Cahillerle Tartışmayın; Çünkü Ben Hiç Yenemedim...
Başlıktaki
çarpıcı söz muhtemelen İmam el-Gazâlî’ye aittir. “Câhil” kelimesi
genellikle “âlim” (bilgili) kelimesinin zıddı olarak kabul edilir. Oysa
bu kelimenin türediği “chl” (cehl) kökü İslam öncesi Arap dilindeki
kullanımlarına göre “hoyratlık, nobranlık, saldırganlık, barbarlık” gibi
manalara gelir. Dolayısıyla “câhil” nitelemesi öncelikle ve özellikle
hoyrat, nobran, saldırgan kimseyi belirtir. Buna göre “câhil”in karşıtı,
“âlim”den ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâklı, medenî gibi anlamlar
içeren “halîm”dir. “Cehl” ve “cehâlet” kelimesinin bu anlamda kullanımı
bazı ayetlerde de görülebilir. Mesela Furkan 25/63. ayette Allah’ın has
kullarının faziletli davranışları anlatılırken, “Onlar yeryüzünde
ağırbaşlı şekilde yürürler, câhiller kendilerine sataşınca ‘selâm’ diye
karşılık verirler” denilir. Câhillerin sataşmaları cahiliye devrindeki
Arapların kimi zaman şiddet de içeren nobranca davranışlarına karşılık
gelir.
***
Bu kısa izahtan sonra İmam Gazâlî’ye
nispet edilen “Câhillerle tartışmayın; çünkü ben hiç yenemedim” sözü
daha iyi anlaşılabilir. Câhillerle tartışmamayı salık veren bu sözün de
yönlendirmesiyle ben burada vahyin mahiyetiyle ilgili görüş tercihimi
“Mustafa Öztürk Kur’an’ı Muhammed uydurdu diyor” diye dillerine dolayıp
son derece alçakça bir linç kampanyasına başlayan güruha cevap
mahiyetinde hiçbir şey yazmayacak ve onlarla asla tartışmayacağım. Kaldı
ki kimin hangi konuda nasıl düşünmesi ve hangi görüşü tercih etmesi
gerektiği hakkında resmî din kurullarımız gerekli görüşleri hiç
gecikmeden yayımladığı gibi bazı hocalarımız da ulema mahkemesi kurup
mürtedin hükmünü tartışıyor. Bu sebeple, dinî ve ilmî meseleler hakkında
konuşma ve yazmayı şimdilik bu otoritelere(!) havale edip İslam
tarihindeki sayısız linç kampanyasından biri hakkında birkaç tarihî
anekdot aktarmak daha isabetli görünüyor.
Tefsir tarihindeki en büyük isimlerinden
biri olan ve hatta “tefsirin babası” sayılan Ebû Ca’fer et-Taberî
Bağdat’taki câhil Hanbelîler ve Zâhirîlerin kendisine yönelik iflah
olmaz husumetleri yüzünden büyük eziyetler çeker. Ahmed b. Hanbel’i
fakih olarak görmemesi ve bilhassa İhtilâfü’l-Fukahâ
(Fakihlerin Görüş Ayrılıkları) adlı eserinde onun fıkhî görüşlerine yer
vermemesi Hanbelîleri öfkelendirir. Taberî’nin İsrâ suresi 79. ayette
geçen “makâm-ı mahmûd” lafzını Hanbelîlerin “Hz. Peygamber’in arşta
Allah’ın sağ yanında oturacağı makam” diye açıklamalarını kabul etmemesi
bazı kaynaklarda bu husumetin bir diğer sebebi olarak zikredilir.
Rivayete göre Hanbelîler bir cuma günü camide Taberî’nin yanına gelip
Ahmed b. Hanbel ve arşa oturmak hadisi hakkındaki görüşünü
sorduklarından söz edilir. Taberî “Ahmed b. Hanbel’in muhalif görüşleri
kayda değer değildir” deyince Hanbelîler, “Âlimler onun reyini diğer
âlimlerin reyleriyle birlikte nakletmiş ve onun muhalif görüşünü hesaba
katmışlardır” diye karşılık verirler. Bunun üzerine Taberî “Ben böyle
bir şey görmedim, nitekim onun (fakihlerden oluşan) bir taraftar kitlesi
yoktur. Arşa oturmakla ilgili hadise gelince, Rasûlullah’ın arşta
Allah’ın sağ yanında oturacağını düşünmek muhaldir” der. Hanbelîler
bunun üzerine ayaklanıp Taberî’nin üzerine çullanır ve onu tekmelerler.
Taberî güç bela evine sığınmayı başarır ve fakat Hanbelîler onu takip
edip evini taşa tutarlar. Öyle ki evinde taş yığınından bir tepe oluşur.
Derken, kolluk kuvvetleri reisi binlerce insanla birlikte Taberî’nin
evine gelip Hanbelîleri dağıtır.
***
Taberî, Zâhirî mezhebinin kurucusu Dâvûd
b. Ali el-İsfehânî’nin derslerine devam eder, ondan hadis dersi alır ve
ilmî tartışmalarda bulunur. Bir gün Dâvûd’un talebelerinden biri onun
hocasının fikirlerine karşı gelmesine öfkelenip ağır sözler sarf edince
Taberî toplantıyı terk eder ve bir daha onun derslerine katılmaz. Öte
yandan, Mâide suresinin 6. ayetindeki “ercüleküm” kelimesinin
“ercüliküm” şeklinde okunmasıyla abdest alınırken iki ayağın yıkanması
yanında meshedilmesini de caiz görmesi Şiîlerle aynı görüşte olduğu
ithamına maruz kalmasına yol açar. Yine Taberî Şiîlerin Hz. Ali’nin
imameti konusunda büyük önem atfettikleri Gadîr-i Hum olayıyla ilgili
rivayetin farklı raviler yoluyla gelen sahih bir hadis olduğuna dair
tespitlerinden dolayı Şiî diye yaftalanır. Bu arada Râfızîler/Şiîler
için hadis uydurduğu yönünde iftiralara da maruz kalır.
Kendi memleketi Taberistan’da Hz. Ebû
Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a dil uzatılması yüzünden bu halifelerin
faziletlerine dair müstakil eserler kaleme almaya başlayan Taberî ayrıca
kendisinin Râfizîlik ve Şiîlikle ilgisinin olmadığını ortaya koyan üç
ayrı risale kaleme alır. Bütün bunlara rağmen gerek sağlığında gerekse
vefatından sonra bazı Hanbelîler ile Zâhirîler onun aleyhinde sayısız
dedikodu üretir. Hayattayken zaman zaman derslerinin dinlenmesi
engellenir. Taberî’nin önceleri Şâfiî mezhebine mensupken daha sonra
bağımsız bir müctehid olarak kendi fıkhî görüşlerini ortaya koyup
“Cerîriyye” diye anılan bir fıkıh mektebi kurmasının da aleyhinde
yürütülen dedikodu kampanyasında önemli rol oynadığı kabul edilir. 17
Şubat 923 tarihinde vefat eden Taberî ertesi gün evine defnedilir.
Kaynaklardaki başka bir bilgiye göre ise Taberî’nin cenazesi Şiîlikle
itham edilmesinden dolayı geceleyin çok az bir cemaatin iştirakiyle
gizlice defnedilir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Aralık 2018
Fazlurrahman ve Tarihselcilik | İslamcılık Sempozyumu / İstanbul | Mayıs 2013
Mustafa Öztürk Fazlurrahman ve Tarihselcilik Zeytinburnu Belediyesi İslamcılık Sempozyumu İstanbul 17-18-19 Mayıs 2013
Kur'an'ı Anlama ve Yorumlamanın Dünü Bügünü | Akdeniz İlahiyat Akademi / Antalya | 30 Kasım 2018
Kur'an'ı Anlama ve Yorumlamanın Dünü Bügünü | Akdeniz İlahiyat Akademi / Antalya | 30 Kasım 2018. Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Okuyucudan Mektup: Sancılı Arayış
Sayın Öztürk,
Sizinle sancılı bir arayışımın içinde
kaybolmuşken sosyal medyada yayımlanmış bir videonuz ile karşılaştım.
Bendeniz ortalama bir şehir dindarlığının
ve İslam algısının da altında olan bir ailenin içinde büyüdüm. Geleneksel kabul
görmüş İslam inancının seneler boyunca arkeolojik bir değeri olmasının ötesinde
anlam taşımadığını ve hayatımın hiçbir döneminde dertlerime derman olmadığını
fark ettim. Bu sıkıntıyı iliklerime kadar hissettiğim bir dönemde yoğun okumalar ve araştırmalar yaptım.
Elbette tüm bu gayretim, ilahiyat alanında en ufak bir entelektüel birikimim
olmadığı için beni giderek içinden çıkılmaz ve birbirini nakzeden onlarca fikir
yumağının içine attı. Ta ki sizinle karşılaşana kadar...
Eserlerinizin tamamını okudum. Sizinle
alakalı her paylaşımı, yayını, bilgiyi merak ve heyecanla takip ediyorum. Zaman
zaman emek verdiğiniz alanın içindeki diğer ilahiyat mensuplarının size olan
hasmane tutumlarını içim acıyarak ve bir parça kızgınlıkla izliyorum.
Sizden istirhamım şudur ki benim gibi
hayatına İslam inancının bereketini ve huzurunu almaya çalışan niceleri adına
lütfen bu tür haksız yaklaşım ve beyanlara kulak asıp kendinizi üzmeyiniz.
Sizden istifade ettiğim gibi binlerce benimle aynı durumda olan insan da fikir
dünyanızdan yararlanmaktadır. Bu dünyada ve yarın hesap gününde imanımın yol
haritasını Allah’ın razı olduğu istikamette (inşallah) sayenizde çizdiğime
şahitlik edeceğim. Allah emeklerinizin ecrini kat kat attırsın. Yüreğinizi her
daim ferah, zihninizi parlak kılsın.
Bu kıymetsiz ama ilminize zerre miktarda da
olsa talip kuluna da bir gün bir şekilde sizinle karşılaşmayı nasip etsin.
Hakkınızı bana helal edin. Sağlıcakla
kalın.
23 Aralık 2018
Din Anlatmak Mı, Yoksa...
Tevhid
inancına dayalı İslam dini Mekkî surelerde müşriklere, Medenî surelerde
ise hem müşriklere hem de Yahudiler ve Hıristiyanlara anlatılır. Bu
arada müslümanlara da ne zaman ve nasıl davranmaları gerektiği yönünde
emirler ve yasaklar aktarılır. Fakat sonuçta Kur’an’ın tek Allah’a iman
mesajı öncelikle topyekûn Ehl-i küfre yöneliktir. Ne var ki Ümmet-i
Muhammed’in nüzul döneminden sonraki tarihsel tecrübesine bakıldığında,
özellikle sahabe devrindeki iç çatışmalar ve savaşlardan sonra İslam
dininin Ehl-i küfürden ziyade, Ehl-i imana anlatılmaya başlandığı fark
edilir. Hatta bu tecrübede dinin anlatılmasından ziyade müslümanların
fırkalar ve mezhepler hâlinde birbirleriyle din üzerinden hesaplaşması
ve her bir fırkanın diğerini din baltasıyla budamaya çalışması gibi bir
duruma şahitlik edilir.
***
Daha ilk hicrî asırda vuku bulan Cemel,
Sıffîn, Kerbela, Harre gibi çok trajik vakalarla birlikte İslam dinine
müslüman kanı bulaşmıştır. Hz. Peygamber vefat eder etmez başlayan
hilafet tartışması ise 15 asırdır son bulmayan ve bilhassa Ehl-i Sünnet
ile Şia arasında adeta kan davası mantığıyla polemik konusu yapılan bir
derin kriz olarak tarihteki yerini almıştır. Öte yandan, Kelam ilmi
başlangıçta İslam dinindeki temel inanç ilkelerini başka din ve
kültürlere karşı savunmak gibi bir amaca hizmet ederken, sahabe devrinde
patlak veren kavgalar, nizalar ve kanlı çatışmaların zaman içerisinde
ortaya çıkardığı mürtekib-i kebire, iman-küfür sınırı ve tekfir gibi
meselelerle birlikte İslâmî fırkalar arasında ardı arkası kesilmeyen bir
polemik edebiyatı hâlini almıştır. Böylece müslümanın müslümana din
anlatması veya belli bir mezhebî görüşü kendi dindaşına dayatması gibi
bir gelenek oluşmuştur.
Kur’an ve Sünnet açısından bakıldığında
müslümanın müslümana din anlatması bir bakıma zorunludur. Ancak burada
kritik husus, dinin ne maksatla ve nasıl anlatıldığı konusudur. Asr
suresinde müslümanların birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ettikleri
vurgulanır. Âl-i İmrân 3/159. ayette ise Hz. Peygamber’in kendi
çevresindeki müminlere kaba ve katı kalpli değil, yumuşak ve sevecen
davrandığı anlatılır. Kur’an’da müminlerin uhdesine tevdi edilen emir
bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker vazifesi herhalde böyle uygulanır.
Fakat günümüzdeki tebliğ diline bakıldığında söz konusu dinî vazife
adeta emir bi’l-münker ve nehiy ani’l-ma’ruf şekline büründürülmüş
tarzdadır. Zira bugünkü dinî gruplar arasında kavga, gürültü, tezvirat
had safhadadır. Herkes birbirine had bildirme ve muhalifini bertaraf
etme arzusundadır. Bir kişinin dinî görüş ve düşünceleri belli bir grup
tarafından tasvip edilmediğinde, söz konusu kişi için beddua ve lanet
seanslarına başlanmaktadır. Ardından siyasi ve idari merciilere
şikâyetler yağdırarak görevden el çektirme gibi alçakça yollara
başvurulmaktadır. Üstelik bütün bunlar gözünü sevdiğim cemaatçi mankurt
müslümanlığı adına yapılmaktadır.
Evet, bugün birçok dinî grup ve cemaat
kendi din anlayışını pazarlamakta, bunu yaparken de başka gruplar veya
dinî alanda ismi az çok ön plana çıkan şahısları saf dışı bırakmaya
çalışmaktadır. Bu durum dinin birtakım cemaatler nezdinde basbayağı bir
sektör ve rant kaynağı olarak algılandığı yönünde bir izlenim
uyandırmaktadır. Belli bir dinî görüş ve anlayışın pazarlanması ve
dayatılmasında kimi zaman tekfir etmek, kimi zaman tehdit etmek, kimi
zaman da açıkça hedef göstermek suretiyle muhalif çevrelere
saldırılması, din alanında nefret lobilerinin oluştuğunu ve bu alanın
aynı zamanda kriminolojik bir boyut kazandığını ortaya koymaktadır.
Bütün bunların yanında din içerikli söylemlerin çok kere kişiler
üzerinden gayet sakil bir dedikodu kültürüne dönüştüğüne tanık
olunmaktadır. Kendi payıma düştüğü kadarıyla şunu açıkça belirtmem
gerekir ki sosyal medya mecralarında en sakil, galiz ve pis ifadelerin
özellikle kendilerini Ehl-i Sünnet müdafileri olarak tanıtan tiplere ait
olması, içinde bulunduğumuz durumun vahameti hakkında yeterli bir
kanaat oluşturmaktadır. Bundan daha vahim olan durum ise akademik
camiadan da az çok bir zümrenin söz konusu türden paylaşımlara alkış
tutmasıdır.
Dinî alandaki her görüş en nihayet tarihî
tecrübe içinde ortaya çıkıp kendine az veya çok taraftar bulmuş bir
yorumdan ibarettir. Belli bir görüş ve yorumun tek hakikat gibi
savunulması ve bu görüşe katılmayanların sapkın sayılması herhalde bir
kişinin kendine mahsus dinî kanaatine Allah’ın da iştirak ettiği
vehminden kaynaklanıyor olsa gerektir. Belli ki din alanında kendini
konuşmaya yetkili gören pek çok kimse kendi inandığına Allah’ın da
inandığını zannetmekte, bu yüzden de Allah’ın sözcüsü gibi konuşmaya
kendini ehil görmektedir. Hâlbuki gerçekte herkes ya kendi kanaatini ya
da gelenekten tevarüs ettiği belli bir mezhebî görüşü dillendirmekte ve
fakat ne yazık ki bunu mutlak dinî hakikatle özdeş addetmektedir. Dinî
bir meselede, “Bizim sahih ve sağlıklı gördüğümüz anlayış budur;
naslardan anlayabildiğimiz kadarıyla meselenin aslı şudur” demek yerine,
“Hak ve hakikat olan yegâne görüş budur; bunun dışındaki her görüş ve
anlayış bâtıldır” şeklinde totaliter ve faşizan bir dil kullanmak, baskı
ve tehdit yoluyla belli bir dinî yorumu dayatmak ve aynı zamanda cemaat
inzibatlığı yapmaktan başka bir şey değildir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Aralık 2018
Kur’an Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Görüş Tercihim
Arap şairi
Mütenebbî sıtma hastalığına yakalanmasıyla ilgili olarak,
“e-binte’d-dehri indî küllü bintin fe-keyfe vasalti enti mine’z-zihâm”
(Ey Bela! Feleğin tüm bela ve musibetleri başımdayken bu yoğun musibet
trafiğinde sen bana ulaşmayı nasıl başardın?) diye yakınır. Onca
fiziksel sıkıntımın arasında birtakım dinî gruplar da ne yazık ki benim
püsküllü belamdır. Malum, belli bir dinî grup epey zamandan beridir bizi
mutlaka saf dışı edilmesi gereken bir düşman olarak gözüne kestirmiş ve
organize halde hücuma geçmiş durumdadır. Son hücum, birkaç sene önce
düzenlenen Cihad sempozyumuna ait kitaptaki irticali müzakereler
arasında yer alan konuşmamın önünü arkasını kesip “Tarihselci Mustafa
Öztürk Tevbe Suresini İnkâr Ediyor” başlığıyla sosyal medyada yayımlama
ve linç kampanyası başlatma tarzındadır. İrticali konuşma sırasında
insan meramını tam anlatamayabilir veya maksadını aşar tarzda
anlaşılabilecek ifadeler kullanabilir; ancak bu tür ifadelerden
hareketle bir müslümanı “ayet/sure inkârcısı” diye yaftalamak insaf
ölçüsüyle bağdaştırılabilir bir tavır değildir.
Bize yönelik linç kampanyasına medar olan
husus, vahyin mahiyetine dair görüşlerimle alakalıdır. Kur’an’ın Allah
kelamı olduğu İslam dairesi içinde tartışmaya açık bir konu değildir.
Kur’an elbette ilâhî bir vahiydir. Ancak vahyin nüzul-inzal keyfiyeti ve
Hz. Peygamber’e intikal şekli öteden beri tartışılan bir meseledir. Bu
konudaki görüşümü belirtmeden önce, söz konusu kampanyada bahsi geçen
Tevbe 9/29. ayetle ilgili olarak İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Katâde gibi
müfessirlerin şu izahlarını aktarmak, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde ne
kadar cesur yorumlar yapıldığını anlamak bakımından faydalı olabilir:
Tevbe 9/28. ayette müşriklerin Mescid-i Haram’a girmeleri yasaklanınca
müslümanlar özellikle hac mevsimindeki ticari düzenlerinin bozulup geçim
zorluğu yaşayacakları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Ehl-i
kitapla savaşıp onlardan cizye alma hükmünü içeren ayet (Tevbe 9/29)
indirildi ve cizye geliriyle müslümanların ekonomik kaygıları giderildi
(Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI. 400-403).
Vahyin inzal keyfiyeti konusuna gelince,
İslâmî kaynaklarda bu konuyla ilgili üç farklı görüş nakledilir.
Geçmişte ve günümüzde hâkim kabul gören ilk görüş Kur’an vahyinin hem
lafız hem mana olarak inzal edildiği yönündedir. Bizim tercih ettiğimiz
ikinci görüş ise Zerkeşî ve Suyûtî gibi Sünnî âlimler tarafından ikinci
sırada nakledilir. Buna göre Cebrail Kur’an vahyini özellikle salt
manalar (mefhumlar) olarak indirmiş; Rasûlullah bu manaları bellemiş ve
Arap dilinin ifade kalıplarına kendisi döküvermiştir. Bakara 2/97 ve
Şuarâ 26/194. ayetlerde Kur’an’ın inzal edildiği mahal, Hz. Peygamber’in
kalbi/idraki diye belirtilmiş; fakat vahyin lafzen mi yoksa manen mi
nazil olduğu tasrih edilmemiştir. Bu bağlamda, Kur’an vahyinin
mana/mefhum olarak inzal edildiği yönündeki görüşü benimsediğimizi bir
kez daha belirtmeliyiz. Bu görüşle ilgili delillerimizden biri Şuarâ
26/196. ayetteki “ve-innehû lefî zübüri’l-evvelîn” ifadesi ile A’lâ
87/18. ayetteki “inne hâzâ lefi’s-suhufi’l-ûlâ” ifadesinde Kur’an’daki
mesajların geçmiş peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcut
olduğundan söz edilmesidir.
Kur’an’ın önceki vahiylerde mana/mefhum
itibariyle mevcut olduğu şüphesizdir. Bu yüzden bazı Hanefi fakihler
İmam Ebû Hanîfe’nin ana dilde ibadet meselesiyle ictihadını
temellendirirken bu ayetlerle istidlalde bulunmuştur. Ebû Hanîfe’nin
ictihadında Kur’an kelimesinin lafza/nazma değil, zât-ı ilâhî ile kaim
olan manaya delalet ettiği gerekçesine bağlanmıştır. Bu delalet aslîdir
ve dilden dile değişen mahiyette değildir. Mesela, tevhid inancı her
dilde rahatlıkla ifade edilebilir. Lafızlar dilden dile değişse de
mana/mefhum sabittir. Kaldı ki Şuarâ 26/196. ayette, “Şüphesiz bu Kur’an
önceki peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcuttu” denilir.
Serahsî el-Mebsût’ta ve fıkıh usulüne dair eserinde bu ayetle ilgili
olarak şunları söylemiştir: “Ayette ‘Kur’an önceki peygamberlere
gönderilen vahiylerde de mevcuttu’ denildiği halde Kur’an’ın belli bir
dile mahsus olduğunu söylemek mümkün müdür? Önceki peygamberlere
gönderilen vahiyler kuşkusuz kendi dillerine göre ifade edilmiştir.
İlâhî kelamın Arap diline mahsus/münhasır olduğu iddia edilemez… Ebû
Hanîfe’nin ictihadına göre Tevrat, İncil ve Zebur’un Kur’an mesajına
uygun pasajları okunduğu takdirde dahi namaz geçerli sayılır.”
Vahyin mana olarak inzal edildiği
görüşüne argüman oluşturan en önemli verilerden biri de Kur’an’ın “yedi
harf” (ahruf-i seb’a) üzere okumaya elverişli şekilde nazil olduğunu
bildiren hadislerdir. Ahruf-i seb’a hadisleri Kur’an’ın okunuşunda
lafızdan ziyade mananın ön plana çıktığını göstermektedir ki bu da
kısaca “mana merkezli okuma” (el-kırâ’a bi’l-ma’nâ) demektir. Nitekim
Hanefî âlim Tahâvî’ye göre Kureyşliler çoğunlukla yazı alışkanlığına
sahip olmadıkları, bu yüzden Kur’an ayetlerini kendilerine tebliğ
edildiği veçhile yazmak ve aynı zamanda hafızada tutmakta zorlandıkları
için, kendilerine anlam merkezli okuma ruhsatı tanınmıştır (Tahâvî,
Şerhü Müşkili’l-Âsâr, VIII. 118). Kur’an’ın mana olarak vahyedildiği
hususunda önemli göstergelerden biri de kıraat farklılıklarıdır. Nitekim
her biri mütevatir kabul edilen yedi kıraat arasındaki bazı
farklılıklar kelime düzeyinde noksanlık ve ziyadelik olarak ortaya
çıkmaktadır. Vallâhu a’lem.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Aralık 2018
Spinoza ve Aforoz
Yahudi
asıllı ünlü filozof Spinoza’nın kendi dinî cemaati içerisindeki konumu
ile günümüz Türkiye’sindeki cemaatçi müslümanlar nezdindeki konumumu
epey zamandan beri birbirine benzetirim. Cemaatçi yapılar nezdinde benim
konumum “anomali”ye karşılık gelir. Steven Nadler’in Spinoza A Life
eserinin tercümesinde Ulus Baker’in ifade ettiği gibi Spinoza da kendi
çağının bir anomalisidir. Muhtemelen İspanyol veya Portekiz göçmeni bir
Yahudi ailesine mensup olan Spinoza 1656 yılında henüz 23-24 yaşlarında
bir genç iken Amsterdam Yahudi cemaati tarafından aforoz edilir. Aforoz
(Cherem) metninde şu ifadelere yer verilir: “(…) Onu gündüz ve gece,
uyuduğunda ve uyandığında, sokağa çıktığında ve evine döndüğünde
lanetliyoruz… Tanrı’nın öfkesi ve kıskançlığı ve bu kitapta yer alan
bütün beddualar onun üstüne olsun; Tanrı onun ismini kendi katından
silsin… Kimse onunla yazılı veya sözlü yoldan iletişim kurmayacak, ona
herhangi bir iyilik sağlamayacak, aynı çatı altında bulunmayacak ve onun tarafından yazılan hiçbir eseri okumayacaktır.”
***
Spinoza gençlik çağlarında Yahudilikteki
geleneksel öğretiler ve genel kabullere karşı çıkar. Başlangıçta sert
biçimde uyarılan filozof görüş ve düşüncelerini savunmaya devam edince
Yahudi tarihinin belki de en ağır aforozuna uğrar. 1656 yılında
uygulanan bu aforoz hükmü resmî olarak hâlen kaldırılmamıştır. 23-24
yaşlarından itibaren tüm Yahudi dostlarından ve aile efradından
koparılıp insanlarla görüşme yasağı getirilen Spinoza inzivaya çekilir.
Daha sonra hahamların talebi üzerine Amsterdam Belediyesi’nin kararıyla
yaşadığı şehirden de ayrılmaya mecbur edilir. Her ne kadar aforoz
gerekçesi açıkça tasrih edilmemiş olsa da sonradan yayımladığı eseri
Tractatus Theologico-Politicus’tan anlaşıldığı kadarıyla Spinoza, “Her
şey Tanrı’dadır” sözünde ifadesini bulan pan-enteist Tanrı tasavvuru
başta olmak üzere Tora’nın otantik bir metin olmadığı, peygamberlerin
tebliğ ettiği mesajların muhayyile gücüne dayandığı, geleneksel mucize
anlayışının savunulabilir bir tarafının bulunmadığı, Yahudilerin
seçilmiş bir halk olmadığı gibi görüşlerinden -ki özellikle vahiy ve
nübüvvetle ilgili görüşlerine benzer görüşlerin İslam Meşşâî
filozoflarınca da dillendirildiği malumdur- dolayı kendi cemaatinden
kovulmuş olsa gerektir.
Leibniz’den Hegel’e, Kant’tan Freud’a
kadar sayısız düşünürü derinden etkileyen Spinoza skolastik dinciler
tarafından “ateist” veya “Tanrı sarhoşu” olarak ilan edilmişse de
gerçekte o, dinin özünü değil, dinî gelenekteki Tanrı, vahiy,
peygamberlik ve mucize anlayışlarını eleştirmiştir. Spinoza’ya göre
peygamberler vahyi muhayyile gücünün yardımı olmaksızın alamazlar.
Ayrıca vahiy her peygamberin yaradılışına, mizacına ve daha önce sahip
olduğu düşüncelerine göre değişir. Yine Spinoza’ya göre Eski Ahit’te
gerçekten yaşanmış hadiseler gibi aktarılan birçok kıssa aslında
temsîlîdir. Mesela, Tanrı’nın gökten indiği ve Sina Dağı’nın üzerine
inince dağdan dumanlar yükseldiği, İlya’nın bir ateş arabasında göklere
yükseldiği gibi anlatılar semboliktir.
“Öylesine çok sayıda mucize bile
İsrâillilerin sağlıklı bir Tanrı kavramı oluşturmalarını sağlamadı.
Tarihî tecrübe bunu kanıtlar: Musa’nın onları terk ettiğini zannedince
Harun’dan, görebilecekleri ilahlar istediler. Ne utanç! O kadar
mucizeden sonra, Tanrı hakkında oluşturabildikleri tek ide hepi topu bir
buzağıydı” diyen Spinoza mucize konusunda da çok dikkat çekici
görüşlere sahiptir. Ona göre her şeyin Tanrı tarafından belirlenip
düzenlendiği ve tabiatta olup biten her şeyin esas itibariyle ilâhî
iradeden neşet ettiği bilinince şöyle bir sonuca ulaşılır: Doğal
nesneler ve bunların ilk nedenlerine hangi düzeyde bağlı olduklarını ne
kadar iyi anlar ve bilirsek, Tanrı’yı ve O’nun iradesini de o kadar iyi
anlar ve tanırız. Bu sebeple anlama yetimizi göz önünde tuttuğumuzda,
açık seçik tanıyıp bildiğimiz işleri/eserleri mucizelere göre çok daha
haklı olarak Tanrı’nın işleri/fiilleri olarak adlandırabiliriz ve
dolayısıyla bunları henüz künhüne vâkıf olamadığımız öteki
işlere/eserlere (mucizelere) göre daha fazla Tanrı’nın iradesine
bağlayabiliriz. Çünkü açık seçik biçimde tanıyıp bildiğimiz tabiat
olayları bize daha çok katıksız Tanrı bilgisi verir.
***
Şayet kutsal kitap tarihteki bir olayı
tarihçilerin anlatım tarzıyla tasvir etseydi, insanlar bundan
etkilenmezdi. Oysa şiirsel tasvir üslubu benimsendiğinde ve olup biten
her şey doğrudan Tanrı’ya atfedildiğinde bu tarz bir ifade ve anlatımın
son derece etkileyici olduğu şüphesizdir. Kutsal kitap olayları ikincil
derecede önem arz eden faktörler ve akla uygun ifadelerle açıklamaktan
öte bilhassa sıradan insanların hayal güçlerini okşayıp ele geçirmeyi
amaçlar. Bu nedenle olayları tam değil, eksik biçimde aktarır. Çünkü bu
aktarımda amaç insanları olayların sebeplerine inandırmak değil, onları
etki altına almaktır. Başka bir ifadeyle, nesneler ve olayları doğal
nedenlerine dayanarak açıklama gibi bir işlevi bulunmayan kutsal
kitaplar beşerî anlayış ve kavrayış düzeyini göz önünde tutarak insanlar
üzerinde derin etkiler bırakacak şeyleri anlatır ve bunu yaparken de
insanlarda daha çok hayranlık uyandıracak ve aynı zamanda ilâhî kudrete
saygı fikrini aşılayacak şiirsel bir dil ve üslup kullanır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Aralık 2018
Kur'an Kâfi, Tefsire Ne Hacet?
Kimi
dostlarımız ve okurlarımız polemik türü yazılar yazmamam gerektiğini
tembihliyor. Fakat Allah’ın her günü sosyal medya mecralarında boca
edilen binbir çeşit ithamlar, iftiralar ve zevzekçe sataşmalar sabır
taşımızı çatlatıyor; bu yüzden de polemik türü yazılar yazmak bir bakıma
kaçınılmaz hâle geliyor. Nitekim çok kısa bir zaman önce “İlâhî Hitâbın
Tefsiri” isimli çalışmamızın ilk cildi yayımlanır yayımlanmaz “trolcü
müslümanlık”ın -ki aslında bu “trolcü müslümanlık” konusu sosyoloji
alanında tez konusu olarak çalışılmayı hak ediyor- kadrolu elemanları
sosyal meyda mecralarına üşüşerek, “Hani Kur’an yetiyordu? Şimdi bu
tefsir de nereden çıktı?” gibi lafazanlıklarla esip gürledi. Bu sözde
eleştirinin sahiplerine göre biz “Kur’an tek başına kâfidir; tefsir gibi
şeylerle iştigal edip boş yere zaman tüketmeyin” gibi bir görüşü
savunan biriyiz. Oysa biz günümüz Türkiye’sinde “Kur’an bize yeter” ya
da “Kur’an müslümanlığı” söylemine eleştiri babında kaleme alınan ve
“Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur’ancılık” (Ankara Okulu Yayınları) ismiyle
yayımlanan tek müstakil eserin sahibiyiz. “Modern Döneme Özgü Bir
Kur’an Tasavvuru: Kur’ancılık ve Kur’an İslam’ı Söyleminin Tahlil ve
Tenkidi” (Marife, 2010) başlıklı makalenin sahibi de biziz. Keza tefsir
çalışmamızın mukaddime kısmında şu ifadelere yer veren de yine biziz:
***
“Fakih tâbî Ebû Abdillah Mekhûl’ün
‘Kur’an’ın Sünnet’e ihtiyacı Sünnet’in Kur’an’a ihtiyacından daha
fazladır’ sözü ile muhaddis tâbî Ebû Nasr Yahyâ b. Ebî Kesîr’in ‘Sünnet
Kur’an üzerinde belirleyicidir; oysa Kur’an Sünnet üzerinde belirleyici
değildir’ şeklindeki sözü haddi aşan bir Ehl-i hadis sloganı olmaktan
öte, Kur’an metnindeki aslî mana-maksadın ve aynı zamanda Kur’an’daki
birçok şer’î-amelî ahkâmın ancak Sünnet yoluyla anlaşılıp doğru şekilde
uygulanabileceği gerçeğini vurgular. Mekhûl ve Yahyâ b. Ebî Kesîr’in ilk
bakışta çok iddialı görünen mezkûr sözlerinin tâbiîn döneminde dile
getirildiğini gözden kaçırmamak lazımdır. Kur’an bu dönemde yazılı bir
metin olarak artık suskundur; dolayısıyla konuşmadığı konularda onu
konuşturmak, yorum yoluyla çarpıtmak pekâlâ mümkündür. İşte bu yüzden,
Sünnet Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata taşınması noktasında
kaçınılmaz olarak ön plana çıkmıştır.”
Bütün bunların yanı sıra Kur’an’ın
özellikle ilmî düzeyde mutlaka tefsir kitapları eşliğinde okunması
gerektiğini defalarca dile getirmiş olmamıza rağmen, “Hani Kur’an
yetiyordu? Şimdi bu tefsir de nereden çıktı?” şeklindeki sözde
eleştiriye muhatap olmamız bu memlekette İlahiyat alanıyla ilgilenen
birçok kişinin her şeyden önce kendi şahsiyetlerine saygısının
bulunmadığını gösterir. Söz konusu eleştirinin sahipleri eleştiri
denilen şeyin ciddiyet ve haysiyetini beş paralık etmenin yanı sıra
İlahiyat alanını da sanki bir nevi maskaralığa dönüştürmek ister
gibidir. Şayet din ve İlahiyat alanında bir eleştiri yapılacaksa, her
şeyden önce eleştirinin hedefindeki kişinin hangi konuda ne söylediği ve
ne tür bir görüşü dillendirdiği hakkında az çok bilgi sahibi olmak
gerekir. Bize “Hani Kur’an yetiyordu? Şimdi bu tefsir de nereden çıktı?”
gibi bir eleştiri yöneltmek, böyle bir eleştirinin sahibi için utanç
vesilesi olsa gerektir. Ancak günümüz Türkiye’sinde bulaşıcı hastalık
gibi yayılan “trolcü müslümanlık” pratiğinde arlanma ve utanma gibi
insani hasletlerden söz etmek pek mümkün değildir. Trolcü
müslümanlıktaki temel karakteristik sınırsız itham, iftira ve yalandan
beslenen saf/som ahlaksızlıktır.
***
Günümüz sosyolojisi özellikle dinî alanda
olup bitenler açısından değerlendirildiğinde, ne yazık ki “çıfıt
çarşısı” gibi bir görünüm arz ediyor. Geçmişte, “bilgi sahibi olmadan
fikir sahibi olmak” sorunundan söz edilirken, bugün artık “hiçbir konuda
bilgi ve fikir sahibi olmadan her konuda atıp tutmak” gibi çok daha
büyük bir sorun kendini gösteriyor. Aslında bu sorun bizim genel ahlâkî
düzeysizliğimize ve kitlesel şizofreniye yatkınlık hâlimize işaret
ediyor. Öte yandan, bir-iki saatlik konuşma videosundan birkaç dakikalık
bir kısmı kesip montajlamak, ardından sosyal medyada ağız dolusu
hakaretler ve küfürlerle linç kampanyası başlatmak, üstelik bunu sahih
dinî itikadı müdafaa adına yapmak, günümüz Türkiye’sindeki kurumsal dinî
yapılarda müslümanlığın ne şekilde temsil edildiğine ibretlik bir
gösterge teşkil ediyor.
Sonuç olarak, dinî bir yapıya veya gruba
intisap edip futbol takımı amigosu gibi davranan çoğu zevatın insanlık
hamuru ne yazık ki çok cıvık ve bozuk görünüyor. Eldeki bu insan
malzemesinden İslam’a ve insanlığa zerre kadar hayır gelmeyeceğini
söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. İnsan kimi zaman anne-baba, eş,
çocuk, dost, arkadaş gibi en yakınlarıyla, kimi zaman da kendi
dindaşlarıyla sınanıyor. Hz. Peygamber’in dizinin dibinde yetişen sahabe
onun vefatından yaklaşık 25 yıl sonra Cemel ve Sıffîn’de birbirlerinin
kanını döktüğüne göre insanın kendi dindaşlarıyla sınanması ne yazık ki
alın yazısı gibi görünüyor. İslam tarihi Kerbela ve Harre vakaları gibi
nice trajik olaylarda müslümanın müslümana reva gördüğü korkunç
zulümlere de şahitlik ediyor. Hâsıl-ı kelam, dünya hiç iyi bir yer gibi
görünmüyor. Bu yüzden, “Mümkün âlemler içerisinde bundan daha güzeli
olamazdı” diyen her kimse, kesinlikle halt ediyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Aralık 2018
Deontolojik Ahlâk ve Sıcak Ontoloji
Bugünkü dünyada gerek kendi içimizde gerek ötekilerle ilişkimizde en fazla ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, yasa kılığındaki buyurgan etik davranışlardan ziyade ödev, sorumluluk ve adalet duygusuna dayalı bir ahlak ve ahlaklılıktır. Burada söz konusu olan ahlak, kahramanlık gösterisinden alabildiğince uzak olan, fakat gerçek hayatta sessiz ve derinden etkisini ortaya koyan bir ahlaktır. Bu nitelikteki ahlak müslüman birey nazarında Allah’ın tam da bu istikamette bildirdiği emirlere bağlanabilir. Mesela, Nisâ 4/135 ve Mâide 5/8 gibi ayetlerde adalet kavramına atıfla vurgulanan ahlak ve ahlaklılık mutlak (koşulsuz) olarak emredilir ki bu ilâhî emirdeki mutlaklık bir yönüyle Kant’ın ödev ahlakına dair söylediklerini akla getirir. Kant’ın felsefesinde ödev, yerine getirmeyi kendi isteğimizle üstlendiğimiz, sorumluluk yüklendiğimiz bir buyruktur. Bu buyruk insanı dışarıdan koşullayan hipotetik bir buyruk değil, bizzat kendimiz için vaz ettiğimiz koşulsuz buyruktur (kategorik imperatif). Bu koşulsuz buyruk, “Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke tüm insanlar için geçerlilik arz eden evrensel bir ilke veya yasa olsun; insanlığı, kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil, her zaman bir amaç olarak göresin” şeklinde formüle edilen temel prensiplere dayanır.
***
Kant’ın ahlak felsefesindeki “iyi” kavramı İslam geleneğindeki “hüsün-kubuh”u (iyi-kötü) özsel vasıf olarak tanımlayan Mu’tezilî perspektifi anımsatır niteliktedir. Bu perspektife göre iyi kendinde iyidir, yoksa Allah’ın onu iyi olarak tanımlamasıyla iyi değildir. Allah sadece iyinin iyi olduğunu bildirir. Müslümanların kendileriyle ve başkalarıyla birlikte yaşama tecrübesinde iyiyi hâkim kılacak ahlak anlayışında Allah’ın mahlûkatına şefkat ilkesini dikkate almak gerekir ki bu ilke Yunus Emre’ye nispet edilen, “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözünü akla getirir. Bu söz ilk bakışta çok romantik görünebilir; fakat ahlâkî yaşantının temel amacı fazilete talip olmaksa, bu durumda Yunus’un sözüne hak vermemek elde değildir.
Ne var ki biz müslümanlar bugün din, mezhep, etnisite gibi hiçbir şeyi ayrışma ve ayrıştırma unsuru olarak görmeksizin insanı sırf Allah’ın yarattığı bir varlık olarak sevmek ve birlikte yaşama kültürü geliştirmek şöyle dursun, aynı dine, hatta aynı mezhebe mensup olduğumuz halde sırf meşrep ve görüş farklılıklarından dolayı birbirimize çok galiz şekilde küfretmeyi gayet normal bir şey olarak görebilecek kadar nobranlaşmış haldeyiz. Bunun temel sebebi, bir değerlendirmeye göre “tek Allah’ın vechi” çerçevesinde Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî gibi mutasavvıflarca geliştirilen sıcak, yumuşak ve pozitif dil yerine, daha ziyade kelam ulemasının “soğuk ontoloji” diye adlandırabileceğimiz, “tek Allah’ın vechi”nden önemli ölçüde yoksun bir dil kullanmış olması ve müslüman çoğunluğun bu dile sahip çıkması ile ilgilidir. Hâlbuki Kur’an’da yer aldığı şekliyle tevhid anlayışı, kimi mutasavvıflar ve filozofların daha iyi keşfettikleri üzere “sıcak ontoloji”ye, yani Allah’ın vechine nispetle kâinatı ve beşeriyeti varoluşsal formatlar içinde değerlendiren bir anlayışa işaret etmektedir.
***
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Kasım 2018
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/deontolojik-ahlak-ve-sicak-ontoloji-8486
Şövalye Ruhlu Birey Olmak Veya Sürüye Katılmak
Bizim gibi şark
toplumlarında özgür iradeli, açık fikirli ve özgüven sahibi birey olmak
hakikaten çok zor bir iştir. Çünkü bu toplumlarda birey olma çabası
genellikle yadırganan ve hatta “ne oldum delisi olmak” gibi algılanıp
kınanan bir şeydir. Yine şark toplumlarında şövalye ruhlu birey olmak da
çok zor bir iştir. Çünkü şövalye ruhluluk korkak, kaypak, yüzsüz,
ahlaksız değil, son derece cesur, mert ve dürüst olmayı gerektirir.
Şövalye ruhlu birey savunmasız ve aciz insanları hem korumayı hem de
onlara saygı göstermeyi kendine vazife edinir. Kötülük ve acımasızlığın
karşısında durmayı temel erdem bilir. Ahde vefa, söze sadakat gösterir.
Şeref ve haysiyetini haleldar edecek her türlü davranıştan uzak durur.
Cömert ve yardımsever olur. Kendisine yapılan iyiliği asla unutmaz. Her
hâlükârda doğruluk, dürüstlük ve iyiliğin temsilcisi olur. İşte bu ruha
sahip olan insan inandığı değerler namına mücadele edip didinen, bunun
karşılığında hiçbir şey beklemeden, hatta kendine ait birçok şeyi feda
edebilen bir kişilik ve karakter sahibidir.
***
Kısacası, şövalye ruhluluk onur ve ilkeli
yaşam demektir. Şövalye ruhluluk akıl ve vicdanla hareket eden irade
gücü ve özgürlük demektir. Asil, adil ve anlamlı bir hayat sürmek insanı
şövalye ruhlu kılar. Tek başınalık, tevazu, şükran, onur, dostluk,
sadakat, dürüstlük, cesaret, adalet, cömertlik, disiplin, adanmışlık,
inanç, şükran ve sevgi…. İşte bütün bunlar şövalye ruhluluğun temel
vasıflarıdır. Ne var ki şark kültüründe birey, Turgay Bostan’ın
ifadesiyle, tek başına bir hiçtir. Tek başına hak arayamaz. Kendi aklı
ve fikri doğrultusunda söz söyleyip görüş beyan edemez. Daima bir gruba,
cemaate, tarikata, şeyhe ittiba ihtiyacı duyar. Mutlaka bir referans
mercii peşinde koşar. En büyük korkusu kendi sürüsünü kaybetmektir.
Aradığı huzuru sürüsünde bulur. Sürü başı ne derse ve nereye giderse ona
razı olur. Sürüsüyle yürür, sürüsüyle büyür. Sürüsüyle kükrer, vurur,
kırar, döker. Ezberlerinin bozulmasını sevmez. Alışılmışın dışına çıkmak
kendisini ürkütür. Ben oturayım, birileri benim yerime arayıp bulsun,
getirsin ister. Sürüye katılanın en iyi bildiği iş gayba taş atmaktır.
