Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Ortaöğretim Genel Müdürlüğü e-bülteninin 10. sayısına verdiği mülakat:
Sayın Öztürk, öncelikle yoğun programınız arasında
değerli vaktinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Bu imkânı vermeniz hasebiyle ben de sizlere
teşekkür ederim.
Sayın Öztürk, 15 Temmuz’ da gerçekleştirilen kanlı
darbe girişimiyle ilgili yazılı ve görsel basında çok fazla haber yer aldı. Her
geçen gün FETÖ ile ilgili yeni gelişmelere ve haberlere tanık olmaktayız. 15
Temmuz darbe girişimini milat kabul edersek 15 Temmuz öncesi ve sonrası
ülkemizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki FETÖ Türkiye
sathında kendini bitirmiş hâldedir. Çünkü maşerî vicdanda mahkûm edilmiştir. Bu
sebeple, örgütün bu coğrafyada kendini toparlaması ve eski gücüne kavuşması
artık mümkün değildir. Bununla birlikte FETÖ militanlarının hâlen dahi kuyruğu
dik tutmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir. Bu durum bir yönüyle örgütün geri
dönülmez bir yola girmiş olmasıyla, diğer bir yönüyle de Gülen’in endoktrinasyon
ve motivasyon kanallarının hâlâ açık bulunmasıyla ilgilidir. Gülen, örgüt
militanlarını “beklenen gün” ümidi üzerinden motive etmeyi sürdürmekte, bu
sayede moralleri canlı tutmayı hedefl emektedir. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz
vakalarında görüldüğü üzere örgüt her başarısız tecrübenin ardından yeni bir
beklenen gün ümidi üretmektedir.
Gülen ve örgütü Türk halkının nazarındaki itibarını
sıfırlamış olmakla birlikte bundan sonraki safahatta örgüt elemanlarını yurt
dışında daha da militanlaştırarak Türkiye’nin üzerine salacaktır. Ömer Çaha’nın
15 Temmuz hadisesi üzerine yazdığı makalede dikkat çektiği gibi, Türkiye
ilerleyen yıllarda sıradan bir diaspora ile karşı karşıya kalmayacak, tabir
caizse, bir yaralı çakal sürüsünün her türlü yalan ve iftira kampanyasıyla
mücadele etmek zorunda olacaktır. Gelinen bu noktada FETÖ mensuplarının
rehabilite edilmesi gerçekten zor görünüyor. Bunun temel sebeplerinden biri,
örgütün düpedüz bir suç ve cinayet şebekesine dönüşmesi, buna bağlı olarak
örgüt üyelerinin insani özelliklerden soyutlanıp hemen hiçbir ahlâkî değer
tanımayan birer militan ve mankurt hâline gelmesidir.
Yıllar boyunca ruhsal esrimeli mümin-müttaki vaiz kılığına
bürünmüş bir nifak odağı olarak, “üç günlük dünya için baş yarmayacak, göz
çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak, herkese sevgi çağrısında
bulunacağız” diye konuşan ve fakat 15 Temmuz akşamı Türk Silahlı
Kuvvetleri’ndeki çomarları vasıtasıyla sayısız masum insanın üzerine bomba ve
kurşun yağdırıp yüzlerce insanımızın canına kıyan Fethullah Gülen’in bütün bir
millete yaşattığı kötü tecrübe maalesef “bir musibet bin nasihattan evladır”
özdeyişinin ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha teyit etti.
Kabul etmek gerekir ki bu yapının devlete ve millete ne
kadar büyük bir maliyet çıkaracağı daha yıllar öncesinden belliydi. Yani
musibet tabir caizse bağıra bağıra geldi. Siyasi ve bürokratik camialardaki
birçok insan, çok önceden tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmesine, son yıllarda
hemen her devlet kurumu alarm vermesine rağmen, “gayretullaha dokunma” gibi
sözde dinî gerekçelerle meselenin üzerine gitmekten maalesef imtina edildi.
Sonunda bela geldi çattı ve hem dine, hem devlete, hem de millete çok ağır bir
maliyet çıkardı. Peki, devletçe ve milletçe bu beladan tam manasıyla ders aldık
mı? 15 Temmuz sonrasında din-devlet-cemaat-siyaset ilişkileri üzerine yapılan
analizlerdeki sathiliğe, bilhassa meseleyi FETÖ’ye indirgeyerek ele alma
konusundaki titizliğe bakılırsa, maalesef yine gerekli dersi almadık. Maalesef
bu vahim olayı da istisnai bir durum olarak kodlamakta karar kıldık.
Terör ne yazık ki dünyada olduğu gibi ülkemize de
yabancı bir kavram değil. Ülkemiz konumu itibariyle önceden de olduğu gibi
terör örgütlerinin hedefi konumunda. Diğer terör örgütlerinden farklı bir
yapılanmaya sahip olan FETÖ’nün ülkemizdeki ve dünyadaki gelişim süreci
hakkında bizleri aydınlatır mısınız?
FETÖ kırk yıllık serencamında birkaç kritik
aşamadan geçmiştir. Bu aşamalar bir bakıma evrimleşme süreçleridir. Örgüt
lideri Gülen 1960’lı yılların ikinci yarısı ile 1980’li yılların ilk yarısını
kapsayan ilk aşamada ağlak bir vaiz kılığında, sürekli olarak Allah ve Hz.
Peygamber sevgisi hakkında konuşup Kur’an ahlakıyla bezenmiş nesiller
yetiştirme amacından dem vuran birisi görümündedir. 1980’li yılların ilk
yarısından 1997 yılında gerçekleşen 28 Şubat post-modern darbe sürecine kadarki
ikinci aşamada Gülen yine vaiz kılığında dünyayı ve modern çağı iyi bilen bir
genç nesil yetiştirme idealinden söz etmiştir.
Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’nin iktidar
dönemine rastlayan bu ikinci aşamada geçmiş yıllardaki sıkı şeriatçı ve katı
gelenekçi dinî söylemlerinden tedricî olarak vazgeçen Gülen daha ziyade
demokrasi, insan hakları, liberalizm, barış, hoşgörü gibi yumuşak kavramlarla
konuşmayı yeğlemiş, hatta “Demokrasiden asla vazgeçilemez” tarzında aforizmik
sözler söylemiştir. Gülen yine bu aşamada bir taraftan Hristiyan Batı
dünyasıyla ilişkiler kurmaya yönelmiş, bir taraftan da Türkiye’deki gayr-i
müslim cemaatlerin liderleri ile Yahudi iş adamlarını kendi yanına çekme
stratejisini hayata geçirmiştir. Mesela, İshak Alaton ve Üzeyir Garih gibi
Yahudi kökenli iş adamlarıyla yakınlık tesis etmiştir. Ayrıca Gülen’in 1990’lı
yılların sonlarında Papa ile görüşmesi ve Amerika’ya gitmesi kendisinin ve
örgütünün millî değerlerle bağlarını koparması gibi bir sonuç vermiştir.
FETÖ’nün en başından itibaren çok iyi bir plan ve program
çerçevesinde yapılandırıldığı şüphesizdir. Türkiye’deki tüm kritik devlet
kurumlarına sızıp koloni kurması şöyle dursun, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe
girişiminden sonra ortaya çıkan bylock programı dahi bu örgütün konsorsiyum
tarzındaki büyük bir akıl ve/veya akıllar ağı tarafından tasarımlandığını
gösterir. Nitekim FETÖ’nün yurt dışındaki faaliyetlerini CIA, MOSSAD gibi
istihbarat ağlarıyla irtibatlı olarak sürdürdüğü bugün itibariyle müdellel hâle
gelmiş bir gerçektir. FETÖ’nün merkez üssü Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Buna karşılık Türkiye’nin de dâhil olduğu sayısız ülke adeta birer şubeden
ibarettir. Böyle bir cesametin kendine hayranlık, gaddarlık, kaypaklık,
düzenbazlık gibi sıfatlar dışında hemen hiçbir meziyeti olmayan Gülen gibi bir
şarlatanın eseri olduğunu düşünmek mümkün değildir.
15 Temmuz gecesi yaşananları bir de sizden dinleyebilir
miyiz?
O gece yaşananları bütün bir ülke olarak anbean
takip ve tecrübe ettik. Kendi adıma konuşmam gerekirse, her yıl Temmuz ayının
başında memleketim Giresun’a giderdim; fakat bu sene üniversitemizdeki
rektörlük seçiminden dolayı 12 Temmuz’a kadar Adana’da bekledim. Aynı gün oyumu
kullanıp Giresun’a hareket ettim. İki gün sonra da herkes gibi darbe
teşebbüsüyle karşılaşıverdim. Yanlış hatırlamıyorsam, 15 Temmuz gecesi saat
22:00 sularında televizyon ekranlarına yansıyan canlı yayın görüntülerinde
Boğaziçi Köprüsü’nün tek taraflı olarak trafiğe kapatıldığına şahit olunca
işkillendim; kısa süre sonra jetlerin Ankara üzerinde çok alçaktan uçtuklarını
öğrenince, kendi kendime, “Bu bir darbe girişimi” dedim.
Daha sonra İstanbul ve Ankara’da halkın üzerine ateş
açıldığı yönündeki bilgiler akmaya başlayınca, sokağa çıkmak üzere hazırlandım;
fakat daha öncesinde, “Kendi Milletine Silah Sıkan Alçaklar İdamla Yargılanmalı
ve Asılmalıdır!” başlıklı kısa bir yazı yazıp, Giresun İmam-Hatip Lisesi’nden
öğrencim olan Abdullah Demir'e yolladım ve yazıyı http://www.haberci28.com.tr
sitesinde yayınlaması için kendisini aradım. Ancak o gece yaşanan hengâmeden
dolayı yazı ancak ertesi sabah yayımlanabildi. Gece 23:30 sularında sokağa
çıktım ve Giresun meydanına varıncaya değin ulaşabildiğim herkesi telefonla
aradım. Meydana ulaştığımda hayli kalabalık bir kitle çoktan vaziyet almıştı.
O gece Giresun’da askerî birliklerde küçük çaplı
hareketlenmeler olduğu yönünde duyumlar almamıza rağmen herhangi bir darbeci
çetesiyle karşılaşmadık. Darbe teşebbüsü atlatıldıktan sonraki bir ay boyunca
sabah namazına kadar nöbete devam ettik. Giresun valimiz Hasan Karahan, vali
yardımcımız Yüksel Çelik, il emniyet müdürümüz Uğur Öztürk, il özel idaresi
genel sekreterimiz Hüseyin Taşkın, AK parti il başkanı Ali Tütüncü ve
Giresun’da bulunduğu zamanlarda da AK Parti milletvekili Sabri Öztürk gibi
isimler nöbet mahallinin müdavimleriydi.
Eğer 15 Temmuz gecesi darbe girişimi başarılı olsaydı
ülkemizin karşılaşabileceği durum hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Darbe girişiminin başarılı olması kanımca iç
savaş çıkması ve darbecilerin bu savaşta halka galebe çalmasıyla mümkündü ki
bunun mukadder neticesi de işgale uğramış Türkiye’den başka bir şey değildi.
Darbe teşebbüsünün vuku bulduğu günün öncesinde ve ertesinde özellikle PKK
cenahından hiç ses çıkmaması ve bu örgütün herhangi bir terör eyleminde
bulunmaması ise fırtına öncesi sessizliğe işaret ediyordu. Darbe girişimi
aslında “iç savaş” ve “işgal” garantiliydi. Dolayısıyla yüzbinlerce, hatta
milyonlarca memleket evladının darbe sonrasında kıyıma uğratılması da kuvvetle
muhtemeldi. Bereket versin ki millet kendi kaderine sahip çıktı.
1990’lı yıllara kadar “en kötü devlet nizamı bile
devletsizlikten iyidir” fi krini dillendiren, Osmanlı’ya dair zengin
tahayyüllerle devlet-i ebed-i müddet ülküsünü gururla sahiplenen, hatta cami
ile kışla arasında yaşanacak bir sürtüşmede kışladan taraf olacak kadar
devletin bekasını önemseyen bir “adam”dan, gözünü kırpmadan kendi devletini
yıkmayı ve kendi milletine kurşun sıkmayı “cihad” gibi algılayan bir adam
yaratmak çok büyük bir aklın marifeti olsa gerektir. Bu durum böyle bir ihanet
projesinin yürütücülüğünü üstlenen FETÖ elebaşının ne denli şahsiyetsiz ve
haysiyetsiz olduğunun da ibretlik göstergesidir.
Sizce FETÖ’ nün başı ülkemize iade edilecek mi? Bu
durumun Türkiye’nin başta ABD olmak üzere ikili ilişkilerimizi nasıl
etkileyeceğine dair görüşleriniz nelerdir?
FETÖ elebaşının Türkiye’ye iadesi kanaatimce ABD
nezdinde bu şahsın son kullanım tarihinin dolmasına bağlı bir meseledir. Obama
yönetiminin sergilediği tavır FETÖ elebaşının son kullanım tarihinin henüz
dolmadığını ve 15 Temmuz darbe girişimi her ne kadar başarısızlıkla sonuçlanmış
olsa da bu yapı üzerinden Türkiye’ye başka türlü operasyonlar çekme
imkânlarının mahfuz tutulduğunu düşündürmektedir. Bugün itibariyle, Trump'ın ve
müstakbel kabinesinde yer alacağı söylenen bazı figürlerin Gülen ve örgütüne
pek sıcak bakmadıkları, bu yüzden de Gülen’i Türkiye’ye iade edebilecekleri
gibi bir ihtimal söz konusudur. Ancak Gülen’in Amerika’da üstlendiği görevin
bir tek siyasinin iradesiyle belirlenmediği de gözden kaçırılmaması gereken bir
husustur. Dolayısıyla iade meselesinin bir tek kişinin ağzından çıkacak sözle
sonuca bağlanmaması ihtimali de akılda tutulmalıdır.
Kısacası, ABD'nin başkan ve partisinin siyasetinden daha
derin ve güçlü devlet kodlarında Gülen, “son kullanım tarihi doldurdu” diye
kodlanmışsa, iade gerçekleşir; aksi halde sürünceme süreci devam edecektir.
Ayrıca bu konuda hemen hiç kimsenin dikkat çekmediği “büyük devlet kaprisi,
karizması” gibi bir durumdan da söz edilebilir. Bu durum dikkate alındığında
ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen talep ve tazyike boyun eğerek Gülen’i
iade ettiği yönünde bir edilgen konuma düşme ihtimalini bertaraf etmek için,
müphem bir zaman ve mekânda, mesela okyanusun bir yerinde Gülen’i
buharlaştırması da pekâlâ mümkün ve muhtemeldir.
15 Temmuz süreci dâhil olmak üzere FETÖ terör örgütü
hakkında bir kitap hazırladığınızı biliyoruz. Bu kitabın hazırlık aşaması ve
araştırma süreci hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
FETÖ ile ilgili kitabı tamamladım; fakat hem
bilgi toplama, hem de yazma aşamasında hakikaten çok zorlandım. Çünkü insanın
ikrah, istikrah ettiği bir işle meşgul olması işkence çekmek gibi bir şey…
Gülen’in yazıp çizdiklerini, daha doğrusu yakın çevresindeki kişilerce yazılıp
çizilen ve onun adına neşredilen kitapları okumak eziyet verici bir iş
gerçekten… Çünkü sözde kitaplarının hemen her satırı tasannu, abartı,
kaypaklık, sahtekârlık kokuyor. Dil ve üslup ise berbatlığından dolayı
okuyucuyu ikrah ettiriyor.
Kitap çalışmamızın giriş kısmı 1960’lı yılların ikinci
yarısından günümüze kadarki kırk yıllık süreçte Gülen ve örgütünün gelişim ve
değişim evrelerine dairdir. Örgütün evriminde birkaç önemli aşamadan söz
edilebilir. 1970- 1983 yılları örgütün dinî grup/cemaat tarzında oluşum dönemi,
1983-1997 yılları kurumsallaşma ve Türkiye sathına yayılma dönemi, 28 Şubat
1997 ve müteakip yıllar zoraki liberalleşme ve aynı zamanda devletin kritik
kurumlarında kolonileşme dönemi olarak tespit edilebilir. 17/25 Aralık 2013
süreci ve 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi ise Gülen ve örgütünün terörist
olarak tescillendiği döneme karşılık gelir.
Birinci bölüm FETÖ’nün genel karakteristiği, ikinci bölüm
melez teolojisiyle ilgilidir. Üçüncü bölüm, örgütün İslam ve Hıristiyan
dünyasındaki Bâtınîyye Haşîşiyye (Nizârî İsmâilîlik), Kâdiyâniyye, Cizvit
tarikatı, Opus Dei ve Moonculuk gibi dinî-siyasi yapılarla müşterek özellikleri
ve benzerliklerine dairdir. FETÖ, yapısal özellikleri itibariyle sosyal,
siyasal, kültürel ve dinî unsurlardan oluşan bir koalisyon hüviyetinde
olduğundan, adı geçen fırka, tarikat ve örgüt yapılarının tümüyle birçok yönden
müşterek özelliklere sahiptir.
15 Temmuz Millî İrade Zaferi’nin gelecek nesillere
aktarılması ve hayatını kaybeden “Demokrasi Şehitleri”ni anmak için Millî
Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan 15 Temmuz Demokrasi Zaferi ve Şehitleri
Anma genelgesi doğrultusunda okulların ilk açılış haftasında çeşitli anma
etkinlikler düzenlenmiş olup, bu etkinlikler ve faaliyetler yıl boyunca da
sürdürülmektedir. Ayrıca, 15 Temmuz çalışmaları kapsamında Genel
Müdürlüğümüzce; tüm ilçe millî eğitim müdürlerine ve Ortaöğretim Genel
Müdürlüğüne bağlı; Anadolu, fen, sosyal bilimler, güzel sanatlar ile spor
liselerinin tüm okul müdürlerine yönelik düzenlenen, sizlerin de konuşmacı
olarak olarak katıldığınız eğitim yönetimi seminerlerinde “15 Temmuz Millî
İrade” konusu öncelikli olarak işlenmiştir. Bakanlığımızın bu çalışmaları
hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu faaliyetlerin çok önemli ve değerli olduğu
kanaatindeyim. Çünkü FETÖ’nün devlet kurumlarında yarattığı büyük hasar maddi
açıdan telafi edilebilir; ancak insanların millî ve manevi değerlerine yönelik
tahribatı kolayca ve kısa zamanda telafi edilebilecek türden değildir. Ayrıca
bu meşum yapının dini ve millî alan üzerindeki tehdit ve tehlike potansiyelinin
güvenlik politikaları ve polisiye tedbirlerle savuşturulamayacağı da
şüphesizdir.
Örgütün mutlaka içten çözülmesi gerekir. Çözülme hususunda
zihinsel rehabilitasyon süreci etkin bir yol olabilir. Bilhassa örgüte sempati
duyan insanlar ile suça bulaşmadığı tespit olunan örgüt üyelerinin
ilahiyatçılar, sosyologlar, psikologlar gibi farklı alanlardaki uzmanlar
tarafından uzun süreli eğitimlere tabi tutulması gerekir. Bakanlığınızın
Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’nce yürütülen 15 Temmuz Millî İrade Zaferi konulu
seminerleri bu açıdan çok önemli bir işleve sahiptir.
Yanlış anlamalara mahal vermemek için özellikle şunu
belirtmeliyim ki burada anlatmaya çalıştığım husus, seminerlere davet ettiğiniz
okul müdürlerinin FETÖ sempatizanı olduklarını ve dolayısıyla rehabilitasyona
ihtiyaç duyduklarını ima etmek değil, milyonlarca çocuğumuz ve gencimizi
kendilerine teslim ettiğimiz öğretmenlerimiz ve müdürlerimizin benzer bir
tehlikeye karşı zihnen ve fikren müteyakkız kılınmasına dikkat çekmektir. Söz
konusu seminerler en azından dini grup ve cemaat angajmanlarının devlet
kurumlarında ne tür tahribatlar yaptığı hususunda fikir edinilmesi ve bu tür
angajmanları devlet katına taşımanın bütün bir ülkeye ne kadar ağır bedeller
ödettiğinin bilinmesi hususunda son derece önemli ve değerlidir.
15 Temmuz süreci ile ilgili düzenlediğimiz
seminerlerimize vermiş olduğunuz değerli katkılarınızdan dolayı size ve
nezdinizde katılan gazeteci, yazar ve akademisyenlerimize teşekkür ederiz
Bundan sonraki çalışmalarınızda da sizlerle birlikte olacağımız inancıyla
tekrar teşekkür ediyoruz.
Bilmukabele, efendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder