Dinî alandaki
farklı görüş ve anlayışlara yaklaşımımız çoğunlukla “ya hep ya hiç”
tarzındadır. Bu yaklaşım tarzına göre şayet itikadi olarak Ehl-i Sünnet
mezhebine mensupsanız, Mu’tezile ve Şia gibi fırkaların istisnasız her
konuda sapkınlığın temsilcisi (ehl-i bidat ve dalâlet) olduğunu
söylersiniz. Keza dinî alanda akıl ve ictihadı işlevsel kılmayı savunan
Ehl-i Re’y ekolünün düşünce sistemini benimsemişseniz, Ehl-i Hadis’i
tümüyle reddetmeyi vazife bilirsiniz. Selefî ve Vehhâbî düşünce
çizgisine sahipseniz, özellikle tasavvufî motiflerle bezeli dinî
anlayışlar ve uygulamaların tümünü en hafif tabirle bidat diye
reddetmeyi vacip addedersiniz. Daha özelde, sözgelimi İbn Teymiyye’nin
düşünce tarzını benimsemişseniz, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, İbn Seb’în,
İbnü’l-Fârız gibi felsefî tasavvufun en önemli temsilcilerini
zındıklıkla itham edersiniz. Zira İbn Teymiyye “Sultânü’l-Âşıkîn” diye
tanınan mutasavvıf-şair İbnü’l-Fârız’ın Nazmü’s-Sülûk adlı kasidesini
“domuz etinden daha pis” diye nitelendirmiştir.
***
Başta Ahmed b. Hanbel ve Ebû Saîd
ed-Dârimî gibi Ehl-i Hadis ekolünün önde gelen temsilcileri ile İbn
Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye gibi sistematik Selefîliğin kurucu
figürleri tarafından kullanılan bu tek hakikatçi dil ve üslup kendini
Allah namına konuşmaya yetkili görmenin tipik tezahürü olarak
değerlendirilebilir. Egoyu şişiren bu dil günümüzde de hayli rağbet
görmektedir. Yine bu dil dinî alandaki görüş ayrılıklarının futbol
takımı taraftarlarında görülen psikopatolojik bir ruh hâliyle
tartışılması gibi bir sonuç da üretmektedir. Öte yandan, bugün
kendilerini mezhebî düzeyde İslam fıkhının belki de en esnek ve en
toleranslı yorumunun temsilcisi olan Hanefîliğe izafe ederek tanımlayan
sayısız Sünnî-Hanefî müslüman kendilerince yanlış olan bir dinî görüş ve
düşünceyi Taliban, IŞİD veya Cihadçı Selefîlerce kullanılan jargonla
eleştirip reddetmektedir. Bu kıyıcı dil kaçınılmaz olarak “ya hep ya
hiç” mantığını üretmektedir. Ya hep ya hiç mantığına göre siz sözgelimi
tasavvuf geleneğini ya tümden kabullenip tebcil etmekle ya da tümden
eleştirip reddetmekle mükellefsiniz. Bizim bazı yazılarımızda kimi
mutasavvıfları ve tasavvufî anlayışları eleştirmekle birlikte tasavvufî
geleneğe olumlu atıflar da yapmamızın birtakım insanlar tarafından
“Tasavvufu en başından olumsuzlayıp daha sonra tasavvufun zirvesi olan
Melâmîliği övmek biraz garip olmuş” tarzında eleştirilmesi ya hep ya hiç
mantığına göre düşünmenin bir eseridir. Melamet ve Melâmîlik üzerinden
insanın kendi benliğini terbiye ve tımar etmesi gerektiğine ilişkin bir
yazıya, “Sen bu işlerle akıl karışıklığına devam et” şeklinde bir yorum
yazmak ise zevzekliğin ta kendisidir.
Zevzeklik, çalçenelik, çok bilmişlik gibi
özelliklerin daha ziyade din ve dinî alanda kendini göstermesi bu
alanda söz söyleyip görüş beyan etmenin sadece iman şartına bağlı olduğu
düşüncesine ve dolayısıyla zımnen “İslam ve Kur’an sizin babanızın malı
değildir. Tüm müslümanlar bu alanda konuşmaya yetkilidir” şeklinde bir
fikrin benimsenmesine dayanıyor olsa gerektir. Nitekim bu yüzdendir ki
geçen hafta yayımlanan “Ben Melamet Hırkasını…” başlıklı yazımızdaki
“İnsanoğlu egosu şişkin bir varlıktır yahut şişkin ego insanoğlunda çok
yaygın görülen bir hastalıktır. Tasavvuf bu hastalığın etiyolojisini
‘nefs’ kavramına bağlamıştır; fakat bu bağlantı Kur’an semantiği
açısından yanlıştır. Çünkü nefs Kur’an’da insan bütünlüğünü ifade eden
bir lafızdır ve bu lafzın semantik örgüsünde ‘insanın şeytani tarafı’
gibi bir delalet yoktur” ifadelerine dair “sahih tefsir” babında birçok
yorum yazısı yazıldı. Nefsin mahiyeti çerçevesinde “ruh-beden”
ayrımından tutun da, “Peki, Yûsuf 12/53. ayetteki ‘inne’n-nefse
le-emmâretün bi’s-sûi’ (insan benliği kötülüğü telkin eder) ifadesini
nereye koyacaksınız?” şeklindeki itirazlara kadar pek çok zevat tefsir
dersine başladı. Bizim yanlışımızı göstermek adına Yûsuf suresinin 53.
ayetini delil gösteren zevat keşke aynı surenin 54. ayetinde Melik’in
dilinden aktarılan ifadedeki “estahlisuhû li-nefsî” (Onu kendime tahsis
edeyim) lafzına da baksalardı; sanırım o zaman “nefs” kelimesinin
“insanın kendisi” anlamına geldiğini anlamış olurlardı.
***
Bu yazıda “nefs” kelimesinin Kur’an’da
hangi manalarda kullanıldığı veya ruh-beden düalitesinin sağlam bir
temele oturup oturmadığı meselesini tartışacak değilim; fakat yine de şu
kadarını söylemeliyim ki İmam el-Eş’ârî ve Fahreddîn er-Râzî gibi
âlimlere ait bazı eserlerde insanın aslında nefsten ibaret olduğu,
dolayısıyla “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevabın aynı zamanda “Nefs
nedir?” sorusunun da cevabı sayıldığı belirtilir. Tasavvufî gelenekte
ise nefs saldırgan köpeğe, pisboğaz domuza, iğrenç fareye, korkunç
yılana, şeytana, ayartıcı kadına benzetilir. Hâlbuki nefs kelimesinin
“insanın şeytani tarafı” gibi bir anlam taşımadığı, “Nefsini bilen
rabbini bilir” sözünden dahi rahatlıkla anlaşılabilir. Kaldı ki “esmâ
tariki” diye anılan tarikat usulünde nefsin yedi mertebesi (atvâr-ı
seb’a) bağlamında emmâre, levvâme, mutmainne, râzıye gibi sıfatlar
zikredilir ve nefse yüklenen olumlu/olumsuz anlamlar bu sıfatlarla
belirlenir. Tek kelimeyle özetlersek, nefs, “şeytanın işbirlikçisi”
değil, “insan, kişi, insanın kendisi” demektir. Şu hâlde, saatli maarif
takvimi gibi takvim yapraklarının arka sayfalarındaki birkaç satırlık
malumata dayalı görüş ve anlayışları esas ittihaz ederek bilir bilmez
yere Kur’an tefsirciliğine soyunup malumatfuruşluk yapmamak gerekir. Bu
son ifadelerimin biraz ağır olduğu müsellemdir; fakat yeri geldiğinde
ağır yazmak da gereklidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Şubat 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder