Merhum
Akif Emre 2006 yılında yazdığı “Seküler Ahlak Mümkün mü?” başlıklı
yazısının sonuna doğru, “Dinin yerine sekülerliği yerleştirmeye çalışan
Türk seçkinleri, ruhunu boşalttığı insanımıza bir şey verememiştir. Din
ile irtibatı kesilmiş bir ahlak sisteminin mümkün olmadığı, hele hele
seküler ahlak gibi ucube modelin, kurgusal bir toplum fantezisinden
ibaret olduğunu anlamak için gelinen noktaya bakmak yeterli...” demişti.
Bugün artık “dinin yerine sekülerliği yerleştirmeye çalışan Türk
seçkinleri”nin esamisi pek okunmuyor. Dahası bugün hemen herkes kendini
dinî kavramlar, semboller, imgeler üzerinden tanıtıp tanımlama hususunda
pek titizleniyor. Ayrıca dinin zinde güçler tarafından “irtica tehdidi”
olarak kodlandığı, “28 Şubat bin yıl sürecek” gibi naralar atıldığı
dönemlerin kötü hatıralar müzesine kaldırıldığı biliniyor.
***
Dindar kitlelerin dinî
ahkâmın gereklerine göre yaşama ve bu yaşantıyı kamusal alana taşıma
yönündeki taleplerinin önündeki hemen her engelin kalktığı bir döneme
şahitlik ediyoruz ve bu büyük imkâna kavuşmanın şükrü mucip olduğunu
biliyoruz. Fakat Allah’a iman, taat ve sadakat sözü veren herkes için
dinin en temel unsurları arasında yer alan ve aynı zamanda erdemli
toplum modeli üretmenin olmazsa olmazları arasında sayılan ahlâkî
değerleri hayata taşımak söz konusu olduğunda kesinlikle çok kötü bir
sınav veriyoruz. Üstelik bu alandaki performans karnemizin son derece
berbat olduğuna gündelik hayat tecrübelerimizle de şahitlik ediyoruz.
Açıkçası din ve ahlak alanında kirlenmedik hiçbir şey bırakmamaya ant
içmişçesine yuvarlanıp gidiyoruz. Gayr-i ahlâkî hayat akışımızın
yarattığı vicdan azabını din temalı belagat gargaralarıyla birazcık
dindirelim ya da ahlâkî defolarımız ve foyalarımızı sükseli dinî
nutuklarla kamufle edelim derken belki de farkında olmadan hırs,
ihtiras, haset, gıybet, yalan, iftira, kavga gürültü şehveti, nefret
dili gibi olanca kirimizi kutsala da bulaştırıyoruz. Böylece kendi
bataklığımıza dini de çekiyor, dinin insanlığa yönelik vaatlerini
hoyratça tüketiyoruz.
Sonuçta din referanslı
ahlâkî değerler sistemini kendi ellerimizle bertaraf ediyoruz. Böylece
dinî ahlak alanına seküler ahlakı davet ediyoruz. Çünkü tabiatın boşluk
kaldırmadığını, insanoğlunun da fıtrî olarak değerden bağımsız yaşayan
bir varlık olmadığını biliyoruz. Bu noktada “Seküler ahlak mümkün mü
değil mi? Seküler ahlakın fayda zarar analizi nedir? Böyle bir ahlak
sisteminin getirisi götürüsü nedir?” gibi meseleler hakkında görüş
belirtmeyi şimdilik gereksiz görüyoruz. Çünkü biz burada seküler ahlakın
mahiyetini tartışmıyor, aksine bugün geldiğimiz noktada, “Kötülüğü
iyilik ve güzellikle sav” (Fussilet 41/34), “Her kim (maruz kaldığı
kötülüğe karşı) kendini tutar ve bağışlayıcı davranırsa ([ilsin ki) bu
(her kişinin değil) er kişinin kârı olan işlerdendir” (Şûrâ 42/43)
buyuran Allah’a gerçekten inandığını söyleyip O’nun buyruklarına sadakat
sözü verdiğini iddia eden biz müslümanların özellikle genç kuşaklar ve
gelecek jenerasyonlara dinî kimlikler, retorikler ve pratiklerle bezeli
büyük bir ahlaksızlık mirası bırakacak olmamızın kuvvetle muhtemel
sonuçları üzerine konuşuyoruz. Yani Mehmet Akif’in, “Aldanma insanların
samimiyetine, menfaatleri gelir her şeyden önce… Vaat etmeseydi Allah
cenneti, O’na bile etmezlerdi secde…” dizelerine konu olan trajedinin
gönüllü kahramanları olmamızın yakın gelecekte bizzat dinin kendisine
çıkaracağı ağır maliyete dikkat çekmeye çalışıyoruz.
***
İhtimal ki bu
satırları okuyan birçok dindaşımız, öfkeyle kalkıp ‘nerde benim klavyem’
diyecek ve ardından, “Hep bardağın boş tarafını anlatıyorsunuz, hep
bize taş atıyorsunuz” gibi yorumlar döşenecektir. Bu tarz alınganlıklar
karşısında, “Yarası olan gocunur” demek istemiyorum, ama şunları
söylemeden de edemiyorum: Sekülerist, adı üstünde sekülerist olduğundan,
kendini ve kendi dünya görüşünü kutsal değerler sistemi üzerinden
tanımlama ihtiyacı hissetmez, dolayısıyla kendisine daha mutlu ve
konforlu yaşama imkânı sunacak bir dünya kurmaktan ötesini pek düşünmez.
Hâliyle, tüm insanlık ailesine nizamat vermek gibi büyük ideallerle de
pek ilgilenmez. Gelgelelim bize, biz müslümanlar din üzerinden hem
kendimize hem de insanlık ailesine büyük sözler vermiş, nice güzellikler
vaat etmiştik diye hatırlıyorum. Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada
onca sözümüzden hangisini yerine getirdik, vaat ettiğimiz onca
güzellikten hangisini insanlık ailesine armağan ettik diye adamakıllı
düşünmemiz ve her şeyden önce kendi kendimize hesap vermemiz gerektiğine
inanıyorum.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Şubat 2018