Son
zamanlarda tanık olduğumuz din eksenli birçok tartışmada bazı çevreler
örgütlü mafyatik yapıları anımsatan tavır ve tutumlarıyla dikkat
çekiyor. Bu çevreler dinî alanda cümle âleme nizam verip herkesi terbiye
etmeyi kendilerine vazife edinmiş görünüyor. Özellikle kendilerini
“Ehl-i Sünnet”çi olarak tanımlayan bir grup var ki bunlar muhalif olarak
mimledikleri herkesin defterini dürmeye çalışıyor. Bu minvalde kimi
zaman hedef gösterme gibi süflî usullere başvuruluyor, kimi zaman
“Falancayı OHAL kararnamesiyle ihraç edin” mealinde naralar atılıyor,
kimi zaman bazı ilmî kurumlara, “Kur’an’ı inkâr merkezi” gibi çirkin
yaftalar yapıştırılıyor, kimi zaman “b...k yemek/yedirmek” gibi
ifadelerle muarız çevrelere çok çirkin hakaretler yağdırılıyor. Bütün bu
rezilliklerin failleri ihtimal ki bir yerlerden destek ve himaye
görüyor. Zira kendi özgül ağırlıklarından hareketle böyle bir
kabadayılığa soyunmaları pek olası görünmüyor.
***
Öte yandan, bu taife öteden beri dinî
alanda geleneğe yaslanmanın rantını devşiriyor. Geleneğe yaslanmak hem
büyük rant sağlıyor hem de düşük maliyetle güç ve nüfuz sahibi olma
imkânı bahşediyor. Toplumsal çoğunluğu temsil eden avâm-ı nâs tarih
boyunca geleneksel dinî anlayışı benimsediği ve bu hâkim anlayış çok
yönlü okuma, girintili çıkıntılı düşünerek anlamaya çalışma, sorgulama,
tartışma gibi ilmî ve entelektüel faaliyetlere pek ihtiyaç
hissettirmediği için, dinî alanda gelenekçi söylemi sahiplenmek
hakikaten büyük kâr getiriyor. Hele de zamanın ruhu ecdat edebiyatını
kıymete bindiriyorsa, gelenekçilik çok daha kârlı bir söylem haline
geliyor. Bütün bunları söylerken asıl konumuz ve sorunumuzun dinî alanda
gelenekçi veya yenilikçi yaklaşımı benimsemeyle ilgili olmadığını da
not etmemiz gerekiyor.
Asıl can yakıcı sorunumuz din ve dinî
değerlerin kavga gürültü konusu olması, hemen her dinî tartışmanın tabir
caizse karakolda sonlanmasıdır. Daha da kötüsü, söz konusu
tartışmalarda kimi zaman edep ve haya sınırlarının zorlanması, hatta
vaaz kürsüsünden “B…k ye!” gibi tiksinç bir ifadenin pervasızca
kullanılması, buna mukabil bir başka figürün televizyon ekranında
muarızına deve sidiği içme teklifinde bulunmasıdır. Geldiğimiz nokta
itibariyle dinî tartışmalar maalesef “katı” ile “sıvı” arasında cereyan
edecek kadar pespayeleşmiş durumdadır ki bu durum hakikaten büyük bir
yıkımdır. Dinî alanda kendi ellerimizle yarattığımız bu büyük yıkımın
yakın gelecekte dinden ve dindar kitlelerden illallah etmiş
jenerasyonlar üretmesi kaçınılmazdır.
Bugün dinî kimlikleriyle ön plana çıkan
pek çok tanınmış kişi veya grup arasında cereyan eden ve seviye
itibariyle yerlerde sürünen tartışmalar hepimiz için gerçekten çok büyük
bir ayıptır. İtiraf etmek gerekir ki bu vahim tablonun oluşmasında
hemen her birimizin az çok payı vardır. Öte yandan, içinde bulunduğumuz
bu berbat durum kendi kendimizi el âleme karşı rezil rüsva etmenin belki
de en dramatik fotoğrafıdır. Şu andan tezi yok, öncelikle bizzat
kendimize “Artık yeter!” deme zamanıdır. Zaman aklımızı başımıza
devşirme zamanıdır. Zaman kendi “ben”imize dönüp, “Bize ahlak, erdem
lazım değil mi?” diyerek kendi kendimizi hesaba çekme zamanıdır. Keza
zaman sahih dinî anlayışı savunmak adına bu kadar pespaye bir dil ve
üslup kullanmanın cevazını hangi dinî kaynaktan aldığımızı sorgulama
zamanıdır. Zira hem müslüman hem ahlaksız olma lüksümüz yoktur. Keza
dinî alanda hakikatin tek temsilcisi edasıyla konuşma hakkımız da
yoktur. Bizden farklı düşünen ve farklı bir görüşü benimseyen insanları
mafyatik usullerle susturma hakkımız da yoktur. Muhtelif dinî
meselelerde benimsediğimiz her bir farklı görüş ve anlayışın sonuçta
birer kavil, mezhep ya da yorumdan ibaret olduğu malumdur. O halde
bırakın birçok kimse bizden farklı düşünsün, farklı görüş ve kanaatleri
duyup dinlesin ve hangi görüşü benimseyeceğine kendi özgür iradesiyle
karar versin...
***
Dinî alanda çok seslilik ne yazık ki
öteden beri pek hoş karşılanmamış, güçlü olan taraf zayıf olanı her
zaman saf dışı bırakmaya çalışmıştır. Daha kışkırtıcı bir şekilde ifade
etmek gerekirse, dinî düşünce geleneğinde çoğulcu demokrasi kültürü neşv
ü nema bulmamıştır. Belki de bu durum her bir dinî öğretinin hakikat
konusunda şerik tanımaması ve bu durumun genel kabul gören dinî yoruma
yansımasıyla alakalıdır. Her neyse, İslam geleneğinde İmam Ebû Hanife’ye
ne kadar ağır hakaretlerde bulunulduğu ve bu hakaretlerin Ehl-i hadis
ekolüne mensup ulemadan sadır olduğu malumdur. Tahkir ve tezyif geleneği
halen cari olduğundan tarih ne yazık ki bugün de tekerrür durumundadır.
Umudumuz, her birimizin müslümanca duyarlılığa yaraşır bir vicdan ve
ahlak sahibi olma ihtiyacı duymasıdır. Aksi halde kendi ellerimizle
yaptığımız yıkım İslam dininin en azından bu topraklardaki istikbalini
karartacak ve bu büyük cürmün hesabı rûz-i mahşerde hepimize
sorulacaktır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Ağustos 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder