Din
nimeti son zamanlarda bizim mahalleli arasında bir türlü
paylaşılamıyor; sanki nimet azgınlığı denebilecek bir hal yaşanıyor.
Kimimiz bu konuda pek bencilce ve pintice davranıyor, “Dinin mülkiyet
hakkı bana ait, konu komşuya zırnık koklatmam” der gibi çok tuhaf
refleksler sergiliyor. Kimimiz dinî konularda görüşlerini beğenmediği
insanları hedef göstererek basbayağı nefret suçu işliyor. Kimimiz de,
“Filan yerde din sapkınları toplanmış, oranın kapısına kilit vurun”
diyerek muhbirlik yapıyor. Ne yazık ki bütün bunlar “Din elden gidiyor”
gerekçesine bağlanarak dinî hamiyet namına yapılıyor. Sanki herkes ne
kadar sıkı bir dindar olduğunu ispatlamak için birbiriyle yarışıyor. Bu
zaviyeden bakıldığında din sanki karaborsaya düşmüş görünüyor, hepimize
yetmez kaygısıyla kapış kapış gidiyor, adeta kapanın elinde kalıyor. Hal
böyle olunca din en çok kavga konusu olarak gündeme geliyor. Din adına
her gün yeni bir kavga patlak veriyor ve “Kavgada yumruk sayılmaz” eşiği
de çoktan aşılmış görünüyor. Çünkü başta bel altı vuruş olmak üzere her
türlü gayri nizami ve gayri ahlaki vuruş artık mubah sayılıyor.
***
Teessürle izlemek
zorunda kaldığımız ve maalesef zaman zaman kendimizi de içinde
bulduğumuz bu kuru kavgalar, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaşanan
Kadızâdeliler-Sivâsîler çatışmasını hatırlatıyor. Bu iki grup arasındaki
büyük çatışma zahirde din referanslı görünse de, işin gerçeği, “Felsefe
okumak caiz mi değil mi? Hızır hayatta mı değil mi? Yezid’e lanet
edilmeli mi edilmemeli mi? Kur’an’ı makamla okumak caiz mi değil mi? Hz.
Peygamber’in ebeveyni imanlı mı yoksa imansız mı vefat etti? Tütün ve
kahve içmek haram mı değil mi?” gibi tartışma konularından da
anlaşılacağı üzere pratik dinî-ahlâkî yaşantıya hemen hiçbir olumlu
katkısı bulunmayan ve bu itibarla pek çoğu incir çekirdeğini dahi
doldurmayan lüzumsuz meseleler kanlı bıçaklı bir kavganın fitilini
ateşlemiş görünüyor.
Hacı Halife Kâtib
Çelebi’nin Kadızâdeli-Sivâsî kavgası hakkında aktardığı bilgiler bize
çok şey anlatıyor. Hacı Halife, “Geçmişte yaşanan taassup savaşları gibi
bugünkü ahmakların bâtıl cidalleri de birbirlerini kırma noktasına
gelmek üzeredir. Ben de bu yüzden niza/tartışma konusu olan meselelerde
sağlam kanıt (tarîk-i burhan) yolunu beyan etmek üzere birkaç satır
karalayıp adını Mîzânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ehak (En doğru olanı tercih
hususunda hakkaniyet terazisi) koydum. Böylece herkes onca tartışmanın
gerçekte neye dayandığı, birbiriyle didişmekten ne tür bir sonuç
alınacağı hususunda bilgilensin de aptallık vadilerinden dönüp bu kuru
kavgadan vazgeçsin istedim” diye tanıttığı Mîzânü’l-Hak adlı eserinin
yirmi birinci bahsinde şunları söylüyor:
Bu iki şeyh (Kadızâde
Mehmed Efendi ve Abdülmecid Sivâsî) birbiriyle tastamam zıtlaştı ve
meşrep farklılığından dolayı aralarında cahiliye devrindeki meşhur Besûs
savaşı gibi bir savaş yaşandı. Bu kitapta ele aldığım tartışma
konularının pek çoğunda Kadızâde bir tarafı tutup Sivâsî de diğer tarafı
savunarak ifrat ve tefrit yoluna koyuldu. Bu arada her ikisinin
takipçileri de birbirleriyle nizaya tutuştu. Nice yıllar bu minval üzere
iki şeyhin arasında kîlükâl, dedikodu sürüp gitti; beyhude nizalar
yüzünden iki grubun arasına çok büyük bir nefret ve düşmanlık girdi.
Bütün bunlar olup biterken pek çok şeyh iki fırkaya bölünüp bir tarafı
tutmayı yeğledi. Aklı başında olanlar ise, “Bu taassup yüzünden ortaya
çıkmış bir kuru kavgadır. Biz Ümmet-i Muhammed’iz, birbirimizle din
kardeşiyiz. Dolayısıyla ne Sivâsî’den beratımız ne de Kadızâde’den
hüccetimiz vardır.
Kadızâde ve Sivâsî
birbirine muhalefetle şöhret bulup padişahın malumu oluverdiler ve bu
bahaneyle iş görüp dünyadan kâm alıverdiler. Şu halde, ahmaklık edip
onların davasını sürüp gitmek nedendir? Bu kavganın bize getirisi zarar
ve ziyandan başka bir şey değildir” diyerek işbu kuru kavgaya
karışmadılar. Ama gelin görün ki her iki taraftan da bir sürü ahmak
kavgada ısrar edip tıpkı Kadızâde ve Sivâsî gibi meşhur olmak ümidiyle
birtakım iddialara yapıştılar. Vaaz kürsülerinde birbirlerine laf
sokmaktan geri durmadılar. Dille sataşma kılıç ve süngüyle çatışma
noktasına varmak üzereyken padişahın duruma el koyması ve bazılarının
adamakıllı tedip edilmesi kaçınılmaz oldu.
***
Müslüman toplumun
başındaki sultanın üzerine düşen vazifelerden biri, her kim olursa olsun
bu tür kuru dindarlık ve taassup sahiplerini yola getirip adam
etmektir. Zira geçmiş dönemlerde taassup kavgasından çok fesatlar
meydana gelmiştir. Gerek Halvetî/Sivâsî gerek Kadızâdeli ahmakların
doğru yoldan göründüklerine bakmayıp iki taraftan birinin üste çıkmasına
yol verilmemelidir. Dünyanın düzeni tüm halkın çizgiden çıkmamasıyla
yürür gider. Haddini ve mertebesini bilip sınırı aşmayan kimseye Allah
merhametiyle muamele etsin…
Birkaç gün önce
kaybettiğimiz Prof. Dr. Hüsamettin Arslan Hoca’ya da Cenâb-ı Hak engin
rahmet ve mağfiretiyle muamele etsin. Hoca’yı merak eden ve az çok
tanımak isteyen, İbrahim Kiras, Beşir Ayvazoğlu, Yusuf Ziya Cömert ve
Mevlana İdris’in birkaç gün önce Karar’da yayımlanan güzel yazılarını
mutlaka okuyuversin.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder