Yazının
başlığındaki ayeti (Kasas 28/24) her ne zaman okusam hayatımın zor
zamanlarında yaşadığım hüzünler ve çaresizlik halleri gelir aklıma. Bu
ayetin arka planını oluşturan kıssaya göre Hz. Musa, Mısır’da kendisini
öldürmek üzere birtakım planlar yapıldığı haberini alır ve bunun üzerine
oradan kaçıp uzun bir yolculuktan sonra Medyen’e varır. Medyen suyunda
Hz. Şuayb’ın veya Yetrûn (Hz. Şuayb’ın kardeşinin oğlu?) adlı kişinin
iki kızına ait hayvanları suvardıktan sonra gölgelik bir yere çekilir.
Ardından nâçâr (çaresiz) bir halde, “Rabbim! Bana lütfedeceğin hayra
(iyilik, nimet, ihsan) öyle muhtacım ki…” (Kasas 28/24) diye yakarır.
Hz. Musa’nın bu yakarışından sonraki ayetler okunduğunda Allah’ın onu
nâçâr halden nasıl kurtardığına şahit olunur.
Kur’an’daki birçok
ayette, çaresiz hâle düştüklerinde tüm içtenlikleriyle yana yakıla
Allah’a yalvaran, fakat selamete erdiklerinde nankörlük mesleklerine
kaldıkları yerden devam etmeyi marifet sanan nankör/kâfir tipolojisinden
de birçok örnek sunulur. Bu tür kaypaklıklar (döneklikler) ne yazık ki
birçoğumuzun hayatında da az çok mevcuttur. Çaresizlik içinde
kıvrandığımız zamanlarda “medet” diye Allah’a yalvarıp yakarırız; fakat
“Düzlüğe çıktık” diye düşünmeye başladığımız an itibariyle Allah’a
yönelik dua ve niyaz hukukumuzu yeni bir çaresizliğe duçar olana dek
rafa kaldırırız. Bu sebeple, en azından bir kısmımızın Allah’la
basbayağı çıkarcılık ve kaypaklık üzerine ilişki kurduğu gerçeğini
itiraf etmek durumundayız. Kaldı ki pek çoğumuzun ibadet anlayışı ve
tarzı ırgatbaşı ile ırgat ilişkisinden hallicedir. Kader meselesindeki
algımız ve tavrımız ise basbayağı ahlaksızlık üzerine inşa edilmiş
gibidir. Zira işler yolunda gittiği sürece hemen hiç birimizin aklına
kader, kaza, alın yazısı gibi şeyler gelmez; fakat ne zaman ki körün
taşı gibi bir bela ve musibetle karşılaşırız, işte o zaman kader ve kaza
ile didişmeye başlar, hatta “kahpe felek” diye başlayan kinayeli
ifadelerle kadere sövüp sayarız.
Hâlbuki gerçek iman
sahibi mümin ve müslümana yaraşır tutum, her hâlükârda Allah’la
ilişkisini tam bir güven, teslimiyet ve rıza üstüne kurmak ve her ne
olursa olsun Allah’a karşı minnettarlık borcunu asla unutmamak
olmalıdır. Keza başladığı her işin başında da sonunda da Allah’ı mutlaka
hatırda tutması, yani hangi işe başlayacak veya hangi işe nokta
koyacaksa o işin mutlaka “Allah”lı olması gerektiğine yürekten
inanmasıdır. Ben bir mümin olarak Allah’la ilişkimi birçok kelam
ekolünün imanla özdeş saydığı kalple tasdik veya salt dille ikrar
veyahut marifet (bilgi) gibi teknik kavramlar üzerinden değil, tam bir
itimat ve güven duygusu içinde kurmaya azmetmiş biriyim. Bu yüzden,
hayatımda neyi bitirmem gerektiğine kanaat getirmişsem, öncelikle
Allah’a yönelir, bu konuda benim için hayırlı olan neyse onu müyesser
kılması için niyaz ederim. Allah’a karşı özüm doğru, dua ve niyazım
samimi olduğu takdirde O’nun bana en doğru istikameti göstereceğinden
eminim. Bu arada “İç sesini dinle” gibi sözlerden de oldum olası hiç
hazzetmem, üstelik bu sese pek güvenmem. Çünkü çiğ süt emmiş bir varlık
olan insanoğlunun kendi şeytanını kendi içinde taşıdığından, “iç ses”
denilen şeye şeytanın hemen her fırsatta “vesvese” paraziti
karıştırdığından endişe ederim.
***
İnsanın inişli çıkışlı
hayatında artık bu işin burada bitmesi gerek diye düşünüp karar verdiği
zamanlar olur. Söz konusu iş, aile, dost, yâr, yaren ilişkileriyle
ilgili olabileceği gibi birtakım alışkanlıklar, bağlılıklar,
bağımlılıklarla da ilgili olabilir. Kritik konularda bir işin veya
ilişkinin bitmesi söz konusu olduğunda karar vermek hakikaten çok
zordur. Bu gibi durumlarda sık sık gel-gitler yaşanır; bu yüzden de
aklımız ve duygumuz adeta şapşallaşır. Yine bu gibi hallerde beyin,
zihin, iç ses denen şeyler insana olmadık oyunlar oynar. İşte o zaman
insan kendi beynine ve zihnine mutlak surette ihtiraz kaydı koymalı ve
behemehâl Allah’a münacatta bulunup O’na sığınmalıdır. Bu arada duygusal
motivasyonların ayartıcı ve kışkırtıcı ilcaatı karşısında da çok sağlam
ve sıkı durmalıdır.
Hülasa, insan
hayatındaki her karar mutlaka “Allah”lı ve münacatla olmalıdır. Ancak
münacatın (dua ve niyaz) Allah katında az çok bir anlam ve değer
kazanması için belli bir mezhebi itikattan (amentü) ziyade dipdiri ve
dinamik bir iman lazımdır. Meşhur sahâbî Muâz b. Cebel’in bir mümin
kardeşine, “iclis binâ nü’minü sâaten” (Hele otur da bir süre
imanlaşalım” şeklindeki sözü bu noktada çok manidardır. Bu hadisteki
“İmanlaşalım” sözü ister “Allah’ı zikredelim”, ister “İmanımızı
tazeleyelim, “İster imanımızı artıralım” anlamına gelsin, sonuçta her
işin başının ve sonunun imana, yani Allah’a güven duygusuna dayanması
gerektiğini gösterir. Nitekim vakti zamanında Hz. Eyyûb de tıpkı Hz.
Musa’nın nâçâr halde dua etmesi gibi, “Rabbim! Bu dert/hastalık beni
perişan etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin; [bana şifa ver]”
(Enbiya 21/83) diye yakarmış, Mevlâ da onun bu duasına icabet edip
dertlerine deva, hastalığına şifa ihsan etmiştir. Hz. İbrahim ise “O’dur
beni yaratan, O’dur bana doğru yolu gösteren. O’dur beni
yedirip-içiren. Derde düştüğüm zaman O’dur bana şifa veren. Canımı
alacak ve günü gelince beni tekrar hayata kavuşturacak olan da O’dur.
Hesap günü hata ve kusurlarımı bağışlamasını umduğum da yine O’dur”
(Şuarâ 26/78-82) demiş ve bu sözüyle hem kendi varlığının hem de tüm
hayatının baştan sona “Allah”lı ve “Allah”la birlikte olduğunu beyan
etmiştir. Allah bes, bâkî heves…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder