Dua Nedir, Ne Değildir?

Özellikle başımız sıkıştığında behemehâl Allah’ı hatırlayıp yana yakıla dua ve niyazda bulunmaya ihtiyaç duyuyoruz; fakat duanın gerçek mahiyeti ve dinî tecrübedeki yeri konusunda çok farklı şeyler söylendiğini de biliyoruz. 
 
Hatta duanın anlamlı ve faydalı bir şey olup olmadığı hususunda ilginç şeyler işitiyoruz. Klasik İslami kaynakları karıştırdığımızda, dua konusunun asırlar öncesinde de aynı minvalde tartışıldığını görebiliyoruz. Mesela, Fahreddîn er-Râzî’nin aktardığı bilgilere göre bazı kimseler duanın anlamsız ve faydasız olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Buna göre dua yoluyla talep edilen şeyin vuku bulacağı Allah nezdinde biliniyorsa bunun için duaya gerek yoktur; çünkü nasıl olsa o şey vuku bulacaktır. Yok, eğer vuku bulmayacağı Allah tarafından biliniyorsa bunun için dua etmek yine faydasızdır; çünkü o şeyin vukuu imkânsızdır. Meydana geleceği Allah tarafından ezelde takdir edilen şeyin vukuunu önlemek mümkün olmadığı gibi ilahi planda takdir edilmeyen şeyin vukuunu sağlamak da mümkün değildir. Kısacası, dua ezeli takdiri değiştiren bir şey değildir. Ayrıca bütün her şey Allah nezdinde malum olduğuna göre dua yoluyla ihtiyaçlarımızı bir bakıma O’na hatırlatmak kulluğa yakışmaz. Keza dua insanın kendi muradını Allah’ın muradına tercih etmek anlamına geldiğinden, edebe de aykırıdır.

Bilindik kaza-kader anlayışı çerçevesinde formüle edildiği anlaşılan bu görüş ilk bakışta makul karşılanabilir; fakat bize göre pek sağlıklı ve tutarlı değildir. Öncelikle dua insanın acz ve ihtiyaç içinde oluş halini Allah’a arz etmesidir. Muhammed İkbal’in ifadesiyle, dua, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyakın ifadesidir. Bu sebeple, duanın Allah tarafından bilinmeyen bir şeyi O’na hatırlatmak ya da kendi muradımızı Allah’ın muradına tercih etmek gibi bir anlam taşımadığını belirtmek gerekir. Öte yandan, Allah kaza ve kadere mahkûm değildir. Nasıl ki geleneksel inanç ve anlayışa göre kaderin olaylara önceliği varsa Allah’ın da kaza ve kadere önceliği vardır. Ayrıca şunu bilmek gerekir ki Allah’ın insan ve tarihle ilişkisi keyfi ve gelişigüzel değil, ilkeli/prensipli şekilde kurulur ve bu prensipli ilişki Kur’an’da da aynı manada geçen “sünnetullah” kavramında ifadesini bulur. Buna göre insanın duayla Allah’a yönelmesi ve talep ettiği şeylerin bu sayede gerçekleşmesi de “sünnetullah” diye tabir edilen ezeli-ilahi prensiplerin tahtında bulunur. Başka bir ifadeyle, Allah, insan ve toplumla ilişkisini değişmez prensiplerle (sünnetullah) belirlediğine göre duanın yeri ve işlevi de bu kapsamda yer alır. Bu durumda, “Dua ezeli takdiri değiştirir mi değiştirmez mi?” gibi bir meseleyi tartışmak anlamsızlaşır.

Diğer taraftan, “dua” kelimesi ve türevleri Kur’an’da salt “nida/çağrı, niyaz/yakarış” manasında kullanılmaz. Dahası, bu kelime pek çok ayette insanın kul olarak Allah’a yönelişini ifade bağlamında “iman, ibadet, taat” manasında kullanılır. Mesela, Türkçe meallerin birçoğunda, “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” diye tercüme edilen “kul mâ ya’beü biküm rabbî levlâ duâuküm” (Furkân 25/77) ayetinde geçen “dua” kelimesi özellikle “iman ve ibadet” manası taşır. Bu demektir ki dua öncelikli olarak fiili/ameli düzeyde anlam kazanır. Daha açıkçası, insan dua yoluyla Allah’tan bir şey talep ediyorsa, bu konuda ilkin fiilen adım atmak, hatta elinden gelen her şeyi yapmak durumundadır. Ancak günümüz müslümanlarında tanık olduğumuz genel dua anlayışı ne yazık ki Mehmed Âkif’in Safahat’taki şu çarpıcı mısralarında karşılık bulur: “Hüdâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! Onun hazine-i in’âmı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa... Verir! (…) Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de kendisi gelsin ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur; bakacak; Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na ait, lalan, bacın, dadın O; Vekil-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O; Alış seninse de, mes’ul olan verişten O…”

Merhum Âkif bu serzeniş ve sitemlerinde yerden göğe kadar haklıdır; zira özellikle kandiller ve sair dinî ritüeller vesilesiyle meşhur duahanların uyaklı ve fiyakalı dualarına bakıldığında, Allah’ın -haşa- “vekîl-i umûr” ya da “kâhya” gibi konumlandırıldığına tanık olunur. Kaldı ki eğer salt sükseli ifadelerle dua etmek Allah katında az çok karşılık bulsaydı, bugüne kadar bütün İslam dünyası abat olmuştu…  Kuşkusuz dille de dua edilebilir; fakat dua babında dile dökülen şeyin öncelikle eylemsel bir karşılığının bulunması gerekir. Kısacası, gerçek manada dua -tıpkı şükür konusunda olduğu gibi- fiili/ameli düzeyde gerçekleşmelidir. Bu anlamda dua insanın Allah’ı hiçbir zaman hatırdan çıkarmaması, sıhhat içinde aldığı her nefesi bir hamd ve şükür vesilesi sayması demektir. Dua aynı zamanda Allah’a yöneliş ve O’na yakın olma arzusunun eylemsel ifadesidir. Gerçek hayat düzleminde eylemsel olarak icra edilen duada Allah’ın huzurunda bulunduğumuz duygusuyla aczimizi ve ihtiyacımızı O’na arz edebiliriz. Bu arz-ı hal hem O’nun himayesine sığınmak hem de şımarmayıp daimi şükür halinde yaşamak azmini güçlendirir. Hâl-i hayatımızda Allah’la hukukumuzu daha sağlam ve daha sıkı tutma çabasından vazgeçmediğimiz sürece lisani dualarımızın da O’nun katında karşılık bulacağı ümit edilir. Hatta Bakara 2/152. ayetteki “fezkurûnî ezkurküm” (Siz beni anın/hatırlayın ki ben de sizi anayım/hatırlayayım) ifadesi bu konuda ilahi teminat olarak görülebilir. Allah’ı anmak (zikir) demek, O’nun hatırını saymak, yani iman ve taat üzere yaşama gayreti içinde olmak demektir. Hayat böyle bir gayret içinde yaşandığı takdirde, lisani duaların da Allah katında karşılık bulacağı söylenebilir. Vallâhu a’lem…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Nisan 2020

Kaynak: https://www.karar.com/dua-nedir-ne-degildir-1557330

Sıkıntı, Sabır ve Zaman

Topyekûn bütün insanlık çok büyük bir sıkıntı ve belayla karşı karşıya…
 
Koronavirüs isimli bu büyük bela karşısında fiziksel ve bedensel sağlığın yanı sıra psikolojik sağlığı korumanın da çok ciddi bir çaba gerektirdiği aşikâr bir gerçek… “Evde kal Türkiye!” tedbirinin akabinde yaşam alışkanlıklarımız büyük ölçüde değişti; fakat bu değişime ayak uydurmak tahmin edilenden daha zor şekilde gerçekleşecek gibi… Ayrıca içinden geçtiğimiz zor süreçte psikolojik savaş kaçınılmaz gibi… Ne kadar süreceği henüz belli olmayan bu savaşta yılmaz savaşçılara muhtaç olduğumuz kesin. İnsan çok daralıp bunaldığında ve bu noktada psikolojik savaş kaçınılmaz olduğunda imdada koşacak en güçlü savaşçılardan biri “sabır”, diğeri “zaman”dır. Bütün bir millet ve bütün bir insanlık ailesi olarak hep birlikte yaşadığımız şu zor günlerde de sanırım en çok sabır ve zamana muhtacız. Sadece bütün bir milletin veya topyekûn insanlık ailesinin kaderini birleştiren zor süreçlerde değil, bireysel düzeyde gündelik yaşantının birbiri ardınca gelen aksiliklerle hayli zorlaştığı, hayat yolunda ciddi sıkıntılarla karşılaşıldığı süreçlerde de en çok ihtiyaç duyduğumuz iki şey, yine sabır ve zamandır.

Fizikçiler ve filozofların tarih boyunca gerçek mahiyetinin ne olduğu konusunda fikir birliğine varamadıkları zaman kavramına dair çok şey söylenebilir; ancak bu konuda söylenecek şeylerin vakıaya ne ölçüde tetabuk ettiği hakkında kesin görüş beyan etmek imkânsızdır da denebilir. Sonuçta bir vehim ya da illüzyon (yanılsama) bile olsa, pek istikrarsız ve uçucu bir şey gibi algılansa dahi zamanın insan üzerindeki unutturucu ve sağaltıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Fakat ne gariptir ki zaman denilen şey, bir şeylerin yoluna girmesini beklediğimizde çok yavaş, bir işe yetişemeyip geciktiğimizde ise alabildiğince hızlı akmaya başlar. Öte yandan sıkıntı ve belalarla boğuşurken uzadıkça uzayan zaman, mutluluk söz konusu olduğunda alabildiğine kısalır. Zaman denen şeyi farklı hallerde çok farklı algılamanın özellikle duygusal tarafı ağır basan insanlar için söz konusu olduğunu bu vesileyle not etmek lazımdır. Bu yüzden, içinden geçtiğimiz sıkıntılı süreci zamandan istimdat eyleyerek atlatmak söz konusu olduğunda, duygusallığı mümkün mertebe arka planda tutup rasyonelliği ön plana çıkarmakta fayda vardır.

Bu bağlamda “sabır” denen savaşçıdan da istimdat eylemek lazımdır. Nitekim gelenekte “ulaşır menzil-i maksûduna âheste giden, tîz-reftâr olanın payine dâmen dolaşır” şeklinde bir söz vardır ki gayet manidardır. “Sabır” (Sabr) Arapça bir kelime olarak “hapsetmek, alıkoymak” anlamındaki “sbr” kökünden türemiş olup Kur’an’da “kendini tutmak, metanetli olmak, direnmek, dayanmak, tahammül etmek” gibi manalarda kullanılır. Arap dilinde “yakınma, sızlanma” manasındaki “ceza’” kelimesinin karşıtı olarak kabul edilen “sbr” kökündeki temel anlam, bir izaha göre insanın sükûn ve itminan içinde kendisini sıkıntı ve yakınma hâlinden korumasıdır. Nefsi telaştan, dili şikâyetten, uzuvları çirkin davranışlardan korumak, nimet hâli ile mihnet ve meşakkat hâli arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûneti muhafaza etmek” diye de tanımlanan sabrın biri cismani, diğeri ruhani olmak üzere iki farklı türünden de söz edilebilir.

Cismânî sabır bedensel olarak maruz kalınan zahmetli işler, eziyetler ve acılara katlanmaktır ki bu tam manasıyla fazilet sayılmaz. Asıl fazilet ruhsal sabır olup iki şekilde tezahür eder. İlki insana zevk veren şeylerden yararlanmada aşırılıktan sakınmak suretiyle ortaya konulan sabırdır. İkincisi ise can sıkıcı durumlarla karşılaşılması veya güzel nimetlerden mahrum kalınması hâlinde dirençli ve tahammüllü davranmaktır. İslami kaynaklarda “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür” şeklinde güzel bir söz yer alır. Sabrın fazilet bakımından en alt derecesi, içinde bulunulan sıkıntılı ve zor durumdan memnun olunmamakla birlikte şikâyet etmemek, bundan daha faziletlisi içinde bulunulan duruma rıza göstermek, en faziletlisi ise bela karşısında şükür halini muhafaza etmektir.

Sonuç olarak, sabır, ruhen çökmüş hâlde sıkıntı ve zorluklara katlanmanın ya da acziyet içerisinde tedbiri elden bırakıp sızlanmanın ötesinde, çok güçlü bir direnç sergilemektir. Bu demektir ki sabır pasif değil aktif, reaktif değil proaktif bir hal ve tutumun ifadesidir. Dinî çerçevede ise sabır, hayır olarak görünen şeyin ardında şer, şer olarak görünen şeyin ardında hayır olabileceğine, bunun ancak ilim ve hikmetine akıl-sır ermeyen Allah tarafından bilinebileceğine tam bir imanla ortaya konulan sebat ve gayrettir. Nitekim Kur’an’daki birçok ayette de sabır, zor zamanlar ve sıkıntılı durumlarda itidal çizgisinde sabitkadem olmanın yanı sıra müslümanca yaşama yolunda karşılaşılan her türlü zorlukla başa çıkabilmek için gerekli ruhsal dirence sahip olmayı belirtir. Sabır denen bu direnci sergileyebilmek, kendi namıma söylersem, tahmin edildiğinden çok daha zor bir iştir; fakat ne kadar zor olursa olsun, gerek insani ilişkilerde yaşadığımız kötü tecrübeler ve tecelliler gerek insanlardan bağımsız olarak karşılaştığımız bela ve musibetler karşısında kendimizi dimdik ayakta tutabilmek için sabrın müthiş savaşkanlığını hatırlamak lazım gelir. Bu münasebetle Cenâb-ı Hakk’ın da “çok sabırlı” (Sabûr) olduğunu hatırlatmak gerekir. Nitekim bir hadisteki ifadeye göre “Başkalarından gördüğü eza ve cefaya Allah’tan daha çok sabreden bir kimse yoktur. İnsanlar kendisine eş ve ortak koştukları halde Allah yine de o insanları rızıklandırıp sıhhat ve âfiyet içinde yaşatmaktadır.” (Buhârî, “Edeb” 71, “Tevḥîd” 3).

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Nisan 2020

Kaynak: https://www.karar.com/sikinti-sabir-ve-zaman-1555790

Yaşam Alanını Daraltmak ve İzdihamı Dağıtmak

Tüm dünyayı kuşatıp saran virüs vakasıyla birlikte kaçınılmaz olarak yaşam alanımızı daralttık. Yani “Evde kal Türkiye” tedbiriyle birlikte maddi-fiziki yaşam alanımızı evin içine sığdırmak durumunda kaldık… 
 
Bu durum ilk bakışta sıkıcı, bunaltıcı ve dolayısıyla kötü gibi görünebilir; fakat “Şer görünen şey hayra tebdil olabilir” fehvasınca birçok açıdan iyi ve güzel sonuçlara müncer olması da kuvvetle muhtemeldir. Daha şimdiden bilinen ve görünen iyi sonuçlardan biri, sağlığımızın korunmasıdır. Bunun yanında kendi zaviyemden önemli gördüğüm başka bir iyi sonuç, eve sığdırılmış hayat tarzının kendi kuytumuzda kendimizi dinleme ve bilhassa ömür sermayemizi nerelere harcadığımız konusunda nefsimizi hesaba çekme fırsatı sunmasıdır. Kanımca, insani ve ahlaki kusurlarımızı bir türlü bertaraf edemeyişimizin ardındaki temel faktörlerden biri, kendimizi dinleyip hatalarımızla yüzleşmeyi ve nefsimizi/benliğimizi siygaya çekmeyi başaramayışımız ya da buna fırsat verecek bir yaşam kültürüne sahip olmayışımızdır.

Öte yandan, virüs vakası tüm dünyayı tehdit eder şekilde büyük bir tehlike olarak belirip bizi eve hapsetmeden önceki hayat akışımızı hatırladığımızda gözümüzün önüne şöyle bir tablo çıkıverir: Hayli geniş ve hayli kalabalık bir hayat alanı içerisinde sürekli olarak telaşlı bir koşuşturmaca…

Böyle bir hayat tarzı birçok açıdan sorunludur. Öncelikle hayat alanımızın çok geniş olması kaygılarımız, tasalarımız, ihtiyaçlarımız ve gailelerimizin artması gibi olumsuz bir sonuç doğurur. Ayrıca geniş bir alanı kontrol altında tutabilmek çok zordur. Keza birçok şeye yetişip elvermek ve birçok şeyi hakkıyla yapıp etmek de çok zordur. Nitekim aynı anda birçok işin peşinde koşmak, ekseriyetle hiçbir şeyi doğru düzgün şekilde yapamamak gibi bir sonuca müncer olur.

Diğer taraftan, sürekli bir telaş içinde koşuşturarak bir şeylere yetişme çabası içinde yaşamak insanı ruhen çok yorup yıpratır. İlerleyen yaşlarda pek çok insanın sakin, dingin ve huzur içinde yaşama arzusuyla kendini küçük sahil kasabalarına atması veya doğayla iç içe yaşayabileceği yerler araması da büyük ölçüde aynı yorgunluk ve yıpranmışlıktandır.

Virüs vakasından önceki yaşam tarzımızın bir diğer sorunlu tarafı, hayat alanımızın hayli kalabalık olmasıdır. Şimdilerde malum virüse karşı korunma tedbiri olarak sıkça dillendirilen “sosyal mesafe” kavramı aslında genel hayat tarzımız açısından da faydalıdır. Özellikle psikolojimizin sağlık ve selameti açısından gündelik hayatımızdaki insani ilişkilerde sosyal mesafenin korunması şarttır. “Çok muhabbet tez ayrılık getirir” şeklindeki meşhur söz, en azından bir yönüyle insani ilişkilerde sosyal mesafeyi korumayı beceremememize atıfta bulunur.

Daha açıkçası, bizim gibi Şark toplumlarında iki kişi bir araya gelip az çok ünsiyet kurduktan çok kısa bir süre sonra “canciğer kuzu sarması” denilen bir manzaraya tanık olunur ve fakat yine çok kısa bir süre bu iki insanın “kanlı bıçaklı” olduklarına da şahit olunur. Oysa sözgelimi Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde hemen hiçbir Alman ve İngiliz’le canciğer kuzu sarması olamazsınız; ama kanlı bıçaklı da olmazsınız.

Çünkü Alman ve/veya İngiliz en başından sosyal mesafesini koyar ve ilişkiyi hep o mesafe içerisinde tutar. Aslında Schopenhauer’in dediği gibi hayatta görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur. Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çeker, ürkeriz.

Çünkü bu geniş alanla birlikte kaygılar, arzular ve korkular da çoğalır ve büyür. Bu yüzden, körler bile ilk bakışta göründüğü kadar mutsuz değildir. Yüz ifadelerindeki yumuşak, hatta neşeli sükûnet bunun delilidir.

Gündelik hayatımızın izdiham içinde akması ya da yakın ve uzak çevremizdeki insanların ciddi bir kalabalık oluşturması da sorunlu bir durumdur. Etrafımızdaki insan sıklığını seyreltip azaltmak, kalabalığı olabildiğince dağıtıp özellikle yakın çevremizin tenhalaşmasını sağlamak hem ruh sağlığımızın muhafazası hem de daha huzurlu bir yaşam kurulması yönünde atılması gereken önemli bir adımdır.

Malum, “Azı karar, çoğu zarar” diye bir söz vardır. Bana göre hayat organizasyonumuzun selameti açısından insanın da azı karar, çoğu zarardır.

Gündelik hayatın miting yapar gibi ya da Beyoğlu İstiklal Caddesi’ni arşınlar gibi yaşanmayacağı kuşkusuzdur. Hayatımızdaki insanların kalabalık bir kitle oluşturması hem ciddi ihmaller hem de özensizlikler doğurur. İhmaller başta aile efradımız ve yakınlarımız olmak üzere hayatımızda önemli yer tutan insanlarla hukukumuzun gevşemesiyle alakalıdır ki bu gevşeklik ilerleyen zamanlarda sıla-i rahmin dahi kopmasıyla son bulur.

Özensizlikler ise hayatımızda belirleyici yere sahip insanlara hak ettikleri ilgi ve ihtimamı gösterememekle alakalı bir durumdur. Özel hayat alanımızdaki insanlar ne kadar çoğalırsa, o insanlara göstereceğimiz ilgi ve ihtimam da o kadar azalır.

Bu yüzden, özel hayat alanımızdaki insan kalabalığını dağıtıp daha az insanla daha sıcak ve samimi ilişkiler kurarak yaşamak lazımdır. Zira ilgi, özen, sevgi, dostluk, kadirşinaslık gibi duygular ve değerler bu sayede daha bir anlam kazanır.

Sözün özü, hiçbirimizin çok büyük kalabalıklara yetecek kadar ilgi ve özen potansiyeli yoktur. Bu yüzden, hem alabildiğince daraltılmış bir hayat alanı oluşturmakta ve hem de çevremizde oluşan izdihamı dağıtıp ihtimamlı şekilde oluşturacağımız bir ilişki düzeni içinde seyrelttiğimiz insanlara odaklanarak yaşamakta fayda vardır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Nisan 2020

Kaynak: https://www.karar.com/yasam-alanini-daraltmak-ve-izdihami-dagitmak-1554206

İnsanlık Ailesinin Musibetle İmtihanı

İnsaf, i’zan ve vicdandan yana zerre kadar nasibi olan her insan dahi bilir ve kabul eder ki başkasının çektiği acının üstüne mutluluk binası kurulmaz; keza başkasının maruz kaldığı bela ve musibet üzerinden hayıf alınmaz. 
 
Sıkıntı, dert, bela ve musibetten alınsa alınsa, ders alınır. Malum, bugün bütün dünya ve insanlık ailesi coronavirüs denilen büyük bir musibetle karşı karşıyadır. Dilerim ve ümit ederim ki bu virüs belası tüm insanlık için, “Bir musibet bin nasihatten evladır” fehvasınca ahlaki ve insani ders almaya vesile olur. İnsanlığın temel ahlak normları açısından ikmale kaldığı ilk ders, “şımarıklık”tır.

Başta ABD ve Avrupa olmak üzere “çok gelişmiş” diye anılan tuzu kuru devletler ve milletler, özellikle son yüzyıl boyunca şımarıklığın en iyi temsilini yapmaktadır. Bunu söylerken, bizim muhafazakâr camianın entelektüelleri gibi “fırsat bu fırsat” diyerek bilindik ezberlerle ucuz bir Batı eleştirisi yapmak peşinde olmadığımı özellikle belirtmemde fayda vardır.

ABD ve Batı dünyasındaki şımarıklık meselesine gelince, bu ülkeler sahip oldukları maddi zenginlik ve güç sebebiyle uzun zamandan beri dünya üzerinde istedikleri gibi at oynatmayı, hak-hukuk tanımamayı, özellikle Orta Doğu ve Üçüncü Dünya ülkeleri diye anılan ülkelere -mafyatik tabirle- çökmeyi marifet bildiler. Yetmedi, müthiş bir hırs ve tamahla dünya üzerindeki tüm doğal kaynakları talana yeltendiler. Yetmedi, tabiatın özgün dokusunu tahrip konusunda hiçbir kaygı taşımaksızın tüm dünyanın ve doğanın canına okumayı marifet bildiler. Bu arada Çin korkunç bir açgözlülükle “Öyle olmaz, böyle olur” dercesine adımlar atarak belki bütün Batı dünyasının ürettiği kirliliğin daha fazlasını üretmeyi kendine vazife bildi. Sonuçta bütün bu olup bitenler kelimenin tam manasıyla şımarıklık ve azgınlıktan başka bir şey değildi. Ancak gün geldi, “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” sözünü hatırlatırcasına, bildiğimiz “hücre”den bile daha basit bir yapıya sahip olan ve hatta canlılık ile cansızlık arasında bir noktada bulunduğu savlanan bir varlık/virüs tüm dünyayı bir çırpıda hizaya getirdi.

Coronavirüs musibetinden sonra dünyanın başka bir dünyaya evrileceğinden hiç şüphem yok; fakat özellikle insanlık ailesinin şımarık ve azgın kesiminin bu musibet vesilesiyle gerçekten terbiye olup olmayacağından pek emin değilim. Çünkü nankörlük ve şımarıklığı meslek edinmiş insan tipi öyle bir tiptir ki başı dara düştüğünde aman diler, ama başı dardan kurtulup sağlık ve selamete kavuştuğunda nankörlük mesleğini tekrar icra eder. Burada tasvir etmeye çalıştığım nankör insan tipolojisi, Yûnus 10/22-23. ayetlerde şu şekilde ifadesini bulur: “Sizi karada gezdiren, denizde yüzdüren O’dur. Düşünün ki sizler yelkenli bir gemidesiniz.

Gemi tatlı tatlı esen bir rüzgârla yol alır; yolcular da hallerinden gayet memnun ve mutludur. Derken, birdenbire bir fırtına çıkar ve dört bir yandan dev gibi dalgalar gelir. Bu sırada yolcular sulara gark olup boğulacaklarını anlar ve inançlarını şirkten arındırıp bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yönelerek, “Rabbimiz! Sen bizi bu felaketten kurtarırsan, ahdimiz olsun ki [iman ve taat üzere] sana şükreden kullar olacağız” diye yalvarıp yakarırlar. Ama Allah onları selamete erdirince, bir de bakmışsın ki tekrar [şirk inancına dönüp] yaşadıkları diyarda hak-hukuk tanımaksızın azgınlık/taşkınlık yapmaya başlamışlar. Ey [nankör] insanlar! Azgınlık, taşkınlık ve isyankârlıkla salt kendinize zarar vermiş olursunuz. Evet, bu fani hayatın az çok zevkini sürersiniz;  fakat sonunda hesap vermek üzere bizim huzurumuza geleceksiniz. İşte o zaman biz size bütün bu yaptıklarınızı tek tek bildirecek ve hak ettiğiniz karşılığı vereceğiz!”

İnsan aslında son derece aciz, hatta acınası bir varlıktır; fakat her nedense az çok maddi imkân ve güç sahibi olan insanların pek çoğu anlamsız bir gurur, kibir ve istiğna hali içinde kendilerini “vâcibü’l-vücûd” ve “lâyezâl” varlık gibi algılar. Kendine yönelik algı böyle olunca bu tür şımarık, azgın ve haddini bilmez insanlar ne nushtan ne tekdirden anlar; bunlar anlasa anlasa coronavirüs gibi bir kötekten anlar. Bu vesileyle şunu hatırlatmakta fayda vardır: Bu âlemin yaratılış ve işleyiş yasalarında sürgit zulüm, azgınlık ve şımarıklığa ruhsat yoktur. Azgınlık ve şımarıklığın hesabı er ya da geç bir şekilde sorulur. Mesela, günün birinde bir virüs çıkagelir, adeta Molla Kasım gibi tüm dünyayı siygaya çekebilir. Ne yazık ki bu vesileyle dedenin yediği erik torunun dişini kamaştırabilir. Dahası, Enfâl 8/25. ayette de işaret edildiği üzere kurunun yanında yaş da yanabilir. Bu sebeple, insan her şeyden önce kendine gelmeli ve haddini bilmelidir. Yani insan bu dünyayı ve tabiatı çok kıymetli bir emanet gibi görüp vicdani ve ahlaki duyarlılıkla bu emanete hıyanet etmemelidir. Zira Şeyhî’nin dediği gibi, “ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet; çün kalır âdemîlik ü âdem gelir gider…”
İmdi, vakit bin nasihatten daha evla olan bir musibetten azami ölçüde ahlaki ders alma vaktidir. Vakit ne kadar büyük maddi güç ve imkân sahibi olursak olalım hiçbir zaman şımarmamak, ne oldum delisi olmamak lazım geldiğini adamakıllı idrak etme vaktidir. Vakit hem Allah’a hem insanlığa hem de tüm kâinata karşı sorumluluklarımızın bilincine varma ve haddimizi bilip edebimizi takınma vaktidir. Vakit tüm dünyanın üstesinden gelmek için adeta çırpındığı bu virüs belasını en az hasarla atlatmak için azami ölçüde tedbirli olma ve aynı zamanda hurafecilik, üfürükçülük gibi kadim meraklarımızdan sıyrılıp akıl ve bilimin icaplarına uyma vaktidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Mart 2020

Kaynak: https://www.karar.com/insanlik-ailesinin-musibetle-imtihani-1552568

Hata-Kusur İtirafnamesi

Bu yazı bizzat kendi kusurlarımla yüzleşmek ve açıkça itiraf etmek kabilinden kaleme alınmış bir metin olarak okunabilir. 
 
İnsanın kendi hata ve kusurlarını iç dünyasında kabullenip kendi kendine itiraf etmesi pek kolay değildir. Hele hele bunları başka insanlara açık seçik biçimde itiraf etmesi hiç kolay değildir. Fakat hâl-i hayatta gerçekten erdemli, daha erdemli bir insan olmak gibi bir amaç gözetiliyorsa, bu durumda söz konusu itiraf pekâlâ kolay hale gelebilir. Bu yazıya konu olan hususlar aslında hemen her insanda az çok mevcut olan, fakat bazı insanlarda daha yoğun düzeyde bulunduğuna tanık olunan hata ve kusurların itirafları babında değerlendirilebilir. Arthur Schopenhauer’in “Aforizmalar” adlı eserindeki “Öğütler” başlıklı bölüm bahse konu insani ve ahlaki kusurlara ilişkin çok çarpıcı tespitler içerir. Bu yüzden, öncelikle kendi şahsımla ilişkilendirdiğim hata-kusur itiraflarındaki izlek ve içeriğin büyük ölçüde söz konusu tespitler etrafında şekilleneceğini özellikle kaydetmem gerekir.

Birinci itiraf: Öznellik ve ben-merkezcilik… Başta kendi şahsım olmak üzere bazı insanlar öyle özneldirler ki kendilerinden başka hemen hiçbir şey onları ilgilendirmez. Bu yüzden, söylenen her şeyde behemehâl kendilerini düşünürler. Haliyle, konuşulan veya mevzu bahis olan şeyi nesnel anlamıyla anlayıp kavrayacak mecalleri kalmaz. Böyle kişiler bu yüzden öyle kolay dalgınlaşır, öyle kolay alınganlaşıp gücenirler ki hangi konuda olursa olsun kendileriyle nesnel biçimde konuşulduğunda dahi konuşulan şeylerin içerisinden kendilerine mutlaka bir incinme ve gücenme payı çıkarmayı başarırlar. Yine böyle kişiler başkasının konuşmasındaki içtenlikli, güzel, uygun ya da doğru olan şeye karşı duyarsız ve duygusuzlaşırken, kendi gurur ve kibirlerini inciten en ufak şeye karşı aşırı duyarlılık gösterirler.

İkinci itiraf: İnsani ilişkilerde özensizlik ve hoşgörüsüzlük… Ömür sermayesinin tükendiği gün, “Geçtim dünya üzerinden salimen…” diyebilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri, doğrudan doğruya kul hakkına taalluk etmesinden dolayı insani ilişkilerde büyük bir özen, ihtimam ve hoşgörü sahibi olmaktır. Bunun için temel şart, başka insanları kendi kalıp yargılarımızı yegâne doğru ölçüt kılarak yargılamamak, bizim dışımızdaki herkesi kendimize benzetmeye çalışmamaktır. Ne yazık ki hemen her birimizde, hatta kendini çok hoşgörülü, pek demokrat ve liberal görenlerimizde dahi hatırı sayılır bir hoşgörüsüzlük vardır. Dahası, insanoğlunda nasıl ve nereden peyda olduğu bilinmeyen anlamsız bir gurur ve kibir vardır.

Gurur, kibir ve ucb (kendini beğenme) insanın kendini kimi zaman -haşa- Tanrı gibi görüp hata ve kusurdan masun bir varlık gibi algılamasına yol açmaktadır. Oysa Yunus’un “Bir avuç toprak biraz da suyum ben, neyimle övüneyim, işte buyum ben” sözünü hâl-i hayatımıza taşıyabilmek mümkün olsa, insan gerçek manada insan olmayı başaracaktır. Fakat nedense insan varlık âlemindeki küçücük yeri ve değerlilikten çok değersizliği hakkında işin hakikatini bilmesine rağmen söz konusu kusurları bertaraf etmeyi başaramamaktadır. Bu konuda Gazâlî’nin “İhyâu Ulûmi’d-Dîn”adlı eserinin ucb ve kibirle ilgili kısımlarını içtenlikle okumanın çok iyi bir ahlaki terapi sağlayacağını söylemekte fayda vardır.

Üçüncü itiraf: Kadir kıymet bilmemek… Schopenhauer’in ifadesiyle, kimi insanlar bağışlandıklarında arsızlaşan, bu yüzden kendilerine yumuşak ve sevecen davranılmayan çocuklara benzerler. Nitekim söz konusu insanlar çoğu zaman kendilerine verilen değer ve önem karşısında kadir kıymet bilmek yerine nankörce şımarırlar. Bu yüzden, ne ilginçtir ki bir dost veya yakın arkadaşa bizden talep ettiği şeyi vermemek ya da isteğini reddetmekle o dostu/arkadaşı yitirmeyiz; ama istediği şeyi vermekle onu kolayca yitirebiliriz… Tıpkı bunun gibi bir dosta biraz ihmalkâr ve aldırışsız biçimde davranarak onu yitirmeyiz; ama ona karşı çok fazla dostça, kibar ve nazik davranırsak onu yitiririz. Çünkü bu davranışımız onu tuhaf biçimde küstah, kibirli ve katlanılmaz hale sokar. Bu hiç istenilmeyen ve asla vuku bulmaması gereken bir durumdur; ama her nedense çoğu zaman vuku bulan budur. Her nedense kimi kimi insanlar özellikle onlara çok muhtaç olduğumuz düşüncesini kaldıramazlar. Kibir ve kendini beğenme bu düşüncenin ayrılmaz parçasıdır. Kimi insanlarda bu düşünce kendilerine daha fazla güvenildiği veya teklifsiz biçimde konuşma söz konusu olduğu zaman ortaya çıkar. Bu noktada onların hep nazını çekmemiz gerektiği zehabına kapılırlar ve nezaket sınırlarını da alabildiğine genişletmeye çalışırlar.

Buraya kadar hem tasvir hem itiraf etmeye çalıştığımız hata ve kusurların yanı sıra insani ilişkilerimize olumsuz şekilde yön veren daha başka birçok ahlaki kusur da mevcuttur. Söz konusu kusurların hepsini tek tek sayıp sökmek olanaksızdır; fakat insanın kendini kusurlu görmesi ve bunun farkındalığıyla kendine karşı itirafta bulunabilmesi çok önemli bir adımdır. Şayet bu hayatta daha iyi, daha erdemli bir insan olmak ve dolayısıyla Allah’ın huzurunda mahcup olmamak gibi bir amaç taşıyorsak, hata-kusur itirafnamemizi yazmamız ve bunu kendi kendimize okuyup azami ölçüde kusur telafisi için uğraşmamız, en azından “adam olmak”lığın temel şartıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Mart 2020

Kaynak: https://www.karar.com/hatakusur-itirafnamesi-1550949

Dünya Samimiyetsiz ve Sahtekâr İnsanların Cennetidir

"Bir insanla tanışmak o insanı gerçekten tanımak anlamına gelir mi?” diye sorarsanız, tek kelimelik cevap olarak “Asla” derim. 
 
Çünkü bir insanın başka bir insanı gerçek kişiliği ve içyüzüyle tanıması neredeyse imkânsız… Hele de içinde bulunduğumuz zamanın ruhsuzluğuna rıza göstermenin kaçınılmaz sonucu olarak birbirimize karşı bilenip hiddetlenerek her geçen gün daha sivri uçlu hale geldiğimiz şu devirde bir insanın başka bir insanı gerçekten tanımak istemesi bile imkânsız… Zira öyle bir devirdeyiz ki -İbrahim Tenekeci’nin yıllar önce yazdığı “Bir insanı tanımak” başlıklı yazısında dediği gibi- insan olmanın basit ve sıradan özellikleri bile artık meziyet sayılıyor… İnsan ilişkileri dâhil, bütün her şey aslî tabiatından ve doğal mecrasından hızla uzaklaşıyor. Adeta hep birlikte yalnızlık çekiyor, topyekûn halde burukluk yaşıyoruz. Hayatımıza her gün yeni insanlar giriyor ve fakat girdikleri gibi hızla çıkıp gidiyorlar. Hayatlar ve hesaplar günübirlik olunca, öncelikler anbean değişip başkalaşınca, insani ilişkiler de birdenbire kopup gidiyor. Bu yüzden, bir insanla içten ve derinden gönül bağı kurmak neredeyse imkânsız görünüyor... Öte yandan, hayatımıza giren insanlara aşinalık kesbettikçe ve pek çoğunun samimiyetten nasipsiz olduğunu fark ettikçe, kaçınılmaz olarak pek çok insanın üstünü çizmek zorunda kalıyoruz.

Şu üç günlük dünyada hesap kitap bilmeyen, gizli ajandası olmayan, içten pazarlıksız, samimi, dürüst bir dost bulabilmek hakikaten mucizelere kalmış gibi görünüyor. Yüzlerce insanla tanışıyor, ama belki biriyle dostluk kurabiliyoruz. İnsanoğlu denen bu meçhul varlık familyasından hakiki bir dost bulabilmek sanki bir gül için bin dikene su vermek gibi bir şey… Hoş, “gül” de çoğu zaman güldürmüyor, hüzün veriyor… “Peki, neden böyle oluyor?” derseniz, naçizane kanaatim şu ki insan kendisinin gerçekte aciz ve acınası bir mahlûk olduğunu unutması, ömür sermayesini bitmez tükenmez bir hazine gibi algılaması ve hatta işlediği her melanetin kendi yanına kâr kalacağı vehmiyle bu dünyaya kazık çakacağını sanması hasebiyle kendi varlık özüne basbayağı ihanet ediyor ve ne yazık ki öz benliğine dönüp şu yalan dünyada kendi kendini nasıl bir karikatüre dönüştürdüğüne bakıp hayıflanma ihtiyacı bile hissetmiyor.

Külliyen zarar, ziyan ve hüsrana karşılık gelen böyle bir varlık, dünya ve hayat algısını memnuniyetle kabullenmiş bir insanı gerçek kimlik ve kişiliğiyle tanımak asla mümkün değildir. Hele de insan gerçek yaşam felsefesini kısa vadeli hesaplar, çıkarlar, palavralar ve sahtekârlıklar üzerine kurmuşsa onun kaç kat sahte kostüm giydiğini ve ne zaman nerede ne tür bir kostümle karşınıza çıkacağını kestirebilmeniz hiç mümkün değildir. Ne yazık ki elli küsur yıllık ömrümde kendileriyle insani ilişki kurup az çok hukuk oluşturduğum insanların hatırı sayılır bir kısmını gerçekte kendisi olmayan, yapmacık tavırlarla hep kendinden başka birisi gibi görünmeye çalışan, sizinle tanış olmaya gelirken hesap-kitap ajandasını mahfuz tutan ve gözlerinin arkasındaki fonda birçok şeyi saklayan insanlar olarak tanıdım. Bu kötü hayat tecrübemde birçok kez canımın yandığını hissettim, bir başka insan namına iç dünyamda kurduğum anlam binasının başıma yıkılıp enkaz altında kaldığımı fark ettim; ama daha sonrasında bana böyle duygular yaşatan insanlar için içten içe eseflendim. “Kendilerini pek kabiliyetli, kurnaz, marifetli sanan bu zavallılar” dedim ve “şu üç günlük dünyada günübirlik hesaplar ve çıkarlar uğruna ömür tüketmekle acaba ne elde ettiklerini düşünürler? Koca bir ömürde içtenlik namına hemen hiçbir değer üretmemiş, buluğ çağından ölüm vaktine kadar palavracılık ve sahtekârlıkla iştigal etmiş insanlar olarak bu dünyadan göçüp gidecek olmaktan hiç mi hicap etmezler?” diye düşündüm. Kısacası, bu tür zavallı ve acınası insanlar için şu koca kâinata yapılan ilahi-ulvi temelli ontolojik yatırım adına çok derin esef ettim.

Bugünkü akıl ve idrakimle artık şundan eminim ki samimiyetsizlik, sahtekârlık, düzenbazlık gibi ahlaksızlıklar da tıpkı kalıtım yoluyla nesilden nesile geçen fizyolojik özellikler gibi genetik kökenlidir. “İnsanlar maden cevherleri gibidir; İslam’dan önceki dönemde iyi olan insanlar müslüman olduktan sonra da iyi olurlar” mealindeki hadis de sanki bu duruma işaret etmektedir. Kurumsal dinî kimlikler ve aidiyetlerin ahlaksızlık derdine deva olmaması da naçizane kanaatime göre bahsi geçen reziletlerin önemli ölçüde hem biyolojik hem sosyolojik anlamda genetik kökenli olmasıyla ilgilidir. Bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilen, “Bataklıkta ve/veya çöplükte yetişen güllerden uzak durun” şeklindeki söz de yine aynı noktaya işaret ediyor olsa gerektir.

Bana göre insan tanıma hususunda yalın bir gerçek olarak yüzleşmek durumunda kaldığımız şey şudur: Bu dünya gerçek kişilik ve karakteriyle görünmemek için zaman ve zemine göre kimi zaman beyefendilik, kimi zaman hanımefendilik, kimi zaman sevecenlik, kimi zaman dindarlık gibi sahte kıyafetleri giyip giyip çıkaran samimiyetsiz, sahtekâr, düzenbaz insanların cennetidir. Böyle bir dünyada geçen yarım asrı aşkın ömrümde insanoğluyla ilişkide pek dikiş tutturamamış olmamdan ötürü gam yemiyorum. Hiç kuşkusuz bu konuda kendime de birçok hata ve kusur payı çıkarıyorum. Ancak bu vesileyle şunu da eklemek istiyorum: İnsan olarak doğulmaz, insan olunur. Kendimi bildim bileli bu hayatta iyi bir insan olmaya azmettim. Elbette birçok kusur işledim ve fakat iyi insan olma azminden de hiç vazgeçmedim. Şu an itibariyle tüm insanlık ailesi samimiyetsizlik ve sahtekârlık konusunda icma kararı alsa dahi bu can bu bedende olduğu sürece saf, samimi ve iyi kalpli iyi bir insan olma azmimden asla vazgeçmeyeceğime ant içerim. Evet, bu dünyada dikiş tutturamadığımı biliyorum. Kimlerin dikiş tutturmayı başardığı konusunda ise Malvina Reynolds’un “I don’t mind failing in this world” (Bu dünyada dikiş tutturamamış olmak umurumda değil) adlı şarkısındaki şu sözlerine büyük ölçüde katıldığımı belirtmek istiyorum: Cause those who succeed are the sons of bitches, I don’t mind failing in this world…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Mart 2020

Kaynak: https://www.karar.com/dunya-samimiyetsiz-ve-sahtekr-insanlarin-cennetidir-1549490

Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Neler Oluyor?

Birkaç gün önce “Kıymetli Dekanlarımız” hitabıyla başlayan bir metin mesajı aldım. 
 
Mesajın sahibi, kendisinin de dâhil olduğu bir grup genç akademisyen adına Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yaşanan birtakım garip olaylar ve sıkıntıların kamuoyuna duyurulması ve aşağıdaki metinde anlatılan sorunlar ve sıkıntıların bertaraf olunması yönünde yardım istiyordu. Söz konusu fakültede yaşanan olaylar aşağıda anlatılanlarla aynı minvaldeyse, çok vahim bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzda hiç şüphe yoktur. Fakat şu an için anılan fakültede gerçekten neler olup bittiği hakkında kesin yargıda bulunma imkânımız da yoktur. Bu yüzden, şahsıma gönderilen ve kamuoyuyla paylaşmam istenen metnin ilgili ve yetkili merciiler tarafından dikkate alınacağı ve işin aslının en kısa zamanda ortaya çıkıp gereğinin yapılacağı ümidiyle söz konusu duyuru metnini bana gönderildiği şekliyle burada paylaşıyorum.

Kıymetli Dekanlarımız…

Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bir fakülteden beklenen özgür ilmî çalışmaların geleceğini ve çalışma ortamını olumsuz etkileyen ve etkileyebilecek olan bazı durumlar konusunda SİZ DEĞERLİ DEKANLARIMIZDAN yardım istiyoruz.

Bilindiği gibi Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 2012 yılında açılmış ve 2013 yılında ilk öğrencilerini alarak eğitim-öğretim hizmeti vermeye başlamıştır. Fakültemiz, açılışından beri sürekli biçimde, emekli bir profesör olan ve dinî/tasavvufî bir gurubun liderliğini yapan Cevat Akşit’in doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesine maruz kalmış, mevcut fakülte dekanı aracılığı ile de fiilen müdahale edilir hale gelmiştir. Akşit’in, fakülteyi kendi tarikat görüşleri doğrultusunda dizayn etme amaçları, fakültede akademik kadrolaşma ve kendi köyünde kurdurmuş olduğu İslami İlimler Enstitüsü yoluyla hayata geçirilmektedir.

Öncelikle fakültemize yaklaşık 50 km uzaklıkta olan Yatağan Köyünde Lisansüstü eğitim-öğretim faaliyetleri başlatılmış, akabinde Cevat Akşit’in köyünde bir tarikatın gölgesinde ders vermek istemeyen akademisyenlerin lisansüstü ders verme hak ve yükümlülükleri ellerinden alınmıştır. Ayrıca bu köye gitmek istemeyen Lisansüstü öğrencileri de ya alan değiştirmeye ya da lisansüstü eğitimi bırakmaya zorlanmıştır. Bunu yaparken gayri ahlaki bir şekilde oradaki eğitimi sağlamak amacıyla başta dekan olmak üzere grubun niyetleri doğrultusunda çalışanlara yüklü miktarda paralar ödenmektedir. Ayrıca dekana dayalı/döşeli lüks bir daire de tahsis edilmiştir. Hocaların şehir merkezindeki ana kampüs içerisinde bulunan fakülte binasında ders vermelerine, Türkiye genelindeki uygulamaya aykırı bir şekilde asla izin verilmemektedir.

Akşit’in köyünde sürdürülen eğitim öğretim faaliyetlerinde öğrenciler, önce taşımalı eğitimle hocalarıyla birlikte köye götürülmekte, orada ders yapıldıktan sonra tekrar fakültemize taşımalı servislerle getirilmektedir. Bu taşımalı sisteme katılmayan öğrenciler ve hocalara baskı uygulanmakta, kadroları/özlükleri üzerinden tehdit edilmektedir. Fakültemize cemaat aracılığıyla doldurulmak istenen kadrolara onay vermeyen ana bilim dalı başkanları istifaya zorlanmakta, diğer taraftan cemaat amaçlarına uygun bulunmayan yönetim kurulu kararları yok sayılmaktadır. Tüm lisans ders programları Yatağan Köyündeki enstitü programına göre şekillendirilmekte ve Lisans eğitimi hiçe sayılmaktadır.

Biz bu yazıyı yazarken söz konusu yapının nüfuzunu da kullanarak hakkımızda bazı usulsüzlüklere başvuracağına dair ciddi kaygılar da taşımaktayız. Sizlerden, bir grup genç akademisyenler olarak hem sosyal medyada hem toplantılarınızda konuyu gündeme getirmenizi rica ediyoruz. Ne olur, duyarlı olunuz.

 Bir kurumun heba edilmesine seyirci kalmamanızı rica ediyoruz.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Mart 2020

Kaynak: https://www.karar.com/pamukkale-universitesi-ilahiyat-fakultesinde-neler-oluyor-1548136

Dinime Dahleden Bari Müselman Olsa

Bu yazının konusu, “ilmî ve dinî alanda her türlü çirkeflik itinayla yapılır” cümlesiyle tarif ve tasvir edilmeyi hak eden bir şahsın son günlerde bize ve KURAMER’e yönelik saldırıları ve iz’andan/insaftan yoksun bu saldırılara vücut veren ahlaksızlık kodlarıdır. 
 
Açık ismini burada zikretmeye değer bulmadığım şahıs, tarih alanında “profesör” unvanlı bir akademisyen olarak tanınır. Ancak bu şahsın uzmanlık alanı olan tarih, ilmî ve akademik tarih değil, “ceddin deden neslin baban” tarihidir. Dolayısıyla şol şahsın yaptığı iş, menkıbe/hurafe tarihi yazmak ve bunu televizyon ekranlarında pazarlayarak parsa toplamaktır ki özellikle son yıllarda Kayı efsaneleri ve hurafeleri sayesinde epey bir parsa topladığı malumdur. Hiç kimsenin parsasında, bahşişinde gözümüz yoktur; fakat bahse konu şahsın hurafe tarihçiliğinden parsa toplamasında ciddi ahlak sorunları vardır. Daha açıkçası, Zekai Erdal tarafından kitap değerlendirmesi olarak kaleme alınan bir yazıda (Mukaddime,  8/1[2017]) hurafe düşkünü tarihçimizin “Sultan II. Kılıç Arslan ve Aksaray” adlı eserindeki birçok bilginin intihal olduğuna dair veriler ve müdellel tespitler mevcuttur. Buna göre hurafeci tarihçi mezkûr eserinin 217-233. sayfaları arasında yer alan malumatın büyük bir kısmını Nevzat Topal’ın “Anadolu Selçukluları Devrinde Aksaray Şehri” isimli doktora tez çalışmasından -ki bu tez 2009 yılında Aksaray Valiliği tarafından aynı isimle kitap olarak yayınlanmıştır- almış, ancak bu çalışmaya hiçbir atıf yapmamıştır. Yine bizim bu hurafeci tarihçi Türkiye Gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılan “Evliyalar Ansiklopedisi”den de birçok alıntı yapmış, fakat bu esere de hiçbir atıf yapmamıştır. Bu yüzden, hurafecinin Bilecik Belediyesi binasındaki Osmanlı Padişahlarıyla ilgili bilgilendirme metinleri anılan Belediye tarafından “intihalcilik” gerekçesiyle kaldırılmıştır.

Hurafeci tarihçinin kendisine yönelik “intihalci” iddialarına cevap meyanında kaleme aldığı yazıda “Nevzat Bey’in eserinin adı taslak metnimizde bulunuyordu. Kitapta yer almamış olması tamamen gözümüzden kaçan bir eksiklik olmuştur. Bu noktada kendisinden özür dileriz” şeklinde bir gerekçe öne sürmesi, yarım ağız bir özürle kendini akademik hırsızlık suçundan nasıl da masun ve müberra kıldığını anlamaya kâfidir. Oysa söz konusu gerekçe, “Özrü kabahatinden büyük” sözünün mâsadakı gibidir. İmdi, bugün “Ey millet! Din elden gidiyor. KURAMER ve Mustafa Öztürk dini yıkıyor; KURAMER kapatılsın” diye nara atan bu şahsa söylenecek ilk söz şudur: Ey şahıs! Din, Kur’an kıssaları veya vahyin mahiyeti gibi konularda çoğunluğun benimsediği görüşün aksine görüş beyan etmekle bozulan bir şey değildir. Bu dünyanın üzerinden Bâtınîler (İsmâilîler, Karmatîler) geldi geçti ama bak din hala yerli yerinde duruyor. Ey şahıs! Bilesin ki din şu veya bu yorumla bozulmaz ama ahlaksızlıkla bozulur. Yani din intihalcilikle bozulur, kul hakkı yemekle bozulur. Daha açıkçası, din bir taraftan hurafe ve menkıbe edebiyatıyla insanların dinî duygularını okşamak ve/veya çakma evliya hikâyeleriyle dini afyonlaştırıp milleti uyuşturmak ama bir taraftan da on binlerce kişiyi dolandırmak gibi kitapsızlıklarla bozulur. Başka bir ifadeyle, din, Montgomery Watt’ın eserini yayımlamakla bozulmaz ama “İhlas Finans” isimli bir nitelikli dolandırıcılık şebekesi kurup ardından 60-70 bin kişiyi ihlaszede yapmakla bozulur. Din, bir taraftan “Seadet-i Ebediyye” adlı pespaye kitapta, “Hoparlörle ezan okumak ve bunu ezan diye dinlemek caiz değildir” gibi ifadelerle sözüm ona takvada titizlenme retoriği yapıp bir taraftan da TGRT televizyonunda çalgılı çengili programlar yaptırmak veya şantöz kılıklı bir kadının başından aşağıya çikolata döktürecek kadar cıvıklaşmış olmakla bozulur.

Din, cihad ayetleri veya ila-i kelimetullah konusunda “Ortaçağdaki hâkim savaş hukukuna göre şekillenmiş anlayışları gözden geçirmek gerekir. Bugünkü dünya dâru-l harb ve dâru’l-islam retoriğiyle tarif ve tanzim edilebilecek bir dünya değildir” demekle bozulmadığı gibi böyle söylemekle deizm filan da yayılmaz. Deizm hem din-iman bekçiliği yapmak hem de insanların yoğun ilmî mesailerle vücuda getirdiği ilmî eserlerden bilgi hırsızlığı yapmak gibi ahlaksızlıklar yüzünden yayılır. Başka bir ifadeyle, deizm, söylemde ahlakçı, eylemde ahlaksız olmanın dayanılmaz kahrediciliğine feryat ve isyan olarak yayılır. Deizm bir taraftan “KURAMER şunu yayımladı; Mustafa Öztürk bunu yazdı” diye dedikodu yaparken, diğer taraftan “ihlaszede” durumundaki on binlerce insanın din üzerinden dolandırılması hakkında tek kelime konuşmamak yüzünden yayılır. İşte bu sebeple söz konusu şahsa söylememiz gereken son söz şudur: Ey şahıs! Hem aklını hem ağzını topla; akıllı ol, ahlaklı ol, adam ol!

Son bir not olarak şunu da belirteyim ki KURAMER’le hiçbir resmi bağım bulunmadığı gibi bu kurumu temsil rolüm ve konumum da yoktur. Bu mesele bir kenara, son günlerde “Din Tahripçileri” etiketiyle dolaşıma sokulan video “tarihsellik konuşmaları” başlıklı videolarımın çekildiği ortamda birkaç yakın arkadaşla soru-cevap formatında canlı olarak facebookta yayımlanmış bir videodur. Söz konusu konuşmada vahyin mahiyetine dair her ne söylemişsem, tümünün arkasında durduğumu özellikle belirtmek isterim.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Şubat 2020

Kaynak: https://www.karar.com/dinime-dahleden-bari-muselman-olsa-1546818

Bunca İlgi ve Alakaya Kayıtsız Kalamazdık

Takdir edersiniz ki bu denli yoğun ilgi ve alakaya kayıtsız kalamazdık; bu yüzden istedik ki biz de bu gazeteyle birazcık ilgilenelim… Ben özellikle yakından ilgilenme hakkımı sonraki haftalara erteliyorum ve bu hafta Merhum Necip Fazıl’ın Hakikat gazetesi ile (Bugünkü Türkiye gazetesinin selefi) nasıl ilgilendiğini belgeleyen metni nakletmekle yetiniyorum.

Necip Fazıl Büyük Doğu dergisinin Şubat 1971 tarihli sayısında yayımlanan ‘Müstahak Oldukları Cevap’ başlıklı yazısında “Hakikat isimli hakka hıyanet gazetesi” diye tanımladığı mezkûr gazete hakkında şöyle diyor: Birinci yazımızda… Davamızın sadece haini olmak mevkiinde, hakikat katili Hakikat gazetesini, İslâm’ın nereye, hangi dalâlet kutbuna kadar alet edildiği noktasından teşhir ederek müminleri uyandırmaktı. Bazı devlet dairelerinde bedava dağıtılmaktan öteye hiçbir satış ve sesi olmayan, fuhuş gazetelerinden daha iğrenç ve küfür organlarından daha zararlı bu kâğıt parçasını, bir hiç ve sıfırdan ibaret kendi nefsi için değil, tek nüsha satmasa bile, memlekette İslâm’ı nerelere kadar düşüren bir neşir vasıtası bulunduğunu göstermek için, sırf prensip bakımından ele almıştık. Bir de bu gazetenin başındaki, sonradan “İbn Sebe”den daha alçak olduğunu gördüğümüz şahsın (Hüseyin Hilmi Işık), Necip Fazıl ile aynı kapıya bağlılık iddiasına rağmen, bu havsala yakıcı ve beyin törpüleyici haltları nasıl karıştırabildiğinden doğan bir hayret ve dehşettir ki bizi bu harekete zorlamıştı. Malûm şahıs, Büyük Veli’ye [Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Üçışık Efendi Hazretleri] mensup bulunduğu yalanından devşirilme manevi kredi sayesinde, şeriat bütününden zerre feda etmez bir kişi görünmenin imtiyazıyla, durup dururken “Şeriat istenemez, teokratik idare özlenemez!” sloganıyla din düşmanlığını ilandan kaçınmayan bir Başbakan’a (Süleyman Demirel) sadece iman vesikası vermekle kalmıyor, ona mason diyenlerin kâfir ve yardımcı olmayanların dinsiz olduğunu iddiaya kadar varıyor, onu desteklemeyi ibadet derecesine çıkarıyordu.

Kendisine, hakkında kaleme aldığımız yazının haberini verdik ve müdafaasını istedik. Büyük Veli’nin yakın akrabası ve gerçek bağlılarından nicesinin bu adamı bir sahtekâr olarak tavsif ve tasvir etmelerine rağmen, onlara mukavemet ediyor, ithamlarına katılamıyor ve açıkça gördüğümüz bu yazılara karşı gözlerimize inanamaz gibi oluyorduk. Karşılaştık. Merkum şahıs, bin dereden su getirdikten sonra, aynı dalâlet tavrına Büyük Velî’yi ortak gösterecek korkunç bir denaet ve şenaat edası takınmaktan çekinmedi ve bize, ikinci sayımızda neşrettiğimiz, riyakârlık ve sahtekârlık şaheseri mektubu yazdı. 

Hakikat katili ve Hak haini, bu zamana kadar Necip Fazıl’a hiçbir dinsiz, Yahudi, mason, komünist ve devrimbazın çatmadığı şekilde kâbuslara bile sığmaz isnat ve iftiraların türlüsü ve taarruz lisanlarının en mülevvesiyle mukabeleye kalkıştı. Necip Fazıl’ı, Yahudilerden para alan, içki ve kadın meclislerinde Necmeddin Erbakan’la karşılıklı kumar masasında bir tip olarak tasvir etmeye yeltendi. Necmeddin Erbakan’ın arkasına bir çift abdest takunyası koymakla da kâfirlerin müslümanlara bakışını tam benimsemiş oldu. Necip Fazıl dururken Necmeddin Erbakan’ı karıştırmasına ne lüzum vardı? Vardı; çünkü emir babadan geliyordu ve Demirel aleyhtarı olarak bir taşla iki kuş vurulmasını hedef tutuyordu... Bütün bunları tertipleyen münafıklar şahı, necaset faresinden daha pespaye maşasına bunları yaptırdıktan bir gün sonra da Başbakan’ı niçin tuttuğunu izah ederken, buna Büyük Velî’yi senet gösterecek derecede din, iman, hayâ ve ahlâk kaybına uğramaktan korkmadı…

(1) Bu gazetenin [bugünkü Türkiye gazetesinin selefi Hakikat gazetesi] rolü, kendisini din fetvacısı yerine koyan bir sahtekâr [hattata sahte ilmî icazetname yazdıran sahte mürşit Kimyager Albay Hilmi Işık] marifetiyle her ân, dine taarruz eden bir Başbakan’a iman ve İslâm vesikası vermek, yani iman ve İslâm’ı para karşılığında satmaktır!!! (2) Bu gazetenin başındaki başsız adamın rolü, seneler senesi İslâm yolunda faydalı eserler neşrettiği hissini verdikten sonra, paranın kokusunu alır almaz topyekûn itikat ve ameline kıymış olmaktan ibarettir!!! (3) Bu adam, Büyük Velî’ye mensup olmadığı gibi, ondan aldığı icazetname dahi sahtedir. Bu adamda en küçük ilim ve fikir haysiyeti de yoktur ve eserleri kelimesi kelimesine intihal, hırsızlamadır!!! (4) Bu adam, din düşmanlığıyla maruf bir mizah gazetesinin sarhoş ve serseri, kubur faresinden daha çirkef ressamını maşa diye kullanacak derecede adi ve haysiyetsizdir!!!

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Şubat 2020

Kıymet 'Nedret'e, Kıymetsizlik 'Vefret'e Tabidir

Kıymetin “nedret”e (azlık/kıtlık), kıymetsizliğin “vefret”e (çokluk, bolluk) tabi oluş ilkesi aslında hayatın hemen her alanında geçerlidir. Mesela, söz ya da kelamda kıymet ölçütü az ve öz oluşa tabidir. Söz çoğaldığı, laf kalabalıklaştığı zaman kıymetsizleşir. Çalçenelik, gevezelik, lafazanlık, boşboğazlık gibi tabirler, çok sözün kıymetsizliğini gösterir. Hâlbuki “söz” bizatihi çok değerlidir; hatta “Âdem rabbinden kelimeler/sözler öğrendi [ve o sözlerle af diledi]” mealindeki ayete (Bakara 2/37) bakılırsa söz insanın belki de en kadim değeridir. Söz sadece değerli değil, çok da güçlü bir şeydir. “Söz tohumdur” şeklindeki Anadolu özdeyişi sözün duygu, düşünce, eylem ve oluşa dönüşme gücünü belirtir. Derler ki söz tohumdur, ekmeyeceksin; madem ektin, dikkat edeceksin… Bütün bunlar bir yana, İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’an da bir “söz/kelam”dır; Sünnî anlayış ve inanışa göre “kelam-ı kadîm”, hatta Sünnî gelenek içerisindeki bir telakkiye göre varlığının üzerinden yokluk geçmeyen bir “kıdem-i zamani” ile kadimdir. Yuhanna İncili’nin başındaki “Önce söz vardı” cümlesi ise -Hıristiyan teolojisindeki kavramsal içeriğinden bağımsız olarak- sözün hem ilahi menşeini hem de varlık sahnesindeki kıdemini belirtir.

Ne var ki söz bizatihi ya da kendinde bu kadar kıymetli ve kudretli olmasına rağmen bugün artık kıymetten ve kudretten düşmüş, hem de amiyane tabirle “ayağa düşmüş” haldedir. Gerçi sevgili Ömer Erdem’e göre “bakmayın siz ‘sözün düşüşü’ aldatmacalarına. Doğrudur, söz düşmüştür düşmesine, ama bu ebedi bir düşüş değil sadece çağdaş bir durumdur. Eğer öyle olmasaydı konuşmak için hiçbir gerekçe kalmayacak, insan dil öncesi ilkelliğine geri dönecek ve dille yaratılmış ne kadar değer varsa rafa kaldırılacaktı. Bugün söz konusu olan, sözün temsil meselesidir ve söz, temsil krizi yaşamaktadır. Sözün gücü, ne söylendiğine değil asıl onu temsil edene göre can bulup değer kazanmak zorundadır. Düşen, kolektif sözün gücüdür. Ayağa kalkacak olan ise yeni özneye bağlı özgür sözdür.” (Ömer Erdem, “Sözün Gücü Şimdi Nereden Gelir?”, Karar Gazetesi, 29.01.2019).

Erdem’in bu bakış açısı hayli optimisttir. Kanaatimce söz artık tümüyle kıymetten düşmüş, sadece kolektif sözün gücü değil, tekil özneye bağlı özgür sözün gücü de tükenmiştir. Sözün kıymetten düştüğü alanların başında maalesef din ve din? alan gelmektedir. Daha açıkçası, dinî alan bugün itibariyle “söz” ve “konuşma”nın genel toplumsal planda ikrah ve istikrahla (tiksinti) karşılandığı bir platform haline gelmiştir. Çünkü bu alanda gevezeliğin sınırları çoktan geçilmiş, lafazanlık limitsizleşmiştir. Twitterde on binlerce takipçisi bulunan bir akademisyenin, “İmam Ebû Yusuf, Hz. Peygamber’in kabak yemeğini sevdiğini zikretti. Bir adam da ‘Ben sevmiyorum’ dedi. Bunun üzerine Ebû Yusuf o kimsenin dinden döndüğüne hükmetti” şeklinde bir paylaşım yapması, din? alanda sözün neye karşılık geldiğine dair az çok fikir verebilir. 

Toplumun genel havasına dair gözlemler ve izlenimlere istinaden kişisel algım ve anlayışım olarak söylüyorum ki din alanında söz/kelam temsil gücünü tümden yitirmiştir. Temsil gücü şöyle dursun, bu alanda sarf edilen hemen her söz faydadan ziyade zarar üretmektedir. Özellikle fiyakalı ve sloganik sözler üzerine inşa edilen dinî aidiyetlerin çoğu ise ne yazık ki saldırganlık, intikamcılık, iftiracılık, tezviratçılık gibi habisliklerden nemalanan “ahlaksız aidiyetler” olarak karşımıza dikilmektedir. İşte bu yüzden, içinde bulunduğumuz zaman ve zeminde “din”e dair söz söylemek, kendi namıma gevezelikten başka bir şey değildir. Bunca yıldır “belki bir faydası vardır veya az çok bir faydası olur” düşüncesiyle din alanında kendimi paralarcasına konuşmamın da “gevezelik”ten başka bir şey olmadığına kanaat getirmiş durumdayım ve bugün bu acı itirafımdan dolayı onca yıllık gevezeliğimin mazur sayılacağını umarım. 

En başta da belirtiğimiz üzere kıymet nedrete tabidir; yani söz ne kadar az olursa o kadar kıymetli, ne kadar çok olursa o kadar kıymetsizdir. Bu kural sadece din, siyaset, bilim gibi alanlarda değil, özel insani ilişkilerde de geçerlidir. Çok laf hem sözün gücünü hem de söz sahibinin değerini düşürür. Bugünkü toplumsal vasatta sözün değeri düşüp temsil gücü tükendiğine göre ne yapmak lazım gelir, diye düşünülebilir. Görünen o ki -Thomas S. Eliot’un ifadesiyle-, “Çevrendeki insanlar susacağı, konuşacağı ve duracağı yeri bilmiyorlarsa, sen fazla adım atmışsındır onlara. Biraz geri çekil” diye düşünmek ve biraz değil, epeyce geri çekilmek lazım gelir. Söz insani bir yüksek değer olarak tekrar kıymetlenir mi ya da eski gücünü yeniden kazanabilir mi, bilmiyorum; ama sözün kıymetinin beş paralık olduğu şu zaman diliminde konuşmak yerine susmanın, görünür olmak yerine ortalıktan kaybolmanın en azından kendi ruh sağlığımız için çok isabetli bir karar olduğuna inanıyorum…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Şubat 2020