Din ve Dindarlık Bağlamında Zehirli Dilimize Dair Serzenişler

Bize dîdâr gerek dünya gerekmez
Bize mana gerek dava gerekmez…
(Yunus)

Satırlarıma samsunhaberhattı.com sitesinde yazmama vesile olan İlknur Yamak Hanımefendi’ye ilgi ve teveccühünden dolayı içtenlikle teşekkür ederek başlamak istiyorum. Yazan bilir, yazmak gerçekten zor bir iştir; zira insan zihinsel harîminde ve iç evreninde çok katmanlı, kıvrımlı, girintili-çıkıntılı düşünmeyi başarabiliyor ve fakat düşüncelerini dile dökmek söz konusu olduğu zaman çok kere ya fikir ve hissiyata dil refakat etmiyor ya da kelimeler meramı ifadeye kâfi gelmiyor. Malum, dünya ve insanlık halleri; her günkü ahval ve şerait aynı olmadığından, insan da halet-i ruhiye itibariyle her dem aynı insan olmuyor.

Son günlerde, dildeki kelimelerin fikriyat ve hissiyatıma kâfi gelmediği duygusunun kurşun gibi ruhuma çöktüğü kasvetli bir hal içindeyim; ister istemez yazı yazmaktan da hayli yüksünmekteyim. Ancak (5 Kasım 2015) TRT Diyanet Televizyonu’nda yayımlanmak üzere çekimi yapılan Genç İlahiyat programında “Ayrıştırıcı ve Bütünleştirici Bir Metin Olarak Kur’an Okumanın Kodları” başlıklı konuya dair konuşmacı olarak davet edildiğim Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yaşadığım nahoş bir hadiseye binaen, “Söylemezsem ölürüm” diyerek bu satırları yazmaya karar verdim.

Program moderatörünün, “Hocam, Kur’an’ı ayrıştırıcı bir metin olarak okumanın yolu yordamı nedir?” mealindeki sorusuna, tek kelimeyle “ibret” kelimesiyle karşılık vermiş ve ardından özet olarak şunları söylemiştim: “İbret gündelik dilimizde maalesef özgün anlam/çağrışım derinliğini büyük ölçüde yitirmiş ve sıradan hale gelmiş bir kelime. Oysa ibret, Arap dilinde “bir yerden başka bir yere intikal etmek” anlamına gelen abr kökünden türemiş bir kelime olarak, sözgelimi bir yaşanmışlık üzerinde adamakıllı düşünmeyi ve o yaşanmışlıktan kalkarak kendi yaşantımıza dair dersler çıkarmayı, dolayısıyla bize ait olmayan bir tecrübeyi duygudaşlık temelinde ve kendi varlık tecrübemizle irtibatlı biçimde anlamaya çalışmayı ifade eder.

Bu açıdan bakıldığında Kur’an’ın ibretle okunması, onun insan ve eşya hakkında anlattıklarını herkesten önce kendimize mal ederek okunması demektir. Böyle bir okuma kültürü başka insanlardan önce ve özellikle kendimizi terbiye ve adam etmek gerektiğini öğretir. Yine bu kültür başkasının gözündeki çöpten önce kendi gözümüzdeki merteği görme ahlakını öğretir. Böyle bir ahlâkî kazanımla kişi kendi hamlıklarının ve nobranlıklarının farkındalığıyla kendini adam etme gayretinden mecalsiz kalır. Üstelik kendi kusurlarının ve ayıplarının ağır bilançosu yüzünden başkalarını kınama ve ayıplamaktan da utanır, sıkılır.

Bütün bunlar Kur’an’ı ibretle okumanın pratik ahlaka yansıyan müspet sonuçlarından sadece birkaçından ibarettir. Bu tarz bir okumanın başka müspet sonuçları arasında insanın sabır, sebat, metanet, diğerkâmlık, affedicilik, engin gönüllülük gibi faziletlerle bezenmiş bir ahlak ve erdem insanı olma yolunda mesafe alması da sayılabilir. Kur’an’dan çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Yusuf suresinin 111. ayetinde, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında bir dizi ibret bulunduğundan söz edilir. Gelenekte ve günümüzde hükümferma olan Kur’an okuma ve anlama tarzı dikkate alındığında, bu ibretlerin pratik hayatta neye tekabül ettiğine dair hemen hiçbir somut sonuca ulaşmak mümkün değildir. Haliyle, ayetin zihnimizde beliren yüzeysel mana ve mesajı, tabir caizse, “Söz konusu kıssada birtakım ibretler var; ama bunları anlayıp hayata taşıyabilene aşk olsun”dan ibarettir. Evet, maalesef bu böyledir. Çünkü bizim Kur’an okumalarımızdaki mihver ontolojik değil epistemolojiktir; böyle olduğu için de kendi varlık ve varoluş tecrübemizle Kur’an’ın anlattıkları arasında duygudaşlığa dayalı bir bağ kurmamız pek mümkün değildir. Yarım yamalak kurabildiğimiz tek bağ zihinsel ve entelektüel karakterli olduğundan, Kur’an’la aramızda sürekli bir mesafe bulunmakta, onca okuma/anlama çabasına rağmen bu mesafe hiç kapanmamakta ve nihayet güya okuyan/anlayan özne olarak ben burada, Kur’an da kendi başına bir metinselentite olarak, “Gel, benim dilsel kodlarımı tablet çözümler gibi çözümleyerek anla” der gibi eli kolu bağlı ve yorumcunun insafına kalmış halde oracıkta durmakta, bunun neticesinde de ibret denen şey buharlaşmaktadır.

İbret ancak varoluşsal anlama çabasından hâsıl olur. İşte o zaman, düpedüz kıskançlık yüzünden “Ölsün de kurtulalım” diyerekten kendisini kuyuya atan kardeşleri yıllar sonra son derece mahcup bir halde karşısına çıktıklarında, “Bugün kötülüklerinizi yüzünüze vurup sizi azarlayacak değilim; (ben sizi affettim; dilerim) Allah da sizi affetsin” diyen Yusuf gibi olup olamadığımızı sorgulamak veya kimi zaman kendimizi “pek kıvamlı müslüman” olarak gördüğümüz halde affedicilik katsayımızın düzeyini, hata ve kusur bağışlama kapasitemizi, dolayısıyla Hz. Yusuf’la mukayeseli biçimde ahlak ve fazilet derecemizi gözden geçirip kendi kendimize adamakıllı hesap sormak kaçınılmaz hale gelir. Hz. Peygamber, Yusuf kıssasındaki ibretten fazlasıyla nasipdar olduğundandır ki Mekke fethedildiği gün, vaktiyle kendisine olmadık hakaretler ve eziyetler eden Kureyşlileri, “Size aynen Yusuf’un kardeşlerine söylediği sözü söylüyorum. Yani “Bugün kötülüklerinizi yüzünüze vurup sizi azarlayacak değilim. Gidin, hepiniz serbestsiniz” diyerek bir çırpıda affetmiştir.

İmdi, böyle bir kitabın mümini, böyle bir peygamberin ümmeti olduğu iddiasını dillerinden düşürmeyip vird-i zeban gibi tekrar eden, hatta her fırsatta, “Biz Kur’an’ın ve İslam’ın muhafızlarıyız” söylemiyle kükreyen sözüm ona sıkı müslümanlar acaba nasıl oluyor da kendi dindaşlarını zehirli yılan gibi sokuyor, dahası kendi dindaşını tekfir etmeyi marifet biliyor, hatta tekfirciliği cihad sayabiliyor? Üstelik bir taraftan din adına tıpkı bir şiddet makinası gibi iş görürken, diğer taraftan, “Huzur İslam’dadır” mottosuyla özetlenebilecek türden sükseli barış, esenlik, huzur retorikleri üretebiliyor? Yine bir taraftan, kendilerince gayr-i meşru olduğu gerekçesiyle birçok müslümanı bir çırpıda tekfir ederken, diğer taraftan da münasebet düştükçe, Hâricilik ve Hâricileri kınayabiliyor… Ama gelin görün ki bütün bu akla ziyan haller bugünkü İslam dünyasının hemen her coğrafyasında ve dahi bu topraklarda bilfiil yaşanıyor. Hal böyle olunca İslam huzurdan çok huzursuzluk, barıştan çok savaş dini olarak algılanıyor. Ama ne hikmetse, tıpkı muhkem-müteşabih ayetinde, fitne üretmek ve tevile yeltenmek arzusuyla müteşabih ayetler etrafında dönüp duranlara yönelik ilahi ikaz ve kınamayı hiçbir mezhebin kendi üstüne almaması, dolayısıyla müteşabih ayetleri bal gibi tevil ettikleri halde, ilgili ayetteki kınananlar zümresinin mutlaka başka adreslerde aranması gerektiğini savlaması gibi, bugünün dünyasında İslam’ın yakasına yapıştırılan “şiddet dini” yaftasından hemen hiçbir müslüman grup, cemaat veya hareket de zinhar kendini sorumlu tutmuyor.

İşte söz konusu programdaki konuşmamın girizgâhında, tam da bu kanayan yaramızla ilgili bir tür öz eleştiri yapmaya çalışırken, her geçen gün daha fazla gürültü üreten ve yeni bir paralel yapı olma istikametinde hızla mesafe kat edip ülkenin hemen her tarafında “Ehl-i Sünnet’i müdafaa” söylemiyle kolonileşen, üstelik kendilerini din ve iman bekçisi olarak telakki eden ve yine kendilerini herkesin dinini denetlemeye salahiyetli gören,biraz mafyatik karakterli, biraz talibanvari bir hareketin vuruşkan mensupları, tekbir eşliğinde bizi tekfirle suçlama nümayişinde bulundu. Ülkedeki hâkim din politikası uyarınca ilerleyen zamanlarda kuvvetle muhtemel olarak benzerleriyle daha sık karşılaşacağımız bu tecrübe ister istemez Yunus’un, “Bize dîdâr gerek dünya gerekmez; bize mana gerek dava gerekmez” sözünü hatırlattı.

Derin bir irfandan sadır olan bu sözün, “Bize mana gerek dava gerekmez” kısmı,mafyatik karakterli dinî hareketlerin genelde bütün İslam dünyasında, özelde bu memlekette İslam’ı ve Kur’an’ı düpedüz ayrıştırma vebölüp parçalama enstrümanı gibi kullanmalarının hangi menata yaslandığını yeterince açıklamaktadır. Zira bu sözün özü şudur: Ben müslümanım diyen bir kişi kendisinin çok dindar ve taatkâr olduğunu, sözgelimi Kur’an’ın söylediklerine harfiyen uyduğunu dillendirir ve fakat Yusuf kıssasından alınması gerektiği halde alınmayan ibret dersi örneğinde olduğu gibi, Kur’an’da emir ve tavsiye edilenin tam aksi istikametinde davranış pratikleri sergilerse, işte o zaman müslümanlık salt dava/iddiadan ibaret kalır. Oysa mana ehli iddiasız bir müslümanlığa talip olur. Dahası, başka insanların dindarlık ve müslümanlıklarına hafiyelik ve zabitlik yapmak yerine kendisinin dinî-ahlâkî arızalarını onarmakla meşgul olur. İslam’ı zehir kusan bir dil ve retorikle değil, erdemli hayat pratiğine tekabül eden bir temsil hedefine odaklanır; böyleyken hiç konuşmasa dahi huzur ve esenlik vaat eden dindarlık adına çok şey anlatır.

Hâsıl-ı kelam, biz din davasından maddi-manevi rant devşirmek adına İslam ve Kur’an muhafızlığına soyunan müesses oluşumların gerçekte ne işler çevirdiklerini malum “paralel” vakasıyla bizzat yaşadık ve anladık. Bu yüzden, din davasıyla ortaya çıkıp kısa sürede palazlanan ve yeni paralelliğe namzet olan yapılardan artık bıktık usandık; ama gelin görün ki ottan çöpten daha çok din davacısı ve paralel yapı yetiştirmeye teşne olan bu topraklarda dünyaya gözümüzü açmak gibi bir kadere mahkûm olduk. Geçmişte 28 Şubat’ın laikçi versiyonunun, şimdi de sekter dinci ve hizipçi versiyonunun eziyetine uğramak gibi çok cilveli bir kader bu!

Bilindik 28 Şubat Atatürkçülük ve laikliği kendine kalkan yapıp dindar kesimlerden intikam almayı kendine vazife edindi; şimdiki versiyonu ise toplumdaki tüm dindar kesimlerin kendilerini daha rahat ve özgüven içinde hissettikleri bir iklime kavuşmasına şükür meyanında sulh, sükûn, birlik ve beraberlik içinde yaşama kültürünü çoğaltmaya çalışmak yerine tıpkı Ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki Kilise ve ruhban sınıfı üslubuyla “fırsat bu fırsat” deyip kendi dindaşlarını aforoz etmeyi marifet bildi.

Abbasiler döneminde Hallâc-ı Mansur ve Bağdat’taki Hanbelî (Berbehârî) fitnesi, Osmanlılar döneminde Molla Lutfi hadisesi, günümüzde ise Taliban, Işid ve şimdilerde tıpkı bir heyulaya dönüştürülen Ehl-i Sünnet adına tekfircilik tecrübesi dikkate alındığında, bugün bu ülkede nefes alıp vermemizi büyük ölçüde laikliğe borçlu olduğumuz kendiliğinden anlaşılır. Bu vesileyle, laiklik ile laikçilik arasındaki ciddi fark gibi, İslam ile müslümancılık arasındaki uçurumun da farkında olunması gerektiği özellikle vurgulanmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Kasım 2015

Kaynak: http://www.samsunhaberhatti.com/articledetail.asp?id=433

4 yorum:

  1. Bu olayla ilgili bir video gördüm, bir kelimeyle rezalet! Tartışmayı-düşünmeyi bilmeyen molla özentileri! Hocam lütfen bu tür pespayeliklere takılmadan çalışmalarınıza devam ediniz!

    YanıtlaSil
  2. Aynı videoyu ben de izledim.Çok üzüldüm ve utandım. Yazık .Bu örümcek beyinlilerden daha çok çekecez galiba.

    YanıtlaSil
  3. Hocam, son paragrafta, "nefes alıp vermemizi laikliğe borçluyuz" sözünüzü biraz açar mısınız?
    Kemalistlere selam göndermeye benzemiş.

    Hasan

    YanıtlaSil
  4. İt ürür kervan yürür. Hocam siz onlara kafanızı takmayın. Sizin gbi zihni berrak alimlere ihtiyacımız var. ALLAH size ve tüm müslümanlara sağlık ve afiyet versin . ALİ KOÇALİ (Makina mühendisi)

    YanıtlaSil