Te’vil,
İslâmî ilimlerde, özellikle de kelam ve fıkıh usulünde anahtar kavram
denebilecek bir hüviyete sahiptir. Arapçada “bir şeyin hem evveli hem
akıbeti” anlamındaki evl kökünden türemiş bir kelime olarak te’vil başta
Yûsuf suresi olmak üzere Kur’an’ın birçok suresinde/ayetinde de geçer
ve ilgili ayetlerde, “önceden vuku bulacağı bildirilen bir hadisenin
bilahare meydana gelmesi, rüyada görülen sembollerin dış dünyada nelere
karşılık geldiğinin izah edilmesi (rüya tabiri), bir şeyin akıbeti, iç
yüzü ve gerçek mahiyeti” gibi anlamlar içerir. Istılahta ise te’vil,
“Kur’an’daki bir kelime veya lafzı müdellel olarak ilk ve açık manası
dışında ikincil bir muhtemel manaya hamletmek” diye tarif edilir. Fakat
bu ıstılâhî anlam “te’vil”in Kur’an’daki anlam ve kullanımına pek
muvafık değildir. Hâl böyleyken te’vil İslâmî ilimler geleneğinde
“Kur’an yorumu” anlamında terimleşmiştir.
***
Klasik İslâmî kaynaklarda tefsir ile
te’vil arasında kategorik bir ayrıma gidilmiş, tefsirin “ilâhî maksat ve
muradın ne olduğu hususunda kesin konuşmak”, te’vilin ise “ayetlerdeki
muhtemel manalar arasında bir tercihte bulunmak” anlamına geldiği
belirtilmiştir. Buna göre tefsir vebal riski yüksek bir faaliyettir.
Çünkü tefsir “Allah’ın bu ayetteki muradı şudur” demekle eşdeğerdir. Bu
yüzden İmam el-Mâtüridî, “tefsir”i Kur’an vahyinin nüzulüne şahitlik
eden sahabeye özgü bir faaliyet olarak nitelendirmiş, te’vilin ise
tefsire kıyasla çok daha risksiz olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü te’vil
isabetlilik ve isabetsizlik ihtimallerine açık olup kesinlik iddiası
içermemektedir. Bu yüzden Mâtüridî, “Tefsir sahabenin, te’vil fukahanın
(ulemanın) işidir” demiştir.
Mâtüridî’nin söyledikleri önemlidir; fakat
bilhassa Âl-i İmrân 3/7. ayet dikkate alındığında, Allah’ın muradı
hakkında kesin konuşma iddiasının “tefsir”le değil, “te’vil”le ilgili
olduğunu söylemek, dolayısıyla Mâtüridî’nin naklettiği ayrımı tersine
çevirmek gerekir. Ancak her nedense İslam uleması “te’vil”i bir tür re’y
ve ictihad olarak öznellik ve hata payı en başından müsellem bir
faaliyet olarak tanımlamayı yeğlemiştir. Sonuçta tefsir ile te’vil
arasındaki mezkûr ayrım dikkate alındığında hem Kur’an çalışmalarının
hem de bu alanda yazılan kitapların çoğunlukla te’vil diye
nitelendirilmesi gerektiği düşünülebilir. Fakat gelenekte
-Hanefî/Mâtüridî literatür kısmen hariç- te’vilden ziyade tefsir
nitelemesinin ön plana çıkması dikkat çekicidir. Ehl-i Sünnet
zaviyesinden bakıldığında, bunun muhtemel sebeplerinden biri, aşırı Şiî
İsmâiliyye (Bâtıniyye) fırkası ile “bâtınî te’vil” kavramı arasında
özdeşlik bulunması ve bu fırkanın bâtınî te’villerinde Kur’an’daki açık
anlamların buharlaşmasıdır. İkinci bir muhtemel sebep, özellikle Ehl-i
Sünnet’in nüvesini oluşturan Ehl-i hadis ekolüne göre te’vil
“Zanâdıka”nın (Zındıklar), yani Cehmiyye ve Mu’tezile gibi fırkaların
alamet-i farikasıdır. Te’vil aynı zamanda dinî alanda akıl ve re’ye alan
açılmasıdır ki Ehl-i hadise göre dinde re’y ve te’vile mahal yoktur.
Gelenekte te’vilden ziyade tefsir
kavramının ön plana çıkmasıyla ilgili bir diğer muhtemel sebep, Kur’an’a
referansla konuşan hemen herkesin “vallahu a’lem” kaydına rağmen kendi
görüş ve kanaatini zımnen murad-ı ilâhî ile eşdeğer tutma veya en
azından bu yönde bir algı oluşturma arzusu olsa gerektir. Nitekim
gelenekte hiçbir mezhep veya âlimin, “Ayranım ekşi” demediği iyi
bilinmektedir. Bütün bunlar bir kenara, te’vil geçmişte ve günümüzde
sayısız istismara konu olmasına rağmen yine de dinî alanda rahat nefes
almamızı sağlayacak büyük bir imkândır. Özellikle tekfir sorunu dikkate
alındığında, te’vilin kıymeti çok daha iyi anlaşılır. Bu vesileyle
meşhur Hanbelî fakihi ve usûl âlimi Muvaffakuddîn İbn Kudâme’nin,
“Te’vil varsa tekfir yoktur!” diye özetlenebilecek ifadelerini kısaca
aktarmakta fayda vardır.
***
İbn Kudâme, şer’an haram kılındığı
hususunda hiçbir şüphe bulunmayan zina, domuz eti yemek gibi fiillerin
helal olduğu görüşüne sahip bir kişinin küfre girdiğini, fakat böyle bir
görüş ve kanaatin te’vile dayanması halinde durumun değiştiğini söyler
ve bunu Hâricîlerin tavrıyla örnekler. Hâricîler müslümanların canlarını
ve mallarını helal saydıkları, hatta müslüman kanı dökmeyi Allah’a
yakınlaşma vesilesi gibi algıladıkları halde fukahanın çoğunluğu bu
fırkayı tekfir etmemiş, Hz. Ali’yi öldüren İbn Mülcem’i de kâfir olarak
nitelendirmemiştir. Fukahanın bu ihtiyatlı yaklaşımı Hâricîlerin yapıp
ettikleri yanlış işleri te’vil yoluyla Kur’an’a dayandırmış olmalarına
müstenittir. Kudâme b. Maz’ûn ve Ebû Cendel el-Âs adlı sahâbîlerin iman
ve salih amelde sebatkâr ve duyarlı davranan müminlerin vaktiyle
tattıkları şeylerden dolayı sorumlu tutulmayacaklarını bildiren Mâide
5/93. ayeti delil göstererek içki içmeye devam etmeleri ve bundan dolayı
cezalandırılmamaları gerektiğini söylemeleri de “te’vil varsa tekfir
yoktur” ilkesine dair ilginç bir örnektir (Bkz. Ebû Muhammed
Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Muğnî, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyad 1997, XII.
276-277).
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 26 Ağustos 2017