Habertürk | Yeni Bakışlar | Hurafe, Bidat ve Batıl İnançlar | 19 Haziran 2016



İlahiyat Alanı ve Kayıkçı Kavgaları


İlahiyat, Cumhuriyet Türkiye’sinde hem çok fazla ilgi çeken, hem de birçok kez kriz odağı haline gelen kritik bir alan ve kurumdur. İlgi çekicilik vasfı halkla, kriz odağı hâline gelme vasfı ise rejimin ideolojik kodlarıyla alakalıdır. Türkiye’deki nüfusun kahir ekseriyetle Müslüman olması ve bu ekseriyetin hatırı sayılır bir kısmının dinî meselelere alaka duyması İlahiyat alanını cazip kılmaktadır. Bu ülkede, bir şişe sirkeyle Oruç Baba türbesini ziyaretten, “elif-bâ”yı okuma tecrübesi dahi olmaksızın Kur’an meali yazma cür’etine değin, genelde din, özelde İlahiyat alanıyla ilgili çok renkli ve çeşnili bir ilgi/alaka bulunduğu malumdur.

Mademki İlahiyat yediden yetmişe hemen herkesin ilgi alanındadır; o takdirde herhangi bir ehliyet şartı bulunmaksızın bu alana burun sokmak caiz olmalıdır. Bunun için yeterli şart sadece Müslüman olmaktır. Hâl böyle olunca, din ve İlahiyat alanında kayıkçı kavgası kaçınılmazdır. Rivayete göre eski zamanlarda Eminönü-Karaköy arasında yolcu taşıyan kayıkçılar müşteri beklerken kendi aralarında kavgaya tutuşur, bu esnada kürekler havaya kalkıp sağa sola savrulurmuş. Kavga vesilesiyle bir araya toplanan insanlardan bir kısmının kafasına kürekler iner; ama her ne hikmetse kavga eden kürekçilerin hiçbirinin başına değmezmiş. Bu düzmece kavga zaman içerisinde denizden karaya taşınmış ve yankesici taifesi Yeni Camii önünde kayıkçı kavgasına benzer gürültü patırtılar vesilesiyle halkı toplayıp soymayı âdet edinmiştir.

***

Kayıkçı kavgasının İlahiyat versiyonu şöyle formüle edilebilir: Hemen herkesin İlahiyatla ilgili kritik konularda kendini söz sahibi görüp ulu orta konuşması ve iddialı görüşler ortaya atması, buna mukabil başka çevrelerden itirazlarda bulunulması ve sonuçta bu durumun kısır bir kavgaya yol açmasıdır. Bu kavgaya karışanların pek çoğu için esas amaç hakikati aramaktan öte, kendi bildiğini okumaktır. Ama gelin görün ki kayıkçı kavgasına bilfiil katılanlar genellikle bu kavgada pek hasar almazken kavgayı seyreden birçok insanın dinî düşünce ve duyarlılıkları hırpalanmaktadır. Son bir-iki yıldır ekranlarda sık görünür olmam sebebiyle kısır kavgalara maalesef ben de karıştım; ama artık hiçbir kavgada yokum.

İlahiyat alanındaki kayıkçı kavgalarının bir diğer varyantı Kemalist laikçiler ile mütedeyyin kitleler arasındaki kan uyuşmazlığıyla ilgilidir. Nitekim Türkiye’de patlak veren birçok siyasi krizin küçük veya büyük çaplı bir İlahiyat operasyonuyla neticelendiği bilinmektedir. Ne yazık ki bu ülkede İlahiyat ilmî ve toplumsal bir gereklilik olarak değil, siyasi bir lütuf olarak görülmekte, hâliyle, Ömer Özsoy’un çok güzel ifadesiyle, İlahiyatçılar toplumun ihtiyacına cevap veren saygın bir ilmiye kadrosu olarak değil, tabir caizse “sığıntı” ya da “besleme” olarak telakki edilmektedir. İlahiyatlar ve İlahiyatçılara ontolojik hak lütfedilmesinin ardındaki siyasi mülahaza şu veya bu şekilde değişse de “besleme” telakkisi maalesef değişmemekte ve bu durum İlahiyatları “lütuf sahibi”nin her türlü müdahalesine açık hale getirmektedir.

***

Bu müdahalelerin en dramatik örneklerinden biri, 28 Şubat sürecinde İmam-Hatip okullarının yanı sıra İlahiyatların da budanmasıdır. İkinci bir dramatik müdahale ise AK Parti döneminde enflasyon kavramını hatırlatacak tarzda sayısız İlahiyat Fakültesi açılmasıdır. Bütün bunlar olup biterken hem İlahiyatla ilgili ciddi konuların kayıkçı kavgalarına kurban gitmesi, hem de kurumsal düzeyde İlahiyatın, “Filler tepişir, çimenler ezilir” sözünde ifadesini bulan neticeden fazla bir şey elde etmemesi gerçekten acıdır. Bu ülkede, sözgelimi, eczacılık veya diş hekimliği gibi bir fakülte mezunu olmak herhalde büyük bir bahtiyarlıktır. Zira diş hekimleri ideolojik temelli siyasi kriz ortamlarında dahi diş tedavisiyle meşgul olmakta, üstelik hiçbir lütuf sahibinin beslemesi olarak algılanmamaktadır.

Radikal Laiklikte İstenmeyen Çocuklar


Son birkaç yıldır kendilerince “en baba Müslümanlar”dan gördüğüm eziyet ve sayısız hakaretten sonra kanaat getirdim ki laiklik en azından benim için sanki bir oksijen çadırıdır. Ancak laiklik dediğim şey, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun adeta yeni bir din olarak Müslüman topluma dayattığı Fransız usulü laiklikten başkadır. Hoş, bu ülkede laikliğin Fransız tipinden farklı olanına ve itidalle uygulanan bir formuna da pek rastlanmamıştır; ama yine de benim laiklikten anladığım şey, “devlet kendi işine baksın, kimin neye nasıl inandığı meselesiyle alakadar olmasın, hele hele belli bir dinî yorumu sahiplenip onu kayırmasın” manası taşır. Ne var ki bu ülkede hem “Laiklik”, hem de “Diyanet” mevcut olduğuna, yani “sezaropapizm”de karar kılındığına göre bizim laiklik hakkındaki söylemimiz aslında boş lakırdıdır.

***

Cumhuriyet’i kuran kadronun Osmanlı döneminde siyasal ve toplumsal hayatın tüm sektörlerinde şu veya bu şekilde varlığını hissettiren İslâmî motiflerden arınmış, aynı zamanda Batı’ya göre tanımlanıp yapılanmış bir toplum ve kültür yaratmayı amaçladığı malumdur. Bu amaca matuf kök sökücü modernleşme projesi siyasi literatürde Kemalizm diye adlandırılır. Kemalizm Cumhuriyet Türkiye’sinin ideolojik formatı olarak İslam’ın yerine radikal laikliği ikame eden bir kültürel kimlik ve hayat felsefesi olarak algılanır. 1950’li yıllara kadar halka rağmen halk için tatbike çalışılan Fransız usulü radikal laikliğin yılmaz bekçileri konumundaki askeri ve bürokratik elitler ile tabandaki Müslüman kitleler arasında ciddi bir güvensizlik ve hatta kalıcı nefret oluştuğu kuşkusuzdur. Karşılıklı nefretin en başından beri ülkeyi karpuz gibi ikiye yardığı ve bu yarılmanın şimdilerde çok daha belirgin bir hal aldığı da malumdur. 

Bu mesele bir kenara, Türkiye’de katı laikliğin bir taraftan yeni bir din gibi halka dayatılması, bir taraftan da medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılması neticesinde İslam resmî kurumlarda kendine yer bulamamış; haliyle âlimler, şeyhler ve kanaat önderleri marifetiyle yer altına çekilmek durumunda kalmıştır. Buna bağlı olarak “kayıt dışı” dinî yapılar ortaya çıkmıştır. Sonuçta Nurculuktan Süleymancılığa, muhtelif tarikatlardan malum paralel yapıya kadar efsunlu, skolastik ve tepkisel din anlayışlarıyla tebarüz eden irili ufaklı tüm cemaatler laisizmin gayr-i meşru ya da en azından istenmeyen çocukları olarak vücut bulmuştur.

Cemaat ve tarikat kalıpları içinde şekillenen popüler İslam, Cumhuriyet’le birlikte dinî eğitim kurumlarının lağvedilmiş olmasından dolayı hurafeci, köylü ve arabesk karakterli bir dinî kültür yaratmıştır. Birkaç gün sonra başlayacak Ramazan ve oruç vesilesiyle bu arabesk İslam kültürünün tipik örneklerine birçok televizyon programında şahit olacağımız kuşkusuzdur. Televizyon aygıtının bu ülkedeki en temel işlevinin eğlence ihtiyacını karşılamakla eşdeğer olduğu dikkate alındığında, arabesk dinî kültürün bu mevsimde daha da yoğunlaşacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yoktur.

***

Katı laikliğin bir diğer istenmeyen çocuğu, 1960-1970’li yıllarda Mısır, Pakistan gibi İslam ülkelerindeki Müslüman fikir adamlarının tercüme eserlerinden beslenen ve uzun yıllar boyunca kâh Humeynî’nin İran devriminden, kâh Mısır’daki İhvan hareketinden ilhamla İslam devletinin(!) Türkiye’deki Sünnî versiyonuna dair hayaller kuran radikal-siyasal İslamcı akımdır. Son yıllarda kendisinden pek haber alınamayan siyasal İslamcılık şimdilerde “Öldü mü kaldı mı?” tartışmalarına konu olacak düzeyde savrulmuş durumdadır. İslam’la ilgili nihai hedefi devletlû olmaya bağlayan eski İslamcıların önemli bir kısmı namazlı niyazlı olarak devletin göbeğinde pozisyon alınca bu yeni durum ve konuma tetabuk eden bir zihniyet olarak muhafazakârlıkta karar kılmış, böylece radikal laikliğin istenmeyen çocuğu olmaktan da az çok sıyrılmayı başarmıştır.

Din meselesine gelince, bugünkü vetirede din XV. yüzyılın ikinci yarısında Fatih tarafından tam teşekküllü olarak tatbik mevkiine konulan siyasallaşmış Osmanlı Sünnîliğine bağlanmış durumdadır. Bilindiği gibi Osmanlı Sünniliğinde bürokrasinin temel eğitim kurumları medreselerden oluşur. Din referanslı ideolojik düzlemde, Necmeddin Nesefî’ye nispet edilen akaid risalesindeki dar kalıplı ve müsamahasız dilin de etkisiyle tam bir dogmatizme dönüşen Osmanlı siyasal Sünnîliği 16-18. yüzyıllar boyunca yönetim erkinin meşrulaştırıcı aygıtı olarak esnemezlik özelliğini korumuştur. Gerçi bu dogmatik Sünnîlik zaman zaman esnetilmeye çalışılmış; ancak bu çabalar Kadızadelilik gibi kaba softalıklarla maalesef etkisiz kılınmıştır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak’ın Türkler, Türkiye ve İslâm adlı eserinin okunması tavsiye olunur.

Zopzollu-Haccak Giresun’um


Hayli zaman oldu bu sitede Giresun yazısı yazmayalı; aslında Giresun yazılarını bu kadar geciktirmezdim ama sitenin haber ve yazı trafiğini kontrol eden sevgili kardeşim Abdullah Demir’in neredeyse son bir yıldır siteyi metruk halde bırakması -ne yalan söyleyeyim- benim de yazma iştahımı kesti. Ancak her senenin Haziran ayında olduğu gibi bu yıl da Giresun hastalığım yine depreşti. Her yıl takvimler Temmuz ayının ilk gününü gösterdiğinde, bendeniz sabahın köründe direksiyonu Giresun istikametine kırmış ve hatırı sayılır birkaç trafik cezasını peşinen kabullenerek en kısa zamanda memlekette olmak için gaz pedalını kapatmış olurdum; ama maalesef bu yıl yolculuk tarihi değişti. Çünkü 12 Temmuz’da üniversitemizdeki rektörlük seçimine katılmak durumundayım. Bu vesileyle, Giresun Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Dr. Cevdet Coşkun hocamızı tebrik ediyor ve inşallah bu yaz mevsiminde “Attar” sözcüğünün geçtiği hikâyeler dinlemeyeceğimi ümit ediyorum.

Giresun’da geçirdiğim bir aylık süre hariç, bütün yıl boyunca hemen her gün yaklaşık on beş saat çalışıyorum; okumak ve yazmaktan müthiş bir mutluluk duyuyorum; en azından sadece kitaplarla meşgul oluyor ve bu sayede daha az konuşuyor, daha az günaha giriyorum. Kitaplarla hemdem olmayı özellikle ahlaki terapi açısından herkese tavsiye ediyorum. Kitaplarla haşir neşir olmak ve sürekli çalışmak kadar, Giresun’da olmak ve kadim dostlara kavuşmaktan da mutlu oluyorum. Buna mukabil çalışma odam ve memleketim dışında üçüncü bir yere adım atmaktan büyük bir yılgınlık ve yorgunluk hissediyorum. Bu yüzdendir ki yaklaşık on beş yıldır en fiyakalı tatil beldelerinin yanı başında yaşamama rağmen Bodrum, Marmaris, Datça gibi beldelerin yolunu henüz bilmiyorum; aynı şekilde yurt dışına çıkmaktan da hiç hazzetmiyorum. Sempozyum, konferans gibi vesilelerle yurtdışına çıkmak mecburiyeti hâsıl olduğunda ise faaliyet biter bitmez ilk uçakla geri dönüyorum. Ancak Giresun söz konusu olduğunda, günler sakız gibi uzasın istiyorum; çünkü Giresun’a sırtım dönük vaziyette yolculuktan nefret ediyorum.

Uzun zamandan beri, bu hissiyatımın kodları üzerine düşünüyorum; belki de en güzel hayat çağlarımızı memlekette yaşadığımız için böyle hissettiğime kanaat getiriyorum. Ancak memleketin en azından benim için sürekli ikamet edilecek, hele de akademisyenlik gibi çok fazla zaman isteyen bir mesleğin icrasına imkân verecek bir yer olmadığını teslim etmek gerektiğini de biliyorum.
Aslında memleket bizim gibiler için, özellikle “ev danasından öküz olmaz” sözünün kimi zaman çok dramatik tezahürleriyle tecrübe edildiği bir mahal ve mekândır. Memlekette insanın başı nedense hep kalabalıktır; ayak bağları fazla, dedikodusu da mebzul miktardadır. Oysa bizim en fazla ihtiyaç duyduğumuz şey, salim kafa, yani az insan çok huzurdur. Şayet bu hayat sahnesindeki tuluatımızdan geriye az çok işe yarar bir miras bırakmak söz konusuysa, bu mirasın üretileceği yer memleket değil, gurbettir. Enerjimiz azalıp motivasyon ihtiyacı arttığında memleketten destek almak, ama daha sonra oradan ayrılmak gerekir. Kaldı ki ayrılık memleket sevgisini tazeleyen bir şeydir ve bu açıdan bakıldığında çok da güzel bir şeydir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Haziran 2016

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1062

Yozlaşmamak İçin Organik Derviş Olmayı Seçin!


Elli küsur yıllık hayat tecrübemden hâsıl olan kanaate göre insanoğlunun azgınlık, sapkınlık, arsızlık, şımarıklık, dalkavukluk gibi tüm yozlukları bu âlemdeki varlık ve varoluşun “bugün var, yarın yok”tan ibaret olduğu hakikatini kasıtlı unutma iradesinden doğar. Bu iradenin temelinde ise dünyadan kâm alma muradı yatar. Fani hayat dünyevî nimetlerden azami oranda kâm alma muradına bağlanınca, insan bu murada ermek için her türlü ahlaksızlığı gayet tabii davranış gibi kodlar; hatta rezileti fazilet bile sayar. Kanaatimce, insanın olumlu anlamda insan/adam olması için en esaslı formül, organik/doğal dervişliktir. 

Organik nitelemesi bahse konu dervişliğin kurumsal tasavvuf ve profesyonel sofuluktan bambaşka bir anlam içerdiğini belirtmek içindir. Profesyonel sofulukta, dinî değer ve kavramlar vesilesiyle devşirilen maddi-manevi sermayenin dünyevî yatırımlara dönüştürüldüğü iyi bilinmektedir. İnsanın azgınlık, arsızlık, şımarıklık gibi ahlâkî dertlerine deva olacağına inandığımız organik/doğal dervişlik ne “bir lokma bir hırka”cılık, ne âlemdeki diz boyu kötülük karşısında teolojik yalakalık ve ne de “leyse fi’l-imkân ebdeu mimmâ kân” (varolması mümkün âlemler içinde en iyisi ve en güzeli işbu âlemdir) mottosunda ifadesini bulan felsefî-tasavvufî polyannacılıktır.

***

Organik dervişlik, öncellikle insanın her daim “işte geldik gidiyoruz” duygusunu aklından/fikrinden çıkarmaması, dünyevî olan ve dünyada kalan cezbedici metalar karşısında şehvetini dizginleyebilmesi, ağzından su akmasını engelleyebilmesi, her hâlükârda perhizi bozmamayı başarabilmesidir. Kısacası, organik dervişlik, dünyaya mesafe koyabilmek, dünyevî olanın cazibesi karşısında tok gözlü olmayı başarabilmektir ki bunun İslam geleneğindeki özgün adı zühd ve zahitliktir. 

Zahidlik, riyazet ve halvet adı altında insanın kendine eziyet etmesi, terk-i terk adı altında kendi varlığını sıfırlayıp silmesi ya da şikeftiyye diye anılan kimseler gibi mağaraya çekilip tam bir inziva halinde dünyadan el etek çekmesi değil, bilakis maddi/fiziki varlığıyla toplumsal hayatın içinde olduğu halde manevi/ruhi varlığıyla periferide kalmayı başarması, dolayısıyla aç kurt gibi dünya malına, makama, mevkiye saldırmak yerine fedakârlık, diğerkâmlık, kanaatkârlık gibi erdemlere ram olmasıdır. Hepsinden önemlisi de insanın hem Allah’la, hem insanlarla hukukunda ivazsız-garazsız ilişki kurmayı en temel ahlaki ödev saymasıdır. Bu vesileyle belirtmek gerekir ki Kant’ın “ödev ahlakı” ve “ahlak kanunu” kavramlaştırması özellikle teistik subjektivizmi savunan, yani “Allah, hırsızlık iyi deseydi çalıp çırpmak salih amel olurdu” demekle aşağı yukarı aynı kapıya çıkan teolojik ahlak nazariyelerinden çok daha ahlaklıdır. 

***

Organik dervişlik, toplumsal düzlemdeki bunaltıcı gelişmeler ve refah seviyesindeki yükselişlerle koşut olarak ortaya çıkan çok yönlü anomaliler karşısında hissedilen bezginlik, bıkkınlık, usanmışlık gibi sıkıntılardan sıyrılıp başı serin, gönlü ferah tutmak için de çok iyi bir çaredir. Nitekim İslam tarihinde ön plana çıkan ilk zahitlik tecrübeleri de gerek Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra yaşanan ve ümmetin sinesinde çok derin yaralar açan Cemel, Sıffîn, Kerbela gibi trajik olaylar, gerek fetihler ve ganimetlerin artışıyla maddî refah seviyesindeki yükselişle birlikte dünyaya ram olmalar ve yozlaşmalara tepki olarak zuhur etmiştir. Hasen el-Basrî, Mâlik b. Dinar, Süfyan b. Uyeyne gibi şahsiyetler hem yozlaşmadan korunmanın, hem de dünyevileşmenin kirine pasına bulaşmamanın çaresini zahitlikte görmüş ve bu yüzden, Kafka’nın deyişiyle, “Huzur mu istiyorsun; az eşya, az insan” fehvasınca yaşamayı seçmişlerdir.

Organik derviş olabilmenin imkânı hakkında birkaç husus zikredilebilir. Birincisi, insanın kendini bildiği günden itibaren sabır, şükür, tevekkül, ihsan gibi kemal vasıflarıyla bezenmiş olmasıdır ki bu tür vasıflar toyluk çağında bile insanı “Allah dostu” kılabilir; ancak bidayetten itibaren bu tür kemal vasıflarıyla muttasıf olan insanlar pek nadirdir. İkincisi, hayatta derin acılar yaşamak ve bu acılar vesilesiyle olgunlaşmaktır. Üçüncüsü, uhrevi âlemin kapısından geri dönmekle eşdeğer bir musibet atlatmak ve bu sayede uslanmaktır. Dördüncüsü ise Azrail’le karşılaşmak ve son nefeste kaçınılmaz olarak doğal dervişlikte karar kılmaktır; lakin dervişlik uhrevi âlemde değil, bu dünyada hurdahaş olmadan önce lazımdır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Mayıs 2016 

Hilal TV | Kur'an'la Yüzleşme | 4 Haziran 2016



Özür Beyânı


En son katıldığım bir televizyon programında bizi “müşrik” ve “şeytanın dölü” gibi ifadelerle eleştiren kişiye ve geçenlerde Caner Taslaman’ın yazdığı bir yazıya verdiğim cevapta kullandığım ağır ifadeler ilk vehlede nefsî bir ferahlık verdi; ancak sonradan yüreğimi ezdi. Çünkü kötü söz en nihayet sahibine aitti. Şayet bu kavga gürültü, şahsi bir mesele olsaydı, “ağır sözler sahibini bağlar” denilir ve belki de az çok tolere edilebilirdi. Ama bu çirkin kavganın tam ortasında “Ben Müslümanım” diyen herkesin ortak değerleri olan İslam, Kur’an gibi kutsallar yer alıyor ve maalesef her kavgamız bizden çok, bu kutsalların zedelenmesine yol açıyor. Mademki biz görünür oldukça kavga gürültü de büyüyor; bu yüzden bize daha az görünür olmak düşüyor. 

İşte bu sebeple, her kim bundan böyle bizim hakkımızda ne kadar ağır söz söylerse söylesin, kendi adıma “dövene elsiz, sövene dilsiz” olacağıma dair söz veriyorum. Bu mübarek Ramazan vesilesiyle, şu veya bu sebeple kendileri hakkında ağır ifadeler kullandığım herkesten içtenlikle özür diliyorum; bizi seven insanlardan, kendilerini sukut-ı hayale uğratmam sebebiyle hassaten özür diliyorum. Ayrıca, bundan böyle sadece ilmî düzeyde çalışıp yazarak konuşacağımı, özellikle Kur’an’ın tarihselliği fikrimin sonuna kadar arkasında durduğumu ve hiç kimseyle polemiğe girmeksizin bu konuyla ilgili kitap çalışmasını tamamlayıp yayımlamanın zorunlu olduğunu belirtmek istiyorum.

Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Sen derviş olamazsın
Derviş gönülsüz gerek
Yunus


Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Haziran 2016