Sıkıntı, Sabır ve Zaman

Topyekûn bütün insanlık çok büyük bir sıkıntı ve belayla karşı karşıya…
 
Koronavirüs isimli bu büyük bela karşısında fiziksel ve bedensel sağlığın yanı sıra psikolojik sağlığı korumanın da çok ciddi bir çaba gerektirdiği aşikâr bir gerçek… “Evde kal Türkiye!” tedbirinin akabinde yaşam alışkanlıklarımız büyük ölçüde değişti; fakat bu değişime ayak uydurmak tahmin edilenden daha zor şekilde gerçekleşecek gibi… Ayrıca içinden geçtiğimiz zor süreçte psikolojik savaş kaçınılmaz gibi… Ne kadar süreceği henüz belli olmayan bu savaşta yılmaz savaşçılara muhtaç olduğumuz kesin. İnsan çok daralıp bunaldığında ve bu noktada psikolojik savaş kaçınılmaz olduğunda imdada koşacak en güçlü savaşçılardan biri “sabır”, diğeri “zaman”dır. Bütün bir millet ve bütün bir insanlık ailesi olarak hep birlikte yaşadığımız şu zor günlerde de sanırım en çok sabır ve zamana muhtacız. Sadece bütün bir milletin veya topyekûn insanlık ailesinin kaderini birleştiren zor süreçlerde değil, bireysel düzeyde gündelik yaşantının birbiri ardınca gelen aksiliklerle hayli zorlaştığı, hayat yolunda ciddi sıkıntılarla karşılaşıldığı süreçlerde de en çok ihtiyaç duyduğumuz iki şey, yine sabır ve zamandır.

Fizikçiler ve filozofların tarih boyunca gerçek mahiyetinin ne olduğu konusunda fikir birliğine varamadıkları zaman kavramına dair çok şey söylenebilir; ancak bu konuda söylenecek şeylerin vakıaya ne ölçüde tetabuk ettiği hakkında kesin görüş beyan etmek imkânsızdır da denebilir. Sonuçta bir vehim ya da illüzyon (yanılsama) bile olsa, pek istikrarsız ve uçucu bir şey gibi algılansa dahi zamanın insan üzerindeki unutturucu ve sağaltıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Fakat ne gariptir ki zaman denilen şey, bir şeylerin yoluna girmesini beklediğimizde çok yavaş, bir işe yetişemeyip geciktiğimizde ise alabildiğince hızlı akmaya başlar. Öte yandan sıkıntı ve belalarla boğuşurken uzadıkça uzayan zaman, mutluluk söz konusu olduğunda alabildiğine kısalır. Zaman denen şeyi farklı hallerde çok farklı algılamanın özellikle duygusal tarafı ağır basan insanlar için söz konusu olduğunu bu vesileyle not etmek lazımdır. Bu yüzden, içinden geçtiğimiz sıkıntılı süreci zamandan istimdat eyleyerek atlatmak söz konusu olduğunda, duygusallığı mümkün mertebe arka planda tutup rasyonelliği ön plana çıkarmakta fayda vardır.

Bu bağlamda “sabır” denen savaşçıdan da istimdat eylemek lazımdır. Nitekim gelenekte “ulaşır menzil-i maksûduna âheste giden, tîz-reftâr olanın payine dâmen dolaşır” şeklinde bir söz vardır ki gayet manidardır. “Sabır” (Sabr) Arapça bir kelime olarak “hapsetmek, alıkoymak” anlamındaki “sbr” kökünden türemiş olup Kur’an’da “kendini tutmak, metanetli olmak, direnmek, dayanmak, tahammül etmek” gibi manalarda kullanılır. Arap dilinde “yakınma, sızlanma” manasındaki “ceza’” kelimesinin karşıtı olarak kabul edilen “sbr” kökündeki temel anlam, bir izaha göre insanın sükûn ve itminan içinde kendisini sıkıntı ve yakınma hâlinden korumasıdır. Nefsi telaştan, dili şikâyetten, uzuvları çirkin davranışlardan korumak, nimet hâli ile mihnet ve meşakkat hâli arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûneti muhafaza etmek” diye de tanımlanan sabrın biri cismani, diğeri ruhani olmak üzere iki farklı türünden de söz edilebilir.

Cismânî sabır bedensel olarak maruz kalınan zahmetli işler, eziyetler ve acılara katlanmaktır ki bu tam manasıyla fazilet sayılmaz. Asıl fazilet ruhsal sabır olup iki şekilde tezahür eder. İlki insana zevk veren şeylerden yararlanmada aşırılıktan sakınmak suretiyle ortaya konulan sabırdır. İkincisi ise can sıkıcı durumlarla karşılaşılması veya güzel nimetlerden mahrum kalınması hâlinde dirençli ve tahammüllü davranmaktır. İslami kaynaklarda “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür” şeklinde güzel bir söz yer alır. Sabrın fazilet bakımından en alt derecesi, içinde bulunulan sıkıntılı ve zor durumdan memnun olunmamakla birlikte şikâyet etmemek, bundan daha faziletlisi içinde bulunulan duruma rıza göstermek, en faziletlisi ise bela karşısında şükür halini muhafaza etmektir.

Sonuç olarak, sabır, ruhen çökmüş hâlde sıkıntı ve zorluklara katlanmanın ya da acziyet içerisinde tedbiri elden bırakıp sızlanmanın ötesinde, çok güçlü bir direnç sergilemektir. Bu demektir ki sabır pasif değil aktif, reaktif değil proaktif bir hal ve tutumun ifadesidir. Dinî çerçevede ise sabır, hayır olarak görünen şeyin ardında şer, şer olarak görünen şeyin ardında hayır olabileceğine, bunun ancak ilim ve hikmetine akıl-sır ermeyen Allah tarafından bilinebileceğine tam bir imanla ortaya konulan sebat ve gayrettir. Nitekim Kur’an’daki birçok ayette de sabır, zor zamanlar ve sıkıntılı durumlarda itidal çizgisinde sabitkadem olmanın yanı sıra müslümanca yaşama yolunda karşılaşılan her türlü zorlukla başa çıkabilmek için gerekli ruhsal dirence sahip olmayı belirtir. Sabır denen bu direnci sergileyebilmek, kendi namıma söylersem, tahmin edildiğinden çok daha zor bir iştir; fakat ne kadar zor olursa olsun, gerek insani ilişkilerde yaşadığımız kötü tecrübeler ve tecelliler gerek insanlardan bağımsız olarak karşılaştığımız bela ve musibetler karşısında kendimizi dimdik ayakta tutabilmek için sabrın müthiş savaşkanlığını hatırlamak lazım gelir. Bu münasebetle Cenâb-ı Hakk’ın da “çok sabırlı” (Sabûr) olduğunu hatırlatmak gerekir. Nitekim bir hadisteki ifadeye göre “Başkalarından gördüğü eza ve cefaya Allah’tan daha çok sabreden bir kimse yoktur. İnsanlar kendisine eş ve ortak koştukları halde Allah yine de o insanları rızıklandırıp sıhhat ve âfiyet içinde yaşatmaktadır.” (Buhârî, “Edeb” 71, “Tevḥîd” 3).

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Nisan 2020

Kaynak: https://www.karar.com/sikinti-sabir-ve-zaman-1555790

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder