Şükran ve Minnetle Çukurova’ya Veda

Bu köşede kendi hayatıma dair yazı yazmanın pek şık olmadığını biliyorum; fakat on beş yıldır bize sahip çıkıp her türlü imkânı sunan Çukurova Üniversitesi’ne ve İlahiyat Fakültesi’ne büyük bir şükran ve minnet borcu olarak bu yazıyı yazmak durumundayım… Yıl 2002, yani “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat darbesini tezgâhlayan faşizan zihniyetin 19 Mayıs Üniversitesi’nde terör estirdiği zamanlar… Ergenekon davasında hüküm giyen bir rektör ve avenesinin üniversite bünyesinde İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi olarak fişlenen tüm araştırma görevlilerini temizleme operasyonu bütün hızıyla sürerken kara kara düşündüğümüz o zor zamanlarda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Ankara’da düzenlenen ‘Güncel Dinî Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı’na (02-06 Ekim 2002) “Yeni Anlama Yöntemlerinin İmkân ve Sınırları” başlıklı bir tebliğle katılma daveti aldım ve toplantıya katıldım.

***

Bu program esnasında ilk kez yüz yüze tanıştığım Prof. Dr. Ali Osman Ateş’ten, “Evlat, Çukurova Üniversitesi’ne gelir misin?” şeklinde sürpriz bir davet daha aldım. Hani, tilkiye sormuşlar “Tavuk yer misin?” diye, o da “Gülmekten cevap veremiyorum” demiş ya, işte ben de söz konusu davete böyle icabet ettim; ama ardından bir Doğu Karadenizli, özellikle de Giresun bağımlısı biri olarak Adana’da nasıl yaşayacağımı düşünmeden edemedim. On beş yıldan beridir Adana’dayım; fakat affınıza sığınarak belirtmeliyim ki sayısız insanın gastronomik cennet saydığı bu şehirde o gün bugündür aç gezmekteyim… Kebap dumanını ve kuyruk yağı kokusunu az çok tolere etsem de temmuz-ağustos aylarında kimi zaman 50-60 dereceye ulaşan nemli yaz sıcaklarıyla başetmeyi henüz beceremedim. Fakat bütün bunlara rağmen Adana’yı çok sevdim; dayanılmaz sıcağından bizâr olsam da insanının sıcaklığını, esnaf kesiminin alicenaplığını hakikaten sevdim. Gerçi “İyilikle muamele ettiğin insanın şerrinden kork” sözüne mâsadak olan birkaç arızî durumla da karşılaştım; ancak bunları umumi güzelliklerin hatırına ‘ke-en lem yekün’ babından saydım.

Çukurova Üniversitesi’ni de çok sevdim; cennet misali kampüsünü, Seyhan Baraj Gölü’ne nazır lojmanlar muhitindeki huzur verici sükûneti, hobi bahçesinde karaduttan portakala, mandalinadan çileğe kadar hemen her çeşit meyve yetiştirmeyi hayatımın mutena güzellikleri olarak kayda geçirdim. Ama bütün bunlardan çok, fakültemizdeki umumi huzuru çok sevdim. Ara sıra zuhur eden küçük çaplı ihtilaflara rağmen fakültedeki öğretim üyesi arkadaşlarımızdan hiçbirinin iman bekçiliği adına dedektiflik ve ispiyonculuk yapmak gibi gayr-i ahlâkî işlere prim vermemesi, yine hiçbir arkadaşımızın dinî alandaki görüşlerinden dolayı bir diğerini çekiştirmemesi, sağdan soldan duyduğumuz derin ahlaksızlıklar dikkate alındığında büyük bir erdem olarak not edilmelidir. 

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dinî ilimler sahasında dibe vurma trendinin hız kazandığı bir zamanda ümit ışığı olmaya namzettir. Bugüne değin yazıp çizdiğim hemen her şeyi, neredeyse tüm akademik birikimimi Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin özgür ilmî atmosferine borçlu olduğumu bu vesileyle belirtmek isterim. Dolayısıyla fakültedeki tüm akademisyen arkadaşlarıma yürekten teşekkürü borç bilirim. Ayrıca idari ve hizmetli kadrosundaki tüm mesai arkadaşlarıma, bilhassa on beş yıldır belki on binlerce bardak çayını içtiğim Yıldıray (Saldıray) kardeşime hususen teşekkür ederim.

2010 yılında Crohn’a bağlı perforasyon sebebiyle acilen ameliyata alındığımda çoktan septik şoka girmiş haldeydim. Ameliyatımı gerçekleştiren ve darmadağın olmuş batnımı tertemiz eden, bununla da yetinmeyip bize anastomoz gibi bir güzellik yapıveren Prof. Dr. Gürhan Sakman hocam başta olmak üzere ameliyat sonrasında enfeksiyon tedavimi takip eden Doç. Dr. Behice Kurtaran’a, üç kez böbrek ameliyatımı gerçekleştiren Prof. Dr. Atilla Arıdoğan’a, ileus ataklarında cankurtaran gibi imdadıma yetişen Prof. Dr. Cem Parsak’a, gastroenterolojide çok kahrımı çeken Doç. Dr. Oğuz Üsküdar ve Prof. Dr. Sedef Kuran’a, enteropatik artrit tedavimi takip eden Doç. Dr. Didem Arslan Taş’a ve pek tabii ki Prof. Dr. Gülşah Seydaoğlu’na tüm kalbimle minnet ve şükranlarımı arz ederim. Bu vesileyle, gerek benim, gerek babamın tedavilerinde büyük ilgi ve desteğini gördüğüm Ç.Ü. Balcalı Hastanesi başhekimi Prof. Dr. Yeşim Taşova hocama da ayrıca teşekkürü borç bilirim. Son olarak, özellikle bölüm başkanlığı görevim süresince fakültemizden ve bölümümüzden yakın ilgi ve desteğini esirgemeyen sayın rektörümüz Prof. Dr. Mustafa Kibar’a minnet ve şükranlarımı arz ederim.

***

Bugün artık Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin bir mensubuyum. 10 Temmuz 1987 tarihinde mezun olduğum ve her zaman “baba ocağı” gibi algıladığım fakülteme otuz yıl sonra profesör olarak döndüğüm için hakikaten bahtiyarım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi diğer bütün İlahiyat fakülteleri içerisinde apayrı bir konuma sahip olduğundan, Cenâb-ı Hak ömür verdiği sürece bundan sonraki tüm ilmî çalışmalarımla yeni fakülteme azami katkıda bulunma arzumu özellikle belirtmek isterim. Bu vesileyle, değerli meslektaşım ve kardeşim Prof. Dr. Murat Sülün’ün, “Tefsir Profesörü Mustafa Öztürk Marmara İlahiyat’a hayırlı uğurlu olsun. Onun bize, bizim ona katacağımız çok şey var” şeklindeki hoşgeldin mesajı için de kendisine yürekten teşekkür ederim.


Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler!

1 yorum:

  1. hocam veda yazınızı yeni okudum sizin adınıza çok sevindim ben bir ev hanımıyım nerdeyse bütün söyleşi yada tefsir derslerinizi büyük bir dikkatle takip ediyorum sizden çok şey öğrendim birgünün yaklaşık 4saatini sizi dinleyerek geçiriyorum vedaha önemlisi öğrendiklerimi uygulamaya çalışıyorum inşallah allah size uzun ve sağlıklı ömürler versinki bizde sizden yeni şeyler öğrenmeye devam edelim selamlar...

    YanıtlaSil