Bu
hafta, bir okuyucumuzun, “Sn. Hocam, Yeni Şafak’ta Faruk Beşer’in
tarihselcilikle ilgili yazı dizisi hakkında neler söylemek istersiniz.
Ya da bu konuya dair Karar’da yazacak mısınız?” şeklindeki maili üzerine
Sayın Beşer’in konuyla ilgili makalelerini okuyup, “Bir Temcid Pilavı
Olarak Tarihsellik ve Tarihselcilik Tartışması” başlıklı bir yazı
yazmıştım; fakat son demde fakülte telefonundan bizi arayan bir
arkadaşımızın, “Hocam, dinî konularda kafam karışık, bazı fikirlerimi
sizinle paylaşmak istiyorum” gibi ifadelerle başlayan konuşmasından
dolayı söz konusu yazıyı gelecek haftaya erteleyerek bu yazıyı yazma
ihtiyacı duydum. Bizi arayan arkadaş, çok önemsediği dinî meselelerden
ilkini, “Hocam, İsrâ 17/110. ayette namazdaki kıraatin ne yüksek sesle
ne de çok sessiz olması emredildiği halde biz niçin öğle ve ikindi
namazlarında hafî/gizli okuma yanlışında ısrar ediyoruz?” diye formüle
etti ve anılan ayetin mealinden hareketle bu “yanlış”ı(!) düzeltecek bir
ictihada imza atmak gerektiğini, hatta bu ictihadı, “ümmet yetmiş üç
fırka değil, tek bir fırka olsun” gibi çok ulvî bir gayeyle yapmak
istediğini söyledi.
Ben de bu arkadaşa
özet olarak şunları söyledim: Farz edelim ki ümmet ya da en azından
ümmetin Hanefî evlatları asırlar boyunca öğle ve ikindi namazlarında
kıraati gizli yapmakla hata etmiştir. Peki, böyle bir hata namaz
ibadetinin ruhuna ya da Kur’an’da “yüz kızartıcı işlerden ve
çirkinliklerden men eder” diye belirtilen ahlâkî işlev ve amacına ne tür
bir halel getirir? Yahut söz konusu namazlarda kıraat hafî (gizli)
değil de cehrî (açık) olduğu takdirde, huşû ve takva mı artar? Allah’ın
namaz ibadetindeki muradı kıraatin hafî ya da cehrî yapılmasına mı
bağlıdır? En azından erkânı/iskeleti itibarıyla on beş asır boyunca
“yaşayan sünnet” olarak günümüze intikal eden namaz ibadetindeki
kıraatin bugüne kadar yanlış uygulanan bir rükün olduğunu iddia
ettiğimizde, ümmetin yetmiş üç fırkasını tek fırkaya mı indirmiş oluruz
yoksa yetmiş üç fırkaya bir yenisini mi eklemiş oluruz?
***
Diyelim ki Hz.
Peygamber, bazı müfessirlerin belirttikleri gibi İsrâ 17/110. ayet nazil
olduktan sonra müşriklerin tazyikine maruz kalmamak için öğle ve ikindi
namazlarında kıraati sessiz yapmakla emredildi. Ancak bugün böyle bir
durum söz konusu olmadığına göre biz de bu namazlarda hafî yerine cehrî
kıraati ikame edelim. Peki, böyle bir yeni düzenleme yaptığımızda bundan
elde edeceğimiz dinî-ahlâkî fayda nedir? Başka bir ifadeyle,
Müslümanları az çok bir arada tutma işlevine sahip birkaç dinî unsurdan
biri olan namaz ibadetinin edasında yeni bir ictihadla yeni bir uygulama
başlattığımızda bundan ne tür bir fayda hâsıl edilebilir?
Nüzul vasatında bizzat
Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen, tıpkı namaz gibi mücmel
hükümleri yine Hz. Peygamber tarafından tebyin ve tatbik edilen
Kur’an’dan salt meal yordamıyla yepyeni hükümler üretmeye muadil bir
“cahillik” ve “densizlik” kategorisi var mıdır? Dinî hassasiyet sahibi
olduğunu söyleyen bir Müslümanın, sözgelimi, “Namazlı niyazlı tacir
denildiği zaman toplumsal algıda niçin ahlaklılık ve güvenirlik gibi
çağrışımlar oluşmuyor?” veya “Günümüz sosyolojisindeki mebzul dindarlık
görüntülerine rağmen toplumsal ahlak endeksimizde niçin yükseliş
olmuyor?” gibi kritik meselelere kafa yormak yerine, “Mealden çıkardığım
hükümle öğle ve ikindi namazlarındaki hafî kıraati cehrî kıraate
dönüştürmekle ümmeti büyük bir yanlıştan kurtaracağım” gibi bir
işgüzarlığa soyunmak acaba ne tür bir din anlayışının eseridir?
***
Bu can yakıcı sorun,
bizim mahalle sakinlerinin seneler boyunca “Kur’an’ı anlamak” adı
altında sürdürdükleri Kur’an ve tefsir çalışmalarının pek çoğunun
Kur’an’la varoluşsal bağ kurma çabasından ziyade, umumiyetle entelektüel
merak giderme, dinî alanda didişme ve fantastik iddialar üretme
hevesine hizmet etmesiyle yakından irtibatlıdır. Ancak bu sorun “meal
müctehidliğine soyunanlar”ın yanı sıra dinî gelenek üzerinden ahkâm
kesmeye bayılanlar için de söz konusudur. Daha açıkçası, namazdaki
kıraat rüknüyle ilgili yanlışı(!) düzeltme iddiasında bulunan kişinin bu
büyük iddiasıyla, Hz. Peygamber’in idrarının temiz ve içilebilir
olduğundan dem vurma, satranç hakkında haram fetvası yayınlama, Hz.
Peygamber’in saçının yıkandığı suyu pazarlama gibi işgüzarlıklar
arasında pek bir fark yoktur.
Meseleyi bağlarken
şunu da not edelim ki namazların eda keyfiyetleri hususunda aslolan,
Sünnet(ler)e dayalı tatbikattır. Bu konuda icat çıkarmanın âlemi yoktur.
Kaldı ki İslam uleması daha ilk asırlardan itibaren konuyla ilgili
ayetler ve hadisler ışığında namazdaki kıraat meselesini bütün
detaylarıyla ortaya koymuştur. Başka bir anlatımla, fıkıh literatüründe
hafî ve cehrî kıraat meselesinden Fatiha ve zamm-ı sure okumanın hükmüne
kadar namazla ilgili tüm konularda herkese yetecek nispette görüş
çeşitliliği mevcuttur. Bu çeşitlilik hem kıraatte hafîlik ve cehrîlik
meselesinin namaz ibadetindeki aslî gayeyle ilgili olmadığını hem de
eski köye yeni âdet getirme çabalarının lüzumsuzluk ve işgüzarlıktan
başka bir anlam taşımadığını ortaya koyması bakımından da manidardır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Şubat 2017
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/meal-muctehidligi-3237
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder