Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve
“Bi’l-Hak” Meselesi
(Kur’an Kıssalarının Mahiyeti Adlı Yeni
Kitap Çalışmasından Bir Bölüm)
Prof. Dr.
Mustafa ÖZTÜRK
Modern dönemdeki bazı çalışmalarda
Kur’an kıssaları tarihî, temsilî, gaybî gibi farklı kategorilerde ele alınıp değerlendirilmiştir. Bu çerçevede Âdem ve iki oğlu, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak,
Ya’kûb, Yûsuf, Şuayb, Musa, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûnus, Zekeriyya, Yahya ve İsa gibi peygamberlere ait kıssalar “tarihî kıssa” olarak tasnif edilmiştir. Lokman, Zülkarneyn, Firavun,
Kârûn, Ashâb-ı Kehf,
Ashâb-ı Karye, Ashâb-ı Fîl, Ashâb-ı Uhdûd gibi kıssalar da yine aynı kategoride değerlendirilmiştir. Buna mukabil Kur’an’ın nüzulü sırasında meydana gelen hicret, Bedir, Uhud,
Hendek (Ahzâb), Huneyn, Hamrâü’l-esed, Tebük gazveleri/seferleri
ile Bey’atürrıdvân ve Hudeybiye antlaşması gibi hadiselerden söz eden ayet grupları ilk hitap çevresindeki yaşanmışlıklara dair kıssalar olarak kategorize edilmiştir. Âdem’in yaratılışı kıssasıyla kıyamet ve ahiret ahvaliyle ilgili haberleri muhtevi ayetler ise “gaybî kıssalar” diye isimlendirilmiştir.[1]
Başka bir tasnife göre Kur’an’daki kıssalar tarihî, temsilî ve tarihî-temsilî olmak üzere üç gruba ayrılır. İlk
gruptaki kıssalar
uzak geçmişe dair haberleri muhtevi olup bu kıssalarda bahsi geçen olaylar, şahıslar ve diğer unsurlar tarihî gerçekliğe tamamen uygundur. İkinci gruptaki kıssalara konu olan olaylar ve şahısların tarihî karşılıkları yoktur; fakat içerdikleri mana ve mesaj doğrudur. Bu gruptaki kıssalar Arap dilinde “mesel” (emsâl) diye ifade edilen edebî türle yakından
irtibatlıdır. Üçüncü grupta ise Ashâb-ı Karye
gibi tarihte karşılığı bulunan
ve fakat örnek babında sunulan kıssalar yer alır.[2]
Muhammed Halefullah’ın hararetli tartışmalara konu olan ve hâlen de tartışılan tasnifine göre ise Kur’an’da tarihî, temsilî ve üstûrî (mitolojik) olmak üzere üç farklı kıssa türü
vardır. Nûh, Hûd, Salih, Lût gibi peygamberler ve
kavimleriyle ilgili kıssalar tarihî kıssa kapsamındadır. Ancak
bu kıssalardaki bazı ifadeler bu peygamberler ve
kavimlerin başlarından geçen olayların kronolojik seyrini yansıtmamaktadır. Zira kıssalara konu olan bir olay, Lût kıssasında görüleceği gibi iki ayrı surede kısmen farklı bir kronolojik tertiple sunulmakta;[3]
kimi zaman aynı söz farklı kişilerin dilinden aktarılmakta,[4]kimi
zaman Âd ve Lût örneğinde olduğu gibi iki farklı kıssa aynı şekilde anlatılmakta,[5]
kimi zaman geçmiş zamanlar ve muhataplarla ilgili hadiseler Bakara 2/40-49. ayetlerde
olduğu gibi müvacehe hitabıyla ve hâl/istikbal siygasıyla aktarılmaktadır.[6]
Aynı kıssanın farklı surelerde az çok farklı bir kronolojik tertiple
serdedilmesi veya aynı ifadenin değişik surelerde farklı kişilere atfedilmesi
gibi hususlar bazı müfessirler tarafından fark edilmiş ve bununla ilgili birtakım
te’viller üretilmiştir. Mesela Hatîb el-İskâfî (ö. 420/1029) ve İbnü’z-Zübeyr
(ö. 708/1308) gibi âlimler, “Belli ki bu adam işini iyi bilen bir sihirbaz. Amacı da sizi yerinizden
yurdunuzdan etmek! Şu halde, ne yapmayı önerirsiniz?’kâle’l-meleü min kavmi
fir’avne inne hâzâ le-sâhirun alîm yürîdü en yuhriceküm min ardiküm fe-mâzâ
te’murûn) mealindeki ifadelerin A’râf 7/109-110. ayetlerde Firavun’un yakın çevresindeki
kişilerin (mele’) dilinden (aktarılmasına mukabil, Şuarâ 26/34-35. ayetlerde,
“Belli ki bu adam işini çok iyi bilen bir sihirbaz. Hedefi de sihir marifetiyle
sizi yerinizden yurdunuzdan etmek... Şu hâlde, ne yapmayı önerirsiniz?” (kâle
li’l-melei havlehû inne hâzâ le-sâhirun alîm yürîdü en yuhriceküm min ardiküm
bi-sihrihî fe-mâzâ te’murûn) mealindeki ifadelerin Firavun’a nisbet edilmesi
problemini te’vil yoluyla çözmeye gayret etmişlerdir.[7]
Kur'an kıssalarının ikinci kategorisini
oluşturan temsilî kıssalar tarihte vuku bulmuş olaylar ve şahıslarla ilgili değildir. Gökten inen sofra, Âdem’in iki oğlu, İbrahim ve
dört kuş, Âdem ve İblis gibi kıssalar bu türdendir. Halefullah’a göre temsilî kıssa aslında Zemahşerî’nin birçok kez “tahyîl” (kurgusal anlatım) diye ifade ettiği edebî ifade ve üslup tarzıyla örtüşür niteliktedir. Üçüncü kategoriyi oluşturan üstûrî (mitolojik) kıssalara gelince, Halefullah Hârût-Mârût, Ashâb-ı Kehf, ilk günah (Âdem ve cennet) gibi kıssaların mitolojik (üstûrî)
karakterli olduğu kanaatindedir. Ancak Halefullah bu kanaatini doğrudan ve açıktan söylemek yerine kimi zaman Muhammed Abduh’un görüşleri, kimi zaman müsteşriklerin tezleri, kimi zaman da Muhammed İkbal’in sembolik ve felsefî te’villerine atıfla dolaylı ve dolambaçlı şekilde ifade etmeye çalışır; fakat sonuçta şu iddiası gayet açıktır: “Kur’an’ın mitolojik kıssalar içermesinde beis yoktur. Çünkü bu evrensel edebiyatta ve büyük
dinlerde mevcut olan bir hususiyettir…Üstelik Kur’an kendisinin mitolojik kıssalar içerdiğini
reddetmiyor; onun reddettiği husus, mitolojik kıssaların [müşriklerce dillendirilen] Kur’an’ın ilâhî vahiy kaynaklı olmayıp Muhammed tarafından kurgulandığı iddiasına delil olarak sunulmasıdır.”[8]
Bize göre Kur’an kıssalarıyla ilgili bütün
bu tasnifler herkesin ittifakla kabul edeceği dilbilimsel veya yorumbilimsel ölçütlere değil, kişisel perspektiflere, hatta kelâmî kabullere dayanmaktadır. Kaldı ki yorumbilim alanında sabit, standart ölçütlerden
söz
etmek pek mümkün değildir.
Çünkü yorum her zaman öznelliğe açık ve aynı zamanda ucu açık bir faaliyettir. Hele de söz konusu metin, kendisine inanılması iman esası sayılan bir
kutsal metin olursa yorum faaliyetinde kelâmî-itikadî kabullerin belirleyici
rol oynaması kaçınılmaz hale gelir.
Bunun içindir
ki Zemahşerî’nin bazı kıssalarla ilgili “tahyîl, tasvîr, temsil” şeklindeki tespitleri Mâlikî müfessir İbnü’l-Müneyyir (ö.
683/1284) tarafından hoş karşılanmamış, hatta ilâhî kelama karşı sû-i edep olarak tanımlanmıştır.[9]
Sonuçta Kur’an kıssalarıyla ilgili tüm tasnifler tartışmaya açık kabul
edilebilir. Bununla birlikte geleneksel anlayışta kıssaların dogmatik denebilecek bir tarzda
tasnif edildiği de
söylenebilir. Kuşkusuz Halefullah’ın mitolojik kıssa kavramlaştırması da tartışılabilir; fakat bundan önce tartışılması gereken
husus Zülkarneyn,
Hârût-Mârût gibi kıssalar da dâhil, birtakım olaylar ve şahıslarla ilgili tüm kıssaların tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü iddiasıdır. Bize göre böyle bir iddianın, “Kur’an Allah’ın kelamıdır; Allah tarihte vuku
bulmayan şeyleri
anlatmaz” tarzındaki
itikadî ön
kabulden başka bir gerekçesi
yoktur. Buna mukabil, sıhhati ve ikna ediciliği tartışmaya
açık olmakla birlikte
Halefullah’ın tezleri dil, edebiyat ve
yorumbilimsel gerekçelere dayanmakta veya en azından Kur’an’ın ilâhî
vahiy ama aynı zamanda
lisânî bir metin olduğu vurgusu taşımaktadır. Burada tartıştığımız iki farklı yaklaşım tarzını, “Kur’an’da seci var mı yok mu?” tartışmasında, “Seci Arap dilinde güvercin ve kumru gibi kuşların aynı ses ögesini tekrar ederek ötmesine atıfta bulunan bir kelimedir; ilâhî
kelamı böyle basit şeylere ve/veya kâhinlerin konuşma şekline benzetmek caiz değildir” gerekçesiyle reddeden kelâmî yaklaşımla,[10]
“Kur’an Arap diliyle nazil olmuş bir kelamdır; Arap dilinde edebî ve estetik bir unsur olarak seci varsa bunun Kur’an metninde bulunması da gayet tabiidir”[11]diyen dilcilerin bakış açısı arasındaki farka benzetmek mümkündür.
Kur’an’daki tüm kıssaların tarihî gerçekliğe uygun
olduğuna ilişkin geleneksel anlayış özellikle bazı kıssalarla ilgili ayetlerdeki hak kelimesini
referans gösterir. Buna göre sözgelimi Âl-i İmrân 3/62. ayetteki inne hâzâ
le-hüve’l-kasasu’l-hak ifadesi, “İşte bu tarihî açıdan gerçek bir kıssadır” manasına gelir. Aynı şekilde Kasas 28/3. ayetteki netlû aleyke min nebei mûsa ve firavne
bi’l-hakki li-kavmin yü’minûn ifadesi Musa ve Firavun kıssasının tarihî açıdan doğru aktarılmasını belirtir, dolayısıyla bu ayetler kıssaların tarihî gerçekliğine bizzat Kur’an’ın tanıklığı
olarak değerlendirilir.[12]
Oysa Kur’an kıssaları bağlamında
zikredilen hak veya el-kasasü’l-hak gibi kelimeler ve
terkipler doğrudan doğruya tarihî gerçeklik meselesiyle
ilgili değildir.
Örnek vermek gerekirse,
Âl-i İmrân 3/62. ayetteki inne hâzâ le-hüve’l-kasasu’l-hak ve ardından atıf/bağlaç
harfiyle zikredilen ve-mâ min ilâhin
illallah ifadesi, bir önceki ayetin sonunda yer alan el-kâzibîn (yalancılar, yalan konuşanlar) lafzının muktezasını beyan maksadıyla serdedilmiş bir mu’teriza (ara cümle) konumunda olup Hz. İsa’nın bir beşer ve kul olduğu gerçeğini
kabullenmeyip ona ulûhiyet isnat eden Hıristiyanlara yönelik bir reddiye mahiyetindedir. Dolayısıyla inne hâzâ
le-hüve’l-kasasu’l-hak ifadesi, “İsa’nın gerçek kimliği hakkındaki sahih/doğru söz işte budur” manası taşır.[13]Burada
bahis konusu olan doğruluk ise tarihle değil, inançla alakalıdır. Nitekim gerek Âl-i
İmrân suresinin ilk
seksen küsur ayetinin Hıristiyanlarla ilgili olması, gerekse bahis konusu ayetin öncesinde Hıristiyanlara lanetleşme (mübahale) teklifinde bulunulması, “el-kasasü’l-hak” tabirinin asıl mana ve mefhumuna yeterince açıklık kazandırır.
Musa-Firavun, Hâbil-Kâbil
gibi bazı kıssaların hemen başında zikredilen bi’l-hak lafzına “tarihî gerçeklik” manası yüklemenin pek isabetli
olmadığını, innâ
erselnâke bi’l-hak (Bakara 2/119), nezzele’l-kitâbe
bi’l-hak (Bakara 2/176), tilke
âyâtullâhi netlûhâ aleyke bi’l-hak (Bakara 2/252), nezzele aleyke’l-kitâbe bi’l-hak (Âl-i İmrân 3/3), mâ nünezzilü’l-melâikete illâ bi’l-hakk (Hicr 15/8), ve-âteynâke bi’l-hak (Hicr 15/64), ve-bi’l-hakki enzelnâhu ve-bi’l-hakki nezel
(İsrâ 17/105), haleqallahu’s-semâvâti ve’l-arza bi’l-hak
(Ankebût 29/44), haleqa’s-semâvâti
ve’l-arza bi’l-hak (Zümer 39/5), lekad
ci’nâküm bi’l-hak (Zuhruf 43/78) gibi ayetlerde de geçen aynı tabire “tarihî gerçeklik” manası takdir
edildiğinde nasıl bir mana ve mefhumun ortaya çıkacağını düşünmekle de teyit ve tespit etmek imkân
dâhilindedir.
Hak kelimesi Kur’an’da “asılsız, temelsiz, boş, abes” gibi anlamlar taşıyan “bâtıl”ın zıddı olarak
anlam ve gayeye atıfta bulunur. Hak ile bâtıl arasındaki bu anlam karşıtlığını yaratılışla ilgili iki ayetle örneklendirmek mümkündür. Âl-i İmrân 3/191. ayette, “Rabbimiz! Sen bu
gökleri ve yeri bâtıl olarak yaratmadın” (rabbenâ mâ halaqte hâzâ bâtılen) mealinde bir ifade yer alır. Bu ayette geçen bâtıl kelimesi “abes” (boş yere, anlamsız, amaçsız) manasına gelir[14]ki
bu mana Enbiya 21/16 ve Duhân 44/38. ayetlerdeki, “Biz göğü/gökleri, yeri ve bu ikisi arasında mevcut olan şeyleri bize oyun eğlence olsun diye yaratmadık” ifadesiyle çok daha açık biçimde ifade edilir. Diğer taraftan İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3, Ankebût 29/44, Rûm 30/8, Zümer
39/5, Duhân 44/39, Câsiye 45/22, Ahkâf 46/3, Teğâbün 64/3 gibi birçok ayette de Allah’ın gökleri ve yeri “hak” ile yarattığı, yani boş yere yaratmadığı bildirilir.
Bütün bu ayetlerde yaratılışın “hak” ile ilişkilendirilmesi, kâinat ve mevcudatın esaslı bir gaye
ve hikmete mebni olarak vücuda getirildiğini belirtir. İbn Âşûr da İbrahim 14/19. ayetteki elem tera
ennellâhe haleqa’s-semâvâti ve’l-arza bi’l-hak ifadesini açıklarken “hak” kelimesinin burada abesin karşıtı olarak hikmet manasında kullanıldığını belirtmiş, ayrıca bu mana takdirini Duhân 44/39. ayetteki ve-mâ
haleqna’s-semâvâti ve’l-arza ve-mâ beynehümâ lâibîn mâ haleqnâhümâ illâ
bi’l-hak ifadesiyle delillendirip gerekçelendirmiştir.[15]
Kur’an’da kıssalarla ilgili olarak geçen bi’l-hak lafzı da “maksat ve gayeye matuf” manasındadır. Bu lafızdaki “ba” harfi, mülabeset, yani gaye ve hedefle alakalı ya da gaye ve hedefe matuf/mukterin olmak anlamı taşır. Bu itibarla bi’l-hak lafzı kıssanın tarihî gerçekliğe sahip olup olmaması meselesinden ziyade, esaslı bir gaye ve amaca yönelik olmasını, tabir caizse kıssanın dinî-ahlâkî mesajla formatlanarak
aktarılmasını ifade eder.
Hak kelimesi Arap dilinde “bâtıl”ın zıddı olup, “gerekli, sabit, doğru olmak” anlamlarında mastar
ve “doğru, sabit,
sahih” gibi manalarda
isim-sıfat kabul edilir.[16]Râğıb el-İsfehânî bu kelimenin Arapçadaki esas anlamının “mutabakat” ve “muvafakat” (uygunluk) olduğunu belirtir. Gerektiği
zamanda ve gerektiği biçimde meydana gelen şeye hak denildiği gibi aslına
uygun olarak bilinen şey
ve/veya doğru düzgün şekilde yapıp edilen iş de
hak diye nitelendirilir. Fiillerinin hikmetli olması ve abesle iştigal etmemesi hasebiyle Allah da “Hak” diye isimlendirilir.[17]
Kur’an’da kıyametin
“hâkka” diye nitelendirilmesi de hak kelimesinin sözlük anlamlarına doğrudan veya dolaylı atıflarla, kıyamet gününün gerçek ve kaçınılmaz olması, Allah’ın sözünün yerini bulması, herkesin dünyada işlediği fiillerin o gün karşılığını görecek olması ve her şeyin
gerçek mahiyetinin o gün anlaşılması diye açıklanmıştır.[18]
Ezherî (ö.370/980) ise hâkaktuhû
hikâkan/muhâkkaten (Onu alt edip hakkından geldim) manasındaki
ifadeyi şahit göstererek, “hâkka” nitelemesini, “Kıyamet günü (hâkka), bâtılın safında Allah’ın
dinine karşı mücadele eden herkesin hakkından gelecektir” diye açıklamıştır.[19]
Seyyid Şerîf el-Cürcânî (ö.
816/1413)
hak kelimesinin sözlükte, “inkârı mümkün olmayan gerçeklik”, meânî ıstılahında
ise “vakıaya mutabık hüküm/önerme” diye tanımlandığını belirtmiş ve kelimenin ıstılahî
olarak fikirler, inançlar, dinler, mezhepler için kullanıldığına, buna mukabil “yalan”ın zıddı
olan “sıdk”ın özellikle görüşler ve fikirlerle ilgili kullanımının
yaygınlık kazandığına dikkat çekmiştir. Bu ayrım çerçevesinde “hak” bir şeyin olguya mutabık olması, “sıdk” ise bir şeyin hüküm/önerme açısından doğru olmasıanlamına
gelir. Hüküm ve önerme bağlamında sıdk vakıaya uygunluğu ifade ederken, hak ve hakikat
vakıanın ona uygunluğunu ifade eder.[20]
Kur’an’daki kullanım şekline
bakıldığında “hak” kelimesinin görüş ve düşüncelerden din ve inanç tarzına kadar geniş bir anlam yelpazesine sahip olduğu görülür. Dolayısıyla Cürcânî’nin genel izahı özünde isabetlidir; ancak hak
kelimesinin meânî ıstılahında
“vakıaya mutabık hüküm” diye tanımlanması bir değerlendirmeye göre pek isabetli değildir. Çünkü din ve inanç gibi hususlar vakıa, olgu, tarih ve tabiat alanından ziyade, manevî ve ahlâkî
alanla ilgilidir. Vakıaya
mutabıklık manası hak kelimesinden ziyade “kizb”in
(yalan) mukabili olan “sıdk”a
uygun düşmektedir. Hak ve hakikat çoğu zaman insanıikna edip inandıran bir yalınlığa sahiptir. Bu sebeple,
Kur’an’daki önermeler, delilleri açıklanmış
burhanlar hüviyetindedir. Kısacası, hak kelimesinin Kur’an’daki anlam alanı tabiat veya fizikle değil, inanç ve ahlakla ilgilidir.
Çünkü hak
Kur’an’da çok kere ilâhî ve beşerî fiilleri nitelemek için kullanılan bir kelimedir.[21]
Bütün bu izahlara rağmen
hak kelimesinin Kur’an’daki anlam alanını tam
olarak tayin etmek kolay değildir.
Kelimenin muhtelif ayetlerde, “Allah, İslam, Kur’an, adalet, tevhid, sıdk,
vücub” gibi on sekiz farklı mana ve medlule karşılık gelecek tarzda kullanıldığına
dair bilgiler de[22] zımnen bu zorluğa işaret etmektedir. Bunun içindir ki Mâide 2/27. ayette, Âdem’in iki oğluyla
ilgili haberin/kıssanın aktarımına ilişkin zikredilen bi’l-hak lafzı müfessirlerce farklı şekillerde
izah edilmiştir. Fahreddîn er-Râzî’ye göre bu lafız dört manaya hamledilebilir: (1) Kıssanın Allah katından
inzal gerçeğine muvafık şekilde anlatılması; (2) Hak ve hakikate müteallik ve aynı zamanda Kitâb-ı
Mukaddes’teki varyantına uygun olarak anlatılması; (3) Sahih bir niyetle/gayeyle anlatılması; (4) Eğlence kabilinden sayılmaması, aksine kıssadan
hisse alınması.[23]
İbn Âşûr da söz konusu ayetteki bi’l-hak lafzını“doğru,
gerçek, yalandan uzak” diye izah etmiş, bunun yanında Kehf 18/13. ayetteki nahnü
nekussu aleyke nebe’ehüm bi’l-hak (Biz size onların haberini/kıssasını hak olarak anlatıyoruz)
ifadesine atıfla hak kelimesinin burada bâtılın zıddı manasına gelebileceğine,
dolayısıyla kıssanın hak olarak anlatılmasının
oyun-eğlence maksatlı olmadığına işaret sayılabileceğine dikkat çekmiştir. Bu takdirde söz konusu lafız, “Bu kıssayı salt eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için değil, sahih bir maksada yönelik anlat” (ütlü hâze’n-nebe’e
mütelebbisen bi’l-hak ey bi’l-ğarazi’s-sahîhi lâ li-mücerredi’t-tefekküh ve’l-lehv) manasına gelir.[24]
Bize göre en isabetli izah bi’l-hak
lafzını “amaçlılık, gayelilik” manasına hamledilmesidir. Arap dilinde hak kelimesinin “bâtıl”ın zıddı olması ve Kur’an’da da çoğunlukla
bu şekilde kullanılması, ayrıca birçok ayette “hakk”ın ilâhî fiillerdeki hikmet ve gayeliliği belirten bir sıfat olması
dikkate alındığında kıssaların anlatımıyla ilgili bi’l-hak lafzının “tarihî vakıaya mutabıklık” manasından ziyade, amaç ve gayeye matuf/mukterin olma manası taşıdığı fark edilir. Diğer taraftan, kıssaların serdinde bi’l-hak
kaydına yer verilmesinin ilk hitap çevresindeki kültürel yapı ve geleneksel algıyla ilgili olduğu da söylenebilir. Zira İslam öncesi Arap toplumunda kıssa özellikle geceleri bir araya toplanıp hoşça vakit geçirmek maksadıyla
hikâye anlatma (semer/müsamere) geleneğiyle yakından ilgili bir anlam ve kullanım alanına sahiptir.
Bu açıdan bakıldığında bi’l-hak
lafzı, Kur’an’daki kıssaların eğlence malzemesi olarak değil, ulvî ve hikmetli bir amaçla anlatılmasını ifade eder. Tıpkı bunun gibi göklerin ve yerin yaratılışıyla ilgili birçok ayette geçen “bi’l-hak” lafzı[25] da yaratılışın boş yere değil,
esaslı bir gayeye matuf olduğunu belirtir. Yine birçok ayette Hz. Peygamber’in
rasul/nebi olarak gönderilmesine ve Kur’an’ın inzal edilmesine ilişkin
zikredilen “bil-hak” kaydı[26] da benzer bir anlam içerir. Öte yandan,
Lokmân suresinin baş tarafında zikredilen ve hemen bütün müfessirlerce Nadr b. el-Hâris’e göndermede bulunduğu belirtilen “lehve’l-hadîs” terkibi/tabiri de kıssalarla
ilgili bu tespiti destekler mahiyettedir. Çünkü daha önce bahsi geçtiği gibi
Nadr b. el-Hâris Mekkeli müşriklere, “Muhammed size birtakım kıssalar anlatıyormuş; ama ben size daha güzellerini anlatırım” anlamında sözler söylemiştir.[27]
Buna göre ayetteki “lehve’l-hadîs” tabiri ki –bu bağlamda hadîs
kelimesinin Kur’an’da kıssa
anlamında da kullanıldığı hatırlanmalıdır- eğlence maksadıyla anlatılan kıssalara işaret etmektedir. Sonuç itibariyle, kıssalar bağlamında geçen bi’l-hak
lafzındaki esas mananın Târık 86/14. ayette Kur’an’ın şaka ya da oyun eğlence konusu gibi algılanacak bir söz/kelam olmadığına dikkat
çekilmesiyle örtüştüğünü söylemek mümkündür.
Netice itibariyle,
“bi’l-hak” lafzından hareketle Kur’an’daki tüm kıssaların tarihî gerçekliğe sahip
olduğunu ileri sürmek pek
ikna edici görünmemektedir. Mamafih özellikle geçmiş peygamberler ve toplumlarla ilgili kıssaların tarihîliğinden kuşku duymak da yersiz ve gereksizdir.
Ancak burada söz konusu olan tarihîlik yalın tarihî bilgi aktarımına karşılık gelmemektedir. Kıssaların
sevkinde tarihî boşlukların doldurulması ya da tarihî açıdan yanlış bilinen hususların tashih edilmesi gibi bir hedef söz konusu değildir. Kaldı ki daha önce işaret
edildiği üzere bazı kıssalarda kronolojik uyumsuzluklar vakidir. Diğer taraftan, ilk hitap çevresindeki
insanlar Kur’an kıssalarını dinlediklerinde bunların tarihî olup olmadığı meselesiyle alakadar olmuş değildir. Çünkü onların şifâhî
kültürlerinde çok önemli bir yer tutan kıssa ve kıssacılık geleneğinde tarihîlik ve gayr-i tarîhilik gibi meseleler teferruat
kabilindedir. Bunun böyle olduğu kâs (kıssacı)
kelimesinin geleneksel anlam ve kullanımından bile tespit
edilebilir.
Kur’an’ın nazil olduğu kültürel muhitteki insanlar arasında dolaşan pek çok efsane bulunduğu bilinmektedir. Bunların belki bir kısmı tarihî gerçekliği olmayan efsanelerdi; fakat azımsanamayacak bir kısmını da gerçek tarihî şahsiyetlerin rol oynadığı senaryolar teşkil etmekteydi. Bu ikinci tür kıssaların kaynaklığını büyük ölçüde Ehl-i Kitabın deruhte ettiği söylenebilir. Eski Ahit metnindeki
tarihî anlatıların, beşerî katkılarla süslenen ve olağanüstü kılınan son şekillerini Kur’an’ın ilk hitap çevresindeki tarih edebiyatını yansıtan İsrâiliyyât ürünlerinde bulmak
mümkündür.[28]
Kur’an’da tarihle ilgili
anlatımların hemen tamamı tevhid-şirk mücadelesiyle ilgilidir. Dolayısıyla Kur’an’daki tarih yorumlanmış ve yeni anlamlar kazanmış bir tarihtir. Bu husus Kitâb-ı Mukaddes’teki anlatılar için de geçerlidir. Ricoeur, mitik bir mirastan yeni bir tarihsel yorumla yeni anlam
üretildiğini, Kitâb-ı Mukaddes’teki anlatıların buna güzel bir örnek teşkil ettiğini söylemiştir. Mesela, halkının Tanrı tarafından kurtarılacağı yolunda İbrahim’e verilen vaat, hemen gerçekleştirilebilen bazı yasal vaatlerin aksine asla tükenmeyecek bir vaattir ve bu haliyle
kendisinin defalarca -Musa’yla, daha sonra Dâvûd’la ve diğerleriyle- tekrarlanabileceği ve hep yeniden yorumlanabileceği bir tarihi başlatır. Böylece henüz gerçekleşmemiş olan bu vaadin Kitâb-ı Mukaddes’e göre anlatısı, tekrarın birikmesiyle bir tarih ortaya çıkarmış olur. İsa’nın çarmıha gerilişinin verdiği Hıristiyan mesajı da daha sonra kendisini bu Kitâb-ı Mukaddes’e özgü tarihe yeniden-yorumun ve kesintinin çifte ilişkisi olarak ekler. Yahudi geleneği karşısında Hıristiyanlık hem alt üst edici hem de koruyucu bir role sahiptir. Aziz
Pavlus Yasa’yı alt etmekten bahseder ve ilk üç İncil yazarının da Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hıristiyanlığın, kehanetsel vaade bir yanıt olduğunu sürekli doğruladığını görürüz. Kitâb-ı Mukaddes’te anlatılan tarihin Yahudi ve Hıristiyan yorumları ve yeniden yorumları, Karl Jaspers’in terimiyle söylersek, “sevgi dolu bir savaş” içindedirler. Önemli olan, Kitâb-ı Mukaddes’te anlatıldığı haliyle iman tecrübesinin öykülere ve anlatılara -göçöyküsü, çarmıha gerilme ve yeniden diriliş öyküleri gibi- dayanmasıdır. Bu temel anlatıları yorumlayıp kalıcı bir kimlik kazandıran dinî geleneğin bünyesindeki soyut teolojiler bu öykülerin ardından gelir.[29]
Eski Ahit’te olduğu gibi Kur’an’da da tarihe ilişkin anlatımlarda tarafsızlık söz konusu değildir. Bu itibarla, Kur’an’ın gerek nüzul döneminden önceki zamanlarda yaşanan, gerek nüzul döneminde vuku bulan olaylara ilişkin beyanları yalın tarih bilgisi olarak okunmaya müsait olmadığı gibi genellemelerde bulunmaya da pek elverişli değildir. Her şeyden önce Kur’an tevhid-iman ile şirk-küfür mücadelesinde taraftır; bu yüzden de müşrikler ve kâfirlerle ilgili ahval ve şerait Kur’an’da yalın halde, yani salt vaktiyle yaşanmış birtakım tecrübeler ve hadiseler olarak
anlamamıza imkân verecek tarzda aktarılmamaktadır. Aksine Kur’an, tevhid ve İslam davasını muzaffer kılmayı amaçlamakta,
haliyle bu davanın ağır yükünü omuzlarında taşıyan Hz. Peygamber ve müminleri “hizbullah” (Allah’ın
taraftarları), “ensârullah” (Allah’ın yardımcıları), “evliyâullah” (Allah’ın dostları) gibi sıfatlarla tanımlayıp[30] onlara
sahip çıkmakta, çok kere de hallerine tercüman
olmaktadır.
Bu sebeple birçok kıssada Nûh, Hûd, Musa, Firavun ve İsrâiloğulları’na ait roller Hz. Peygamber, müslümanlar ve Mekkeli müşrikler arasında yaşananlarla örtüşür biçimde nakledilir. Hatta bazı ayetlerde geçmiş
peygamberlerin dilinden aktarılan sözler, diğer bazı
ayetlerde aynıyla Allah’a veya Hz. Peygamber’e izafe edilir. Mesela Şuarâ 26/24. ayete göre Hz. Musa,
Firavun ile diyaloğunda Allah’ı tanıtırken, “Şayet gerçekten inanacaksanız, bilin ki Allah göklerin, yerin ve bu ikisi
arasında bulunan her şeyin rabbidir.” (rabbü’s-semâvâti ve’l-arzi ve-mâ beynehümâ in küntüm mûkinîn) demiştir. Duhân 44/7. ayette ise Allah’a
atfen, “Şayet gerçekten
inanacaksanız, bilin
ki Allah göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin rabbidir” (rabbi’s-semâvâti
ve’l-arzi ve-mâ beynehümâ in küntüm mûkinîn) ifadesine yer verilmiştir.
Kur’an kıssalarındaki bu tür ilginç özellikler yorumlanmış tarih diye ifade ettiğimiz hususla ilgilidir. Kur’an’daki tarih sadece yorumlanmış değil, aynı zamanda
din dili ve bilhassa Allah merkezli dil dizgesi içinde ilâhî
iradenin müdahil olduğu bir süreç olarak tasvir edilmiştir. Daha açıkçası, Kur’an’a göre tarihin örgüsü
Allah ve insanla birlikte gerçekleşmektedir.
Çünkü birçok ayetteki ifade uyarınca insan tarihsel alanda başıboş bırakılmış
bir varlık değildir. İnsanın her
davranışı bir değişime gebedir. İnsana ait fiiller ile bu fiillerin sebep olacağı değişim arasındaki determinasyon ise kuru bir yasalılığa değil,
Allah’ın belirlediği tarih ve toplum yasasındaki (sünnetullah) prensiplere bağlıdır. Bu itibarla, Allah tarihi dışarıdan izleyen bir hakem konumunda değil, tarihin içinde bir taraf durumundadır.[31]
İşte bu çerçeve içinde Kur’an geçmişteki olaylar hakkında haberler verirken, hidayet (rehberlik) işlevine bağlı olarak ya işlediği konuyu
örneklendirmekte ya müminler ile inkârcıların içinde bulundukları durumun benzerlerine atıfta bulunarak onları teselli/tehdit etmekte ya da çok temel bir ahlak sorununa
temas etmektedir. Ancak hiçbir zaman geçmişteki olayları bütün
tarihî
boyutlarıyla aktarmak ya da
salt hikâyecilik
gibi bir hedef gözetmemektedir. Kur’an’ın kıssaları seçme ve nakletme tarzı aktüel duruma o denli uygundur ki herhangi bir kıssanın anlatıldığı dönem tespit edildiğinde, o kıssadan hareketle içinde bulunulan durum hakkında fikir sahibi olunabilir. Kur’an’ın nazil olduğu dönemde yaşanan hadiseler Kur’an metninin şekillenmesinde bu denli etkili olmuştur. Kuşkusuz bu
durum Kur’an’ın hayatla
iç içe oluşunun bir sonucudur. Ancak bu vesileyle
belirtmek gerekir ki Kur’an’da anlatılan kıssalarla
Hz. Peygamber ve çağdaşlarının durumları arasındaki benzerlikten hareketle, hemen aktüel duruma bir hikâye yakıştırıldığını veya Kitâb-ı Mukaddes kıssalarından birtakım alıntılar ve uyarlamalarla bu paralelliğin sağlandığını söylemek gerçekten insafsızca olur.[32]
Kur’an kıssalarının çok önemli bir kısmında tevhid inancı ve Allah’a itaat fikrini aşılamanın en
temel maksat olduğu dikkate alındığında,
kıssaların tarihî nitelikli olup olmadığı veya hangi nispette tarihî olduğu meselesinden ziyade, kıssaların niçin ve ne maksatla anlatıldığı ön plana çıkar ve buna bağlı olarak tarihîliğin bahis konusu edilmeyecek kadar
önemsiz mesele olduğu anlaşılır.
Kur’an kıssalarında olayların Allah merkezli dille yorumlanmış tarih şeklinde
anlatımına Sebe’ 34/15-16. ayetler çok güzel bir örnek teşkil eder.
Bu iki ayet mealen şöyledir: “Sebe halkının yurtlarında nice dersler ve ibretler vardır. Şöyle ki onların yaşadıkları vadi sağlı-sollu verimli bahçelerle çevriliydi ve [o bahçeler
Sebe halkına lisan-ı halle şöyle diyordu]: Allah’ın size verdiği bütün bu nimetlerden
istifade edin ve O’na çokça şükredin. Bakın, ne güzel bir yurdunuz var; rabbiniz de ne
kadar lütufkâr… Fakat onlar şükürden yüz çevirdiler. Biz
de onlara [seylü’l-arim denilen] büyük barajlarını yıkan müthiş bir sel gönderdik. Sonuçta
onların güzel, verimli bahçelerini acı ılgın ağaçları, dikenli çalılıklar ve biraz da sedir ağaçları bulunan çorak arazilere dönüştürdük.”
Bu ayetlerin ilkinde geçen külû min rızki rabbiküm (Allah’ın size verdiği nimetlerden istifade
edin) ifadesinin kime ait olduğu belirsizdir. Bazı müfessirler bu ifadenin Sebe
halkına gönderilen bir peygambere ait
olduğuna dikkat çekmişlerdir.[33]
Ancak müfessirlerin birçoğunun tercihine göre söz konusu ifade, Sebe halkına verilen bolca nimetin şükrü mucip olduğuna işaret etmekte, diğer bir ifadeyle, bizatihi
nimetler lisan-ı halle Sebelileri şükre davet etmektedir.[34]
İkinci ayette, Sebe halkının şükürden yüz çevirmesi sebebiyle Allah
tarafından müthiş bir sel gönderildiği ve o beldedeki muhteşem bahçelerin çorak azariye
dönüştürüldüğü bildirilir. Bu ifadeler
zahirî mana itibariyle sel âfetinin ve bu selle birlikte yıkılan Me’rib seddinin doğrudan doğruya Allah’ın müdahalesiyle gerçekleştiğini gösterir. Oysa Me’rib
seddinin selle birlikte yıkılması, uzun zaman içerisinde barajın yıpranması ve mukavemetinin azalmasıyla ilgili bir husustur.[35]
Nitekim İbn Âşûr barajın yıkılmasını Sebe ülkesindeki hükümdarlar arasında vuku bulan çatışmalardan dolayı seddin bakım ve onarımının yapılamaması veya haricî düşmanların saldırılarıyla tahrip olması gibi faktörlere bağlamıştır.[36]
Yemen coğrafyasındaki Benî Gassân, Benî Lahm, Cüzam, Ezd (Evs, Hazreç,
Huzâa) gibi kabilelerin Mekke, Tihame, Uman, Suriye ve Irak gibi kuzeydeki
bölgelere göçmeleri de muhtemelen barajın yıkılması ve arazinin verimsiz hale gelmesinden mütevellittir.[37] Ancak bütün bunlar ilgili
ayetlerde Allah’ın doğrudan müdahalesiyle gerçekleşmiş hadiseler gibi ifade edilmiştir. İşte bu ifade ve anlatım tarzı Allah merkezli dile özgü bir hususiyettir.
Bu örnekten anlaşılmış olacağı
gibi Kur’an
tarihte olmuş bitmiş hadiseleri din dilinin ifade kalıpları içinde nakleder ve böylece
söz konusu hadiseler
vesilesiyle işaret edilen hak ve
hakikat de tarihîliğin ötesinde dinî-ahlâkî
bir mana ifade eder. Bu mananın nasıl
kavranacağı hususunda, Amélie adlı bir
sinema filmindeki, “Parmak
gökyüzüne işaret
ettiğinde yalnızca
aptallar parmağa bakar” repliğinden
hareketle, “parmağın ucuna değil, işaret
ettiği yere bakmak gerekir” şeklinde
bir motto üretmek ve bunun üzerinde düşünmek
faydalı olabilir. Ayrıca Kur’an’da din
diline özgü ifade kalıplarıyla,
dinî-ahlâkî
rehberliğe matuf olarak aktarılan kıssaların hak
ve hakikat değerini tarihîlik açısından
ele alıp tartışmak,
parmağın ucuna bakmaya
benzetilebilir.
Kıssalar
ve tarihî gerçeklik meselesi bağlamında
diyagram (grafik) örneği de
din diline özgü ifade/anlatım tarzının daha
iyi anlaşılmasına
katkı sağlayabilir.
Bilindiği gibi diyagramlarda
belli şekiller ve renkler belli
gerçekleri (certain truths) göstermek için kullanılır.
Mesela, bir soy kütüğüyle ilgili diyagramda
hatların belli bir şekilde
düzenlenmesi, aile fertlerinin birbiriyle olan kesin münasebetlerini gösterir.
Diğer taraftan birçok ülkede
demiryolları doğru
çizgilerle, istasyonlar ise daireler ve çarpı işaretleriyle
gösterilir. Sözgelimi, metrolarda birbirine paralel çizgiler ile bu çizgileri
kesen başka birtakım çizgiler ve bütün bunların
birbiriyle bağlantı
noktalarını gösteren bir diyagram kullanılır. Çeşitli
hatlara ve yollara sahip metro sistemini oluşturun
bu diyagramda her hat farklı bir
renkle gösterilir. Yine aynı
diyagramda istasyonların yerleri ile yolcuların hat
değiştirme imkânına
sahip oldukları noktalar da belirtilir.
Kısacası,
yolcular için
gerekli olan her hat üzerindeki istasyonların sırası, hat
değiştirme
noktaları gibi bilgilerin çoğu bu şekilde
verilir.
Ne var ki bu diyagram fizikî açıdan
gerçekliğe aykırı
birtakım unsurlar içerir. Mesela, metro hattındaki
virajlar, bir istasyon ile diğer
istasyon arasındaki gerçek mesafe ve uzaklık
diyagramda gösterilmiş değildir.
Çünkü söz
konusu diyagram realiteye aykırı şekilde çizilmiştir. İstasyonlar arasındaki mesafe de diyagramda gösterildiği gibi eşit değildir; yine istasyonlar
diyagramdaki gibi düz bir çizgi üzerinde yer almadığı gibi gerçekte yuvarlak biçimde de değildir. Bütün bunlara rağmen söz konusu diyagram metroda
yolculuk yapan insanlar için yeterli bir rehber ve hidayettir. Eğer bir insan diyagrama haritacı gözüyle bakarsa, bundan çok yanlış sonuçlar çıkaracağı kesindir.
Din dili de gerek öğretiler
gerekse bu öğretilerle ilgili fikirler
açısından
diyagrama benzer niteliktedir. Din dili ile diyagram arasındaki
benzerliğin nirengi noktası,
diyagramın hem fizikî gerçekliğe aykırı
unsurlar içermesi
hem de yeterli ve işlevsel bilgi vermesiyle
ilgilidir. Din dili de kozmogoni, kozmoloji, tarih gibi konularda modern
bilimsel kabullerle örtüşmez görünen birtakım ifadeler
içerse de varlık ve
varoluşun gayesi hakkında
insana yeterli bilgi sunmakta ve insanın bu âlemdeki hayatını düzgün biçimde sürdürmesini mümkün kılmaktadır.[38]
Meseleye bu açıdan
bakıldığında, tıpkı
bezm-i elest diye bilinen kıssada
(A’râf 7/172) olduğu
gibi, Kur’an kıssalarında
temsilî ya da Zemahşerî’nin
kullandığı kelimeyle tahyîlî
(kurgusal) ifadelerin yer alması,[39]
Lût kıssasında
olduğu gibi, bazı kıssalarda
geçen olayların
muhtelif surelerde az çok
farklı bir kronolojik tertiple
aktarılması,[40]
bazı kıssaların menkıbevî motifler taşıması,
tarihî unsurların çok kere mahzuf kılınması ve kıssanın
diyagramatik bir dille aktarılması gibi
hususların yadırganmayacak
şeyler olduğu anlaşılır.[41]
Bu bağlamda
“Kıssaların
tarihî gerçeklikle örtüşmeyen unsurlar içermesi
hak ve hakikat olan Kur’an’ın
hidayet misyonuyla nasıl bağdaştırılabilir?” gibi muhtemel bir itiraz karşısında
ilkin hakikatten ne anlaşıldığı ve
bunun nasıl algılandığı
meselesini de kısaca tartışmak
gerekir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kur’an
kıssalarıyla
ilgili hakikat geçmiş
toplumlarla ilgili haberler ve hadiseleri tarihte olup bittiği şekliyle
anlatmakla değil, din dilinin ifade kalıplarıyla
sunulan kıssadaki öğüt ve ibret mesajının
muhataplarda olumlu karşılık
bulmasıyla ilgilidir. Bu işlevin
gerçekleşmesi için kıssalardaki
muhtevanın tarihî gerçeklikle
birebir örtüşmesi gerekmez.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız
hususu yakın tarihimizdeki Çanakkale savaşıyla
izah etmek de mümkündür.
Bilindiği gibi Çanakkale savaşı, I. Dünya savaşı sırasında
Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf
devletleri arasında Gelibolu Yarımadası’nda vuku bulan bir savaş
olarak tarihe geçmiştir.
Bu savaşta her iki taraf da 250
bin küsur zayiat vermiştir.
Hatta bu savaş esnasında
Osmanlı Devleti başarısızlıkla
sonuçlanan birçok savunma ve taarruzda bulunmuştur.
Ancak bütün bunlara rağmen Çanakkale savaşı Türk
milleti nezdinde emsalsiz bir kahramanlık
destanı olarak algılanmış; çünkü adeta
küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyetinin teşekkül safhasında
böyle büyük bir mite ihtiyaç duyulmuştur.
Çanakkale savaşının
tarihî gerçekliğinde hiç şüphe
yoktur; ancak mitik ya da destansı anlatının
tarihsel gerçeklikle pek uyuşmadığı da kuşkusuzdur.
Vatan, millet gibi değerler söz konusu olduğunda,
savaşın belgesel formatında değil,
destan tarzında anlatılması
gerektiği malumdur. Mehmet Akif
Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine adlı şiiri
de tam olarak bu tarz bir anlatımdır. İşte Kur’an kıssalarıyla
ilgili bi’l-hak
kaydı tarihsel gerçeklik
vurgusundan ziyade, Akif’in söz konusu savaşı eşsiz
emsalsiz bir destan olarak anlatmasını
gerektiren amaca (vatan, millet ve bağımsızlık şuuru)
benzer bir anlam taşır.
Yazının devamı: Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve “Bi’l-Hak” Meselesi (II)
Yazının devamı: Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve “Bi’l-Hak” Meselesi (II)
Hem Çanakkale hem de metro diyagramı örneği çarpıtma olmuş. Durumu açıklamak için yanlış örnekler. Çanakkalede bazı olaylar anlatılıp destanlaştırılabilir, ama yalan bir örnek üzerinden yapılması ahlaki değildir. Aynı şekilde Allah bize ders vermek için tarihte olmamış bir olayı olmuş gibi niye anlatsın? Gerçek örnek mi yok? Din dili tabii ki vardır. Ama bu dilin kullanım şeklini ''yanlış'' tarihi anlatımları meşrulaştırmak için kullanamazsınız. Açıklamanız problemi derinleştirmiş ve ''Kuranda yanlışlık var'' iddiasını kabul anlamındadır.
YanıtlaSilYazıyı anlamamışsınız. Kuran '' yanlış-yalan'' bir olayı gerçek gibi anlatmaz ve yazar bunu kastetmiyor. Kuran yalan ve yanlış uydurma bir olay üzerinden ders vermiyor. Tarihi gerçekliği olan kişi-olay-olguları Mecazi sembolik veya destansı din dili kullanarak ders verici ibret alıcı şekilde anlatıyor. Somut olarak ''Kuranda anlatılan şu olay aslında yanlıştır veya uydurmadır'' diyeceğiniz kesin delilli bir bilginiz varsa paylaşın. Yoksa yorumunuzdaki ''Açıklamanız problemi derinleştirmiş ve ''Kuranda yanlışlık var'' iddiasını kabul anlamındadır'' ifadesi kesinlikle yanlıştır.
Sil