarlığa soyunma arzusunu besler. Gerek böyle bir okur kitlemizin bulunması, gerek ağzı olanın uluorta konuşması ister istemez bizi de provoke eder ve bu provokatif durum polemikten kurtulup semereli yazı yazmamızı çoğu zaman engeller.

***

Şimdi bütün bunları niçin yazdığım merak edilebilir. Hemen söyleyeyim, bunları yazma gerekçem, son zamanlarda Kur’an vahyinin nüzul keyfiyetiyle ilgili bazı görüşlerim üzerinden şahsıma tertip edilen linç kampanyasına sözde bazı İlahiyatçı akademisyenlerin mal bulmuş mağribi edasıyla iştirak edip tekfir naralarına tempo tutmalarıdır. İlim ve fikir haysiyetinden zerre kadar nasibi olmayan bu zavallılar hakkında bugüne kadar yazı yazmadım; ama bugün itibariyle kendilerine birkaç ağır kelam etmem, “Kimseye ağzının payının verilmediği bir ülkede yaşıyoruz” diyen İsmet Özel’i de derin hayıflanıştan bu vesileyle birazcık halâs eylemem lazım… İşbu sözde akademisyenlerden biri, bizim “İlahi Hitabın Tefsiri” adlı eserimizi diline dolayarak, gayet demagojik bir üslupla, “Kur’an’ı Muhammed’in sözü olarak kabul eden adam nasıl olur da İlahi Hitabın Tefsiri isimli bir eser yazar?” gibi lüzumsuz bir laf etmiştir.

Oysa bu zavallı yüksek lisans ve doktora derslerinde yarım yamalak da olsa Zerkeşî ve Suyûtî’nin kitaplarını okuturken, “Kur’an vahyi Hz. Peygamber’e mana olarak indirilmiş, Rasûlullah bunu Arap diliyle ifade etmiştir” şeklindeki ifadeyi -muhtemelen- ilmî çerçevede farklı bir görüş olarak aktarmış ve yine muhtemelen bu konuda fiyakalı retorikler de üretmiştir. Bu zavallıdan daha küçük zihin ve idrak çapına sahip bir diğer sözde tefsir akademisyeni ise bizim vahyin nüzul keyfiyetiyle ilgili görüşlerimizi “gevezelik” olarak nitelendirmiştir. Tüm akademik kariyerini vaaz ve menkıbe edebiyatından hallice denebilecek bir dil ve üslupla kaleme aldığı kıssalarla ilgili doktora tezine borçlu olan bu şahsın “gevezelik” nitelemesi, vahiy gibi fikrî ve felsefî yetkinlik gerektiren sofistike bir meseleyi idrak kapasitesinin yeterli olmamasından mütevellittir. Dolayısıyla bu zavallıya ait nitelemenin irapta herhangi bir mahallinin bulunmadığını hususen belirtmemiz gerekir.

***

Bizimle ilgili linç kampanyasına sosyal medya mecralarında klavye silahşörlüğüyle destek veren bazı tipler de var ki bunların tüm cürmü ve cesareti, pespaye şiirler ve metinler yazarak facebook ve twitter mecrasında paylaşmaktan, böylece bize yönelik nefret ve haset ateşlerini birazcık söndürmekten ibarettir. Bu tiplerin ortak özellikleri, kendilerini kendilerine ait fikir ve görüşlerle ortaya koymak değil, başkalarına biteviye laf sokup sataşarak isbat-ı vücuda çalışmaktır ki bu da kifayetsiz muhterislikten başka bir şey değildir. Sonuçta bunlar evrimsel süreci henüz tamamlayamamış insanımsı tiplerdir; dolayısıyla bu tiplerle ilgili değerlendirme “homo erektus” faslına ait olduğundan burada daha fazla yazmak zaittir.

Son olarak, diğer bazı tipler var ki bunlar dinî alandaki görüşlerimizi anlatma ve paylaşma konusunda kendileriyle kader birliği yaptığımızı sandığımız kaypak ve ödlek kişiliklerdir. Bunlar söz konusu kampanyanın organizatörlerine yaranmak ve aynı zamanda kendilerini temize çıkarmak için, “Biz vahyin hem lafız hem mana olarak Allah’tan geldiğine inanan iyi tarihselcileriz; fakat ürmesini bilmeyen bazı itler(!) sürüye kurt getirerek bizim yanlış tanınmamıza sebep oldular. Biz onlardan değiliz” diyebilecek kadar ayağa düşmüşlerdir. Ama ne tuhaftır ki malum çevreler tarafından kalleşçe tertip edilen linç kampanyasının kaotik ortamında bize vurarak kendilerini temize çıkarmaya çalışan bu tipler bugün “Kur’an vahyi hem lafız hem mana olarak Allah’tandır” derken, yakın geçmişte Hızır-Musa kıssasındaki bir ifade hakkında neler söylediklerini unutmuş görünmektedir. Bu durum Şark dünyasında pusu, hançer ve ihanet kültürünün pek yadırganmamasıyla ilgili olsa gerektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Şubat 2019

MEB, Mülakat, Mağduriyet, Şikâyet


Bugün, “sözleşmeli öğretmenlik mülakatında mağdur edildik” diyen öğretmen adaylarının şikâyet ve serzenişleri hakkında yazmak, daha doğrusu bizzat kendi ifadeleriyle onların seslerini yetkili mercilere duyurmak istiyorum. Mülakat sınavlarındaki değerlendirmelerin en azından kısmî ölçüde öznel, sübjektif nitelikli olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla mülakat neticesinde birilerinin kazanıp birilerinin kaybetmesi olağan bir durum gibi karşılanabilir. Hatta denebilir ki mülakat uygulaması kazandırmak kadar da elemek içindir. Fakat yaygın şekilde vaki olan şey, olması gereken şey değildir. Her zaman ve zeminde vazgeçilmez temel ölçüt ehliyet ve liyakattir. Öte yandan, mülakatta elenen sayısız öğretmen adayının “Biz niçin ve neye göre elendik?” şeklinde bir şikâyet ve serzenişte bulunması câlib-i dikkattir. Bahse konu şikâyetler ve serzenişlerin yetkili makamlarca dikkate alınacağı ümidiyle, mülakatta mağdur edildiğini belirten bazı öğretmen adaylarının e-posta yoluyla gönderdikleri mesajları bu vesileyle paylaşmak istiyorum.

Grup adına gönderilen bir e-postada şunlar söyleniyor: “Bizler sözleşmeli öğretmenlik mülakatında elenen yüzlerce öğretmeniz. İçimizde kendi alanında derece yapmış öğretmen arkadaşlarımız da var. Size bunları ifade ettiğim saatlerde mülakatı geçen arkadaşlarımız tercih yapma sevinci yaşıyorken bizler üzgün, kırgın ve şaşkın bir halde bekliyoruz. Canımızı en çok yakan durum, kutsal bildiğimiz öğretmenlik mesleğini hak ettiğimiz halde adil olmayan bir mülakatla elenmemiz ve bu hakkın elimizden alınması. Danıştay’ın mülakatlar kameralı ortamlarda yapılsın kararı olmasına rağmen böyle bir uygulamaya bizler şahit olmadık. Hepimiz çok zor şartlar altında okuduk. Yıllarını veren, hasta anne babasına bakan, yeni doğmuş bebeğine hem bakıp hem çalışan, ailesine yük olmasın diye 13 saat çalışıp 30 TL günlük maaş alan öğretmen arkadaşlarımız var. Ortada verilmiş bir emek, atanmayı yetecek puanlar var. Ortada olmayan şey ise bu emeklerimizin karşılığı. Bu durum sadece bizleri değil, ailelerimizi, sevdiklerimizi, arkadaşlarımızı ve hatta komşularımızı bile etkiliyor. Sayın Ziya Selçuk Bey herkesin KPSS puanlarının yuvarlanacağını söylemişti; ama bizlerin puanları neden yuvarlanmadı merak ediyoruz. Ki bizler mülakatta sorulan sorulara doğru cevap verdiğimiz halde elendik. Bizlere güvenlik soruşturması sonucu elendiğimiz söylendi. Buradan tüm yetkililere şunu söylemek istiyoruz: Neye göre elendik, hepimiz adlı sicil kaydı temiz olan insanlarız, bizleri neye göre elediniz?”

M.P.: Merhaba sayın Öztürk, ben 2018 yılında yapılan KPSS sınavından 83, 27 puan alarak kendi branşım olan beden eğitimi bölümünde derece yaparak atanmaya hak kazanmış bir adayım. 16 yıllık verdiğim emek sonun da amacıma ulaşmış olarak görüyordum kendimi ama sözlü mülakatta 55 puan verilerek saf dışı bırakıldım. Onca yıl verdiğim emek alın teri hiç sayıldı. Oysa ki üniversiteye girişte bile 4 farklı spor mülakatında onca insanı geçerek bu bölümü okumaya hak kazandım. Kendi ve bölümümü de yine 3.27 ortalamayla derece ile bitirdim. Okul dönemimde de onca zorluklara göğüs gerdim. İnşaat, hamallık, garsonluk gibi yapmadığım iş kalmadı ve sonunda kendi işim olan öğretmenlik mesleğini icra etmeye hak kazanmışken mağdur edildim.

F.A.: Sayın Hocam, bizler mülakat mağdurları olarak sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Babam engelli ve elimden geldikçe aileme bakmak zorundayım. Gerekirse sizinle röportaj yaparım. Yeter ki sesimizi bir yerlere duyuralım. Bizler bu vatanın evlatlarıyız. Hepimiz omuz omuza mücadele verdik; lütfen sesimiz olun.

F.S.A: İyi günler. Mülakat mağduru öğretmenlerden sadece biriyim. İki yıldır kontenjandayım ama atanma hakkım elimden alınıyor. Sesimiz olursanız çok mutlu oluruz. Lütfen, desteklerinizi eksik etmeyin. KPSS 80 olan puanım iki defadır baraj altı bırakılıyor. Sicilimiz tertemiz... Hiçbir illegal faaliyetim bulunmamakta. Bize yapılan bu haksızlığı lütfen sizler de dile getirin. Yetkililere de ulaştırın.

C.Ö.: Lütfen sesimiz duyurun. Mülakatlarda hak yeniyor; binlerce öğretmen mağdur. Ses verin bizlere... Binlerce kez duacı olurum…

E.D: İyi günler Mustafa Bey! Mülakatla mağdur edilen öğretmen adaylarından biriyim. KPSS’den 93 puan alarak Sınıf öğretmenliği alanımda Türkiye 6.sıyım; fakat mülakatta 56 puan verdiler ve elediler beni. Benim gibi yüzlerce derecelik arkadaş var elenen. Sicil kaydımızı alıyoruz, hiçbir sıkıntı yok. 3 dakikalık mülakatla hayatımız, umutlarımız, ailemizin ve bizim emeklerimiz yıkılıyor ve kimseye duyuramıyoruz sesimizi. Lütfen, mülakatın kalkması ve KPSS puan üstünlüğüne göre alım yapılması için desteğinizi bizden esirgemeyin.

L.G.: Merhabalar, ben Biyoloji Öğretmeni adayıyım. 2018 sözleşmeli öğretmenlik mülakat mağduruyum. 80 üstü olan KPSS puanlarımız mülakat ile baraj altında bırakıldı. 16 yıllık emeğimiz sadece 5 dakikalık mülakat ile tek kalemde silindi. Neden baraj altında bırakıldığımıza dair herhangi bir gerekçe de sunulmuş değil. Benim gibi yüzlerce mağdur arkadaşım var. Sizin bu konuda duyarlı olacağınıza inancımız tam. Sesimizi gerekli mercilere duyurmamıza yardımcı olur musunuz?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Şubat 2019

Ya Hep Ya Hiç...


Dinî alandaki farklı görüş ve anlayışlara yaklaşımımız çoğunlukla “ya hep ya hiç” tarzındadır. Bu yaklaşım tarzına göre şayet itikadi olarak Ehl-i Sünnet mezhebine mensupsanız, Mu’tezile ve Şia gibi fırkaların istisnasız her konuda sapkınlığın temsilcisi (ehl-i bidat ve dalâlet) olduğunu söylersiniz. Keza dinî alanda akıl ve ictihadı işlevsel kılmayı savunan Ehl-i Re’y ekolünün düşünce sistemini benimsemişseniz, Ehl-i Hadis’i tümüyle reddetmeyi vazife bilirsiniz. Selefî ve Vehhâbî düşünce çizgisine sahipseniz, özellikle tasavvufî motiflerle bezeli dinî anlayışlar ve uygulamaların tümünü en hafif tabirle bidat diye reddetmeyi vacip addedersiniz. Daha özelde, sözgelimi İbn Teymiyye’nin düşünce tarzını benimsemişseniz, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, İbn Seb’în, İbnü’l-Fârız gibi felsefî tasavvufun en önemli temsilcilerini zındıklıkla itham edersiniz. Zira İbn Teymiyye “Sultânü’l-Âşıkîn” diye tanınan mutasavvıf-şair İbnü’l-Fârız’ın Nazmü’s-Sülûk adlı kasidesini “domuz etinden daha pis” diye nitelendirmiştir.

***

Başta Ahmed b. Hanbel ve Ebû Saîd ed-Dârimî gibi Ehl-i Hadis ekolünün önde gelen temsilcileri ile İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye gibi sistematik Selefîliğin kurucu figürleri tarafından kullanılan bu tek hakikatçi dil ve üslup kendini Allah namına konuşmaya yetkili görmenin tipik tezahürü olarak değerlendirilebilir. Egoyu şişiren bu dil günümüzde de hayli rağbet görmektedir. Yine bu dil dinî alandaki görüş ayrılıklarının futbol takımı taraftarlarında görülen psikopatolojik bir ruh hâliyle tartışılması gibi bir sonuç da üretmektedir. Öte yandan, bugün kendilerini mezhebî düzeyde İslam fıkhının belki de en esnek ve en toleranslı yorumunun temsilcisi olan Hanefîliğe izafe ederek tanımlayan sayısız Sünnî-Hanefî müslüman kendilerince yanlış olan bir dinî görüş ve düşünceyi Taliban, IŞİD veya Cihadçı Selefîlerce kullanılan jargonla eleştirip reddetmektedir. Bu kıyıcı dil kaçınılmaz olarak “ya hep ya hiç” mantığını üretmektedir. Ya hep ya hiç mantığına göre siz sözgelimi tasavvuf geleneğini ya tümden kabullenip tebcil etmekle ya da tümden eleştirip reddetmekle mükellefsiniz. Bizim bazı yazılarımızda kimi mutasavvıfları ve tasavvufî anlayışları eleştirmekle birlikte tasavvufî geleneğe olumlu atıflar da yapmamızın birtakım insanlar tarafından “Tasavvufu en başından olumsuzlayıp daha sonra tasavvufun zirvesi olan Melâmîliği övmek biraz garip olmuş” tarzında eleştirilmesi ya hep ya hiç mantığına göre düşünmenin bir eseridir. Melamet ve Melâmîlik üzerinden insanın kendi benliğini terbiye ve tımar etmesi gerektiğine ilişkin bir yazıya, “Sen bu işlerle akıl karışıklığına devam et” şeklinde bir yorum yazmak ise zevzekliğin ta kendisidir.

Zevzeklik, çalçenelik, çok bilmişlik gibi özelliklerin daha ziyade din ve dinî alanda kendini göstermesi bu alanda söz söyleyip görüş beyan etmenin sadece iman şartına bağlı olduğu düşüncesine ve dolayısıyla zımnen “İslam ve Kur’an sizin babanızın malı değildir. Tüm müslümanlar bu alanda konuşmaya yetkilidir” şeklinde bir fikrin benimsenmesine dayanıyor olsa gerektir. Nitekim bu yüzdendir ki geçen hafta yayımlanan “Ben Melamet Hırkasını…” başlıklı yazımızdaki “İnsanoğlu egosu şişkin bir varlıktır yahut şişkin ego insanoğlunda çok yaygın görülen bir hastalıktır. Tasavvuf bu hastalığın etiyolojisini ‘nefs’ kavramına bağlamıştır; fakat bu bağlantı Kur’an semantiği açısından yanlıştır. Çünkü nefs Kur’an’da insan bütünlüğünü ifade eden bir lafızdır ve bu lafzın semantik örgüsünde ‘insanın şeytani tarafı’ gibi bir delalet yoktur” ifadelerine dair “sahih tefsir” babında birçok yorum yazısı yazıldı. Nefsin mahiyeti çerçevesinde “ruh-beden” ayrımından tutun da, “Peki, Yûsuf 12/53. ayetteki ‘inne’n-nefse le-emmâretün bi’s-sûi’ (insan benliği kötülüğü telkin eder) ifadesini nereye koyacaksınız?” şeklindeki itirazlara kadar pek çok zevat tefsir dersine başladı. Bizim yanlışımızı göstermek adına Yûsuf suresinin 53. ayetini delil gösteren zevat keşke aynı surenin 54. ayetinde Melik’in dilinden aktarılan ifadedeki “estahlisuhû li-nefsî” (Onu kendime tahsis edeyim) lafzına da baksalardı; sanırım o zaman “nefs” kelimesinin “insanın kendisi” anlamına geldiğini anlamış olurlardı.
***
Bu yazıda “nefs” kelimesinin Kur’an’da hangi manalarda kullanıldığı veya ruh-beden düalitesinin sağlam bir temele oturup oturmadığı meselesini tartışacak değilim; fakat yine de şu kadarını söylemeliyim ki İmam el-Eş’ârî ve Fahreddîn er-Râzî gibi âlimlere ait bazı eserlerde insanın aslında nefsten ibaret olduğu, dolayısıyla “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevabın aynı zamanda “Nefs nedir?” sorusunun da cevabı sayıldığı belirtilir. Tasavvufî gelenekte ise nefs saldırgan köpeğe, pisboğaz domuza, iğrenç fareye, korkunç yılana, şeytana, ayartıcı kadına benzetilir. Hâlbuki nefs kelimesinin “insanın şeytani tarafı” gibi bir anlam taşımadığı, “Nefsini bilen rabbini bilir” sözünden dahi rahatlıkla anlaşılabilir. Kaldı ki “esmâ tariki” diye anılan tarikat usulünde nefsin yedi mertebesi (atvâr-ı seb’a) bağlamında emmâre, levvâme, mutmainne, râzıye gibi sıfatlar zikredilir ve nefse yüklenen olumlu/olumsuz anlamlar bu sıfatlarla belirlenir. Tek kelimeyle özetlersek, nefs, “şeytanın işbirlikçisi” değil, “insan, kişi, insanın kendisi” demektir. Şu hâlde, saatli maarif takvimi gibi takvim yapraklarının arka sayfalarındaki birkaç satırlık malumata dayalı görüş ve anlayışları esas ittihaz ederek bilir bilmez yere Kur’an tefsirciliğine soyunup malumatfuruşluk yapmamak gerekir. Bu son ifadelerimin biraz ağır olduğu müsellemdir; fakat yeri geldiğinde ağır yazmak da gereklidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk -  2 Şubat 2019

Ben Melâmet Hırkasını...


İnsanoğlu egosu şişkin bir varlıktır yahut şişkin ego insanoğlunda çok yaygın görülen bir hastalıktır. Tasavvuf bu hastalığın etiyolojisini “nefs” kavramına bağlamıştır; fakat bu bağlantı Kur’an semantiği açısından yanlıştır. Çünkü nefs Kur’an’da insan bütünlüğünü ifade eden bir lafızdır ve bu lafzın semantik örgüsünde “insanın şeytani tarafı” gibi bir delalet yoktur. Bununla birlikte insan kendi şeytanını iç dünyasında taşıdığından çoğunlukla kendi benliğiyle ve benliğin sınırsız istekleri ve dürtüleriyle sınanan bir varlıktır. İnsanın sınanması ve ayartılması kişiliğin ilk iki yapısal bileşeniyle, Freud’un kişilik kuramına göre alt benlik (id) ve benlikle (ego) irtibatlı olmalıdır. Üst benliğimiz manevi ve ahlâkî değerlerden beslenmesine rağmen belki de en tabii ve iptidai tarafımız olan alt benliğimiz ile benliğimiz çoğu zaman baskın konumdadır. Bundan dolayı da çoğu zaman olması ve yapılması gerekenin ne olduğu gayet iyi bilinmesine rağmen bunun gereğini ifadan kaçınılır.

Örnek vermek gerekirse, birileri tarafından zulme, ihanete, gadre maruz bırakılma hâlinde sergilenmesi gereken erdemli davranış sabır ve aftır. Nitekim zulme maruz kalma durumunda sabretmek ve affetmek, Şûrâ 42/43. ayette her kişinin değil, er kişinin kârı olarak tanımlanır. Fakat gelin görün ki pek çoğumuz Kur’an’daki bu tanımlamanın ahlâkî değerini gayet iyi bilmesine rağmen ego şişkinliği yüzünden sabretmek ve affetmekte çok zorlanır, zaman zaman da intikam arzusuyla yanıp yakılır. Hatta zalim ve hain kimsenin perişan hâle düşüp sürünmesinden haz duyma ve onun perişanlığıyla ferahlama beklentisine duçar olunur. Hele de beynimizin kategorilerle öğrenmesi ve düşman kategorisi oluşturmayı daha çabuk becermesi dikkate alındığında vicdan, ahlak ve erdem çoğu zaman rafa kaldırılır.

Kabullenmek istemesek dahi bu durum insani bir durumdur; fakat aynı zamanda narsist kişilik bozukluğuna da hamledilebilecek türden hastalıklı bir durumdur. Sağlıklı olan durum narsist kişiliğin tımar edilmesi, egodaki şişkinliğin giderilmesi ve hatta egonun kimi zaman izmarit gibi ezilmesi olmalıdır. Ayrıca hiç kimsenin perişan olup sürünmesinden haz duyulmamalı, yine hiç kimsenin mutsuzluğu bizim mutluluk vesilemiz olmamalıdır. Hayatı engin gönüllü bir insan olarak yaşamak için egonun mutlak surette terbiye edilmesi temel ahlâkî sorumluluk olarak kavranmalıdır. Evet, olması ve yapılması gereken budur; fakat hayat tecrübemiz çoğu zaman başka türlü vuku bulur. Kendi adıma itirafta bulunmam gerekirse, bendeniz egosu biraz şişkin bir insanımdır. Bu benim en büyük nakisalarımdan ve kusurlarımdandır. Ancak nakisam ve kusurumun hem farkındayımdır hem de bu nakisa ve kusurun izalesi için çabalamaktan vazgeçmemek gerektiği inancındayımdır. Dahası, şişkin egonun bana yaşattığı her kötü tecrübeden sonra bu nakisamı/kusurumu kabullenip bir dahaki sefere onunla yüzleşmeme çabasındayımdır. Bu çabanın istenen sonucu verip vermediği ayrı bir konudur; fakat insanın kendi nakisaları ve kusurlarıyla hesaplaşması da çok önemli bir husustur.

Şişkin ego illetini tedavi etmenin İslam kültüründeki mücerrep yol ve yöntemlerinden biri, Kul Nesîmî’nin “Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime / Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne…” diye başlayan mısralarında da işaret edildiği üzere melâmet ve melâmî haldir. Arap dilinde “kınamak, ayıplamak” anlamına gelen melâmet kelimesi tasavvuf literatüründe bir makam ve bir tasavvufî anlayışın adı olarak yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Hicrî üçüncü yüzyılda Merv, Belh ve Nîşâbur gibi şehirleri kapsayan alan Horasan bölgesinde ortaya çıkıp özellikle Nîşâbur’da yaygınlık kazanan bu tasavvuf anlayışını benimseyenler ehl-i melâmet, melâmî, melâmetî diye isimlendirilir. Tasavvuf literatüründeki bilgilere göre ilk zamanlar “mahzûnîn” diye nitelendirilen, Allah yolunda “kınayanın kınamasından korkmama”yı (Mâide 5/54) temel ilke olarak benimseyen Melâmîlerin başlıca özellikleri şunlardır:

Benliği horlamak; başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi kusurlarıyla meşgul olmak; benliğe ait her türlü iddiayı ortadan kaldırmaya ve sırf gönül dünyasını mamur kılmaya çalışmak; isyan da etse itaat de etse benliği her hâlükârda itham edip siygaya çekmek; seyr-i sülûk tecrübesini halk ile tahalluk, Hak ile seyr hâlinde yaşamak, yani sıradan bir insan gibi halkın arasına katılmak ve fakat Hak’tan bir an bile gafil olmamak; hizmet ve hürmet görmeye hor bakmak; her türlü gösterişten ve dünyevi payeden uzak durmak; ibadet ve taatleri ifa ettikten sonra hemen unutmak; taatlerden haz duyarak benliğe pay çıkarmamak; kibir, ucb ve riyadan alabildiğine kaçınmak; hüzünle yoldaş olmak…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Ocak 2019

Mutsuzluk Ahlaksızlık mıdır?


Felsefeci Ahmet İnam Hoca’nın bir büyük iddiası var, “mutsuzluk ahlaksızlıktır” diye. Hoca bu iddiasını şerh ederek kitaplaştırdı. Daha açıkçası, Yıldız Işık, İnam Hoca’yı mutsuzluğun ahlaksızlık olduğu fikri etrafında konuşturdu ve bu konuşmaları derleyerek “Mutsuzluk Ahlaksızlıktır&Yaşam Üstü Söyleşiler” adıyla yayımladı. Işık’ın “pek çokları gibi düz akademisyen felsefeci olmadığı ve filozofların bayiliğini yapmadığı için kimileri onun için felsefenin palyaçosu ya da ekşi sözlükte “Felsefenin Müslüm Gürses’i” dese de benim gibi dışarlıklı alaylı olarak felsefe ile ilgilenen insanlara felsefeyle tanışma, hayatında felsefeye yer açma şansını veren insandır” diye tanıttığı İnam Hoca’ya göre “ahlak yaşamının hedefi mutluluktur; ancak bu söz “mutluluk ahlakına göre yaşamalıyız” anlamı taşımamaktadır.

***

İnam Hoca’nın hayat ve mutluluk felsefesi gayet sade ve basittir. Aslında her neyle ilgili olursa olsun felsefe basit ve sade bir şekilde formüle edilmelidir. Gerçi çok bilmiş sözde entelektüel tipler -ki bu tiplerden oldum olası çok huylanırım- bunu çocuksuluk ve çocuksu dille anlatım kapsamında değerlendirebilir; fakat gerçekte her kim felsefe yapmak adına çok sofistike tarzda konuşmaya çalışıyorsa ya anlatmak istediği konuya hâkim değildir ya da sükseli retorik üretme peşindedir. Asıl konuya dönersek, İnam Hoca “Mutsuzluk ahlaksızlıktır” babında şunları söylemektedir: “Düşünen, araştıran, soruşturan, eleştiren insanın mutsuz olması gerektiğine inanılır. Dünyadaki gidişe aklı eren insan, oradaki akıldışı akışı, haksızlığı, sömürüyü, acıyı, iletişimsizliği, kısacası dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydın mutsuzdur; gördüğü karşısında, gördüğünü düzeltmeye çabalamasındaki yetersizliği karşısında mutsuzdur. Düşününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasıl düştüğünü görmüştür, kendinin ve insanlığın. “Düşünüyorum, o halde mutsuzum” der. Mutsuzluk dünyayı değiştirmenin bir gerekçesi, hatta itici gücü ve enerjisi olur. Mutsuzluk, uyumamanın, uyanıklığın, isyanın, eleştirinin bir itici gücüdür. Mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir. Oysa mutlu, tam bir salaktır. Düşünme gücünden yoksun, bilgisiz olduğu için mutludur. Aydın mutlu olamaz; o denli çok kaygısı, içinden bir türlü çıkamadığı kendisine, düzene, düzenin değiştirilmesine ait sıkıntıları vardır ki mutlu olması olanaksızdır. Boş kafalı, yaşamayı yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar ise mutluyum diye dolaşırlar.”

İnam mutluluk ve mutsuzlukla ilgili bu genel anlayışa karşı çıkar. “Akıllı mutsuz, salak mutlu” savı ona göre yaşama beceriksizliklerinin bir avuntusudur. Evet, dünyada bir zulüm, haksızlık, sömürü düzeni olduğu açıktır. Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için sayısız gerekçemiz vardır! Olup bitenin acı verici durumu karşısında mutsuz olmak insana daha fazla yakışan bir şey değil midir? İnam’a göre değildir! Mutlu olmak, insan olma bilincine sahip herkesin bir sorumluluğudur. Ancak mutluluk denen şey avunma, aldanma, görmezlikten gelme, sorunlardan kaçma yoluyla pollyannacılık oynamak değildir. Aldanma sonucu mutluluk sözde mutluluktur… Mutsuzluk aslında yaşama beceriksizliğidir. Mutluluk ise iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde önemli katkısı olan bir güçtür. Hedeflerimize, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücüdür. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Dolayısıyla mutsuzluk ahlaksızlıktır. Mutluluk ise yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur. Mutluluk bir haz hali değil, bir karakterdir. Mutlu insan bu ahlaki karakteriyle, başına gelmiş ve gelecek olanları yaşar. Dünyadaki sorunları ele almanın, tavır koymanın, gerçekliğe yönelmenin, kimi eylemlerin çekirdeğini taşıyan bizim karakterimizdir. Karakterimiz mutluluk karakteri ise gelip geçici mutsuzluklarımızı görmezden geliriz; onları simyacı gibi mutluluğa dönüştürmeye çaba sarf ederiz.

***

Birkaç gün önce Twitter’da paylaştığımız ifadelere de atıfla konuyu toparlarsak, dünya ve hayat ne çok gücenip içerlenmeye ve ne de çok sevinmeye gelir. İnsan bu dünyevi hayat sahnesinde kolay tükenip bitmez; acı, gam ve kedere hayli dirençlidir. Öyle ki birçok insanın hayatı taş fırın gibidir. Sürekli olarak acı ve gam pişirir ve olanca acıyı habire yedirir. Buna rağmen salt hayat “mutsuz oldum” demeyi hak edecek kadar kıymetli bir şey değildir. Nitekim Kur’an’ın “oyun ve eğlence” nitelemesiyle salt dünyevi hayata biçtiği değer de aynı noktayı işaretlemektedir. Hayata anlam katan en önemli şeylerden biri, Allah’ın bizi yaratmasındaki en temel hikmetlerden biri olduğuna inandığım iyilik ve ahlaki değer üretmek, başka insanların hayat hatıralarında hayırla ve mutlu bir tebessümle yâd edilecek güzel izler bırakmak olsa gerektir… Öte yandan, Allah biz insanoğluna, “Hazıra konun; benim vücuda getirip inşa ettiğim her şeye hiçbir emek sarf etmeden sahip olun” buyurmuyor. Bilakis “Siz de taş üstüne taş koyun” istiyor. Ama taş üstüne taş koymak, din üzerinden didişmekle, bizim gibi düşünmeyenlere küfretmekle olmuyor. Taş üstüne taş koymak iyiliği çoğaltmaya çalışmakla oluyor. Kaldı ki insanlar artık mutlu olmak, dini de huzur ve mutluluk imkânı olarak yaşamak istiyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Ocak 2019

Hayata Dair...

Derler ki ilahi adalet en mükemmel şekliyle kıyamet ve hesap günü tecelli edecektir. Amenna, kesinlikle doğrudur. Ama aynı adalet bu dünyada da er ya da geç yerini bulur. Samimi ve sağlam imandan hasıl olan basiret ve feraset nurundan nasipsiz kimseler ihanet, hıyanet, alçaklık, fırıldaklık gibi bilumum kötülükleri işleyen insanımsıların bütün bu yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannederler; hâlbuki vakıa hiç de onların zannettikleri gibi tecelli etmez.

Dahası, herkes birgün geçmişte yaptıklarının yanına kâr kalmadığını bizzat yaşayarak görür. Eden mutlaka bulur... Kâh kendi hayat tecrübesinde kâh en yakınlarının sıkıntılarıyla sınanması şeklinde mutlaka ağır bedeller öder.

Bu yüzden, insanoğlu üç günlük hayatta ne yapıp edecekse, on kere düşünüp bir kere adım atması gerektiğini bilmekle mükelleftir. Aksi halde, bu hayat -sünnetullah gereği- insana her yaptığı işin bedelini katbekat ödetir.

Ağır haksızlıklar karşısında zaman zaman şeytanımızın “misliyle mukabelede bulun” şeklindeki kışkırtmasına mağlup olup çileden çıkmış haller sergilesek dahi ne yapıp edip bu tür patolojik hallerden en kısa sürede sıyrılmak ve behemehal insaf, iz’an, adalet, hakkaniyet, vicdan ve merhamet gibi ahlaki ilkelerden asla şaşmamak, hele de intikam duygusuyla yaşamamak, hiçbir insanın hâl-i pür melâlinden hayıf almamak gerekir

Erdemin gerçekten kıymetli olduğuna ya da insanı insan kılan değerin erdem olduğuna inanan herkes sadece ve sadece iyiliği çoğaltmayı temel vazife bilmelidir. 

Hasıl-ı kelam, hayat maceramızda ne kadar alçakça muameleye maruz kalırsak kalalım, ne kadar ağır ihanete uğrarsak uğrayalım, biz biz olalım ve en kısa süre içinde sinirlerimizi köreltip iyilik yoluna koyulalım.  Zira iyilik ve ihsandan gerisi yalan... Allah muhsinleri sever....

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Şubat 2019