Bilgiyi aramak, okumak, yeni keşiflere yelken açmak onun için çok zor ve
zahmetli bir iştir. Değişimden korkar. Kolay kolay hayır diyemez. Bu
yüzden, yalan dolana çok ihtiyaç duyar. Korku dilini pek sever. Bu dille
aklı ve hür düşünceyi katleder. Korku dili iki yüzlü davranmaya,
kindarlığa, kalleşliğe, iftiraya ve fitneye sürükler. Korku diliyle
şekillenen bir toplumdan ne bilim adamı ne düşünür çıkar. Bu dilin hâkim
olduğu toplumsal ve kültürel vasatta eyyamcı aydınlar, nemelazımcı
akademisyenler cirit atar.
Şark toplumlarındaki cemaat yapılarında
din çoğunlukla bireyi tahakküm altına alıp sürüye katma maksadıyla
kullanılan bir baskı aracından ibarettir. Dindeki Allah’a teslimiyet
emri söz konusu yapılarda Allah tarafından seçilip yetkilendirildiğine
inanılan insanlara mutlak itaat ve teslimiyet olarak tercüme edilir.
Yine bu yapılarda kendilerinin inandığı şeylere Allah’ın da inandığı
zannedilir. Hatta Allah adına konuşulurken Allah’ı teslim almaya
yeltenilir. Öte yandan, Allah’a itaat gibi kullara da itaat dinî bir
vecibe hâline getirilir. İşte bu durum bireyin kendi benliğinden
vazgeçip sürüye katılmasını kaçınılmaz hâle getirir. Bir insanın kendi
benliğinden vazgeçmesi için onun bireysel kimliğinden ve kendine özgü
farklılıklarından sıyrılması gerekir. Bunu sağlayacak en etkili yöntem,
kişiyi kolektif bir kimlik içinde asimile etmektir. Kişinin kendi
benliğini sürüye katmasına, geleneksel dinî gruplardaki “karizmatik
lider kültü” ve “lidere mutlak itaat” anlayışı eklendiğinde ferdiyet
olgusu ve fert olma şuuru buharlaşıverir. Dinî grup ve cemaatlerde
karizmatik liderin “Allah dostu” olarak kabul edilmesi ve kendisine
atfedilen yüksek manevi mertebesiyle ilintili çok özel güçlere ve
imtiyazlara sahip olduğu düşüncesi hâkimdir. Bu düşünce Allah dostu
kabul edilen lider ile Allah arasında zımnî bir özdeşlik bulunduğu
vehmini üretir. Çünkü liderin Allah ile sürekli irtibat hâlinde olduğu
kabul edilir. Dolayısıyla onun görüşleri “Allah’ın sözcülüğü” olarak
değerlendirilir. Bu yüzden, bir dinî cemaatin müntesibi ile o cemaatin
lideri arasındaki ilişkiler, Allah’ın sözcüsü ile zavallı bir kul
arasındaki ilişki olarak telakki edilir.
***
Hoffer’in tespitiyle, bir insanı
savaşmaya ve ölmeye hazır duruma getirme tekniği, o insanın kişiliğini
bedeninden ayırmaktan ibarettir. Yani onun kendi gerçek kişiliğine sahip
olmasını önlemek, dolayısıyla sürünün bir parçası hâline getirmektir.
Bu işlem, söz konusu insanın kapalı kolektif bir topluluğun içinde
eritilerek o topluluğa uydurulmasıyla, ona hayali bir kişilik tanımak
yoluyla, şimdiki zamanın küçümsenmesini ona aşılamak ve ilgisini henüz
mevcut olmayan şeylere kaydırmak yoluyla, onunla gerçek arasına bir
perde (öğreti) germek yoluyla, ihtiraslar enjekte ederek o kimse ile
nefsi arasındaki dengeyi önlemek yoluyla yapılabilir… Dış dünyada
gidecek bir yeri kalmayan ve kendisini grup dışında sudan çıkmış balık
gibi algılayan cemaat üyeleri için mutlak itaat, var olmanın yegâne
imkânı hâline gelir. Kişi var oluşunu sadece koşulsuz itaat ve ittibaya
bağladığında sorgulama, gerçekliği sınama, duygudaşlık/empati kurma gibi
becerilerin kullanımı azalır ve cemaate uyum hayattaki en önemli düstur
hâline gelir. Bunun bir adım sonrasında, meczup gibi davranmak ve
cinayet/katl talimatlarına harfiyen uymak işten bile değildir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Kasım 2018
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/sovalye-ruhlu-birey-olmak-veya-suruye-katilmak-8429
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/sovalye-ruhlu-birey-olmak-veya-suruye-katilmak-8429
Okuyucudan Mektup: Bir Ayrılık
Bir okuyucusunun, Mustafa Öztürk'e gönderdiği e-postadır.
Değerli Hocam,
Bu maili size sosyal medyadan yaptığınız “ayrılış” imalı yazınız dolayısıyla atıyorum. Çünkü bu olay benim için bir aidiyet meselesini yeniden ve üzücü bir şekilde gündeme getirdi.
Şöyle düşündüm: Toprağımız, evimiz- barkımız, köyümüz-mahallemiz gibi mekanlara bağlılığımız aidiyetin ilksel bir hali olmalı. Biz onların içini hatıralarımızla dolduruyor, sanki ona yeniden bir ruh veriyor ve onu ancak bu şekilde kendimizin yapabiliyoruz. Bu yüklediğimiz ikinci “iç hayat” onların cismini aşıyor ve anlamını bir türlü hakkıyla kavrayamıyoruz.
Hocam ben film sektöründe çalışıyorum. Birkaç yıl önce çekimler için ormanlık alanlara ihtiyacımız oldu. Şehrin içinde böyle yerler kalmadığı kabulünden hareketle Şile, Ormanlı gibi İstanbul’un çevre ilçelerine gitmek durumunda kaldık. Büyük kamyonları hareket ettirdiğimiz için yakıt ve prodüksiyon masrafları katlanılmaz hale geldi. O zaman Çengelköy sırtlarında çocukluğumun geçtiği yerlere bakmak geldi aklıma. Böylelikle yakında bir yerde işi yoluna koyacak bir yer bulmuş olacaktık. Çocukluğumun inin cinin top oynadığı yerleriydi nasılsa buralar. Gittim ve arabayla bir turlayayım dedim. Sonuç: Yaklaşık 50 dönümlük yerde üç metreye üç metre boş bir alanın kalmadığıydı. Birden tutamadım kendimi ve ağlamaya başladım. Ne kadar da safmışım. İçimde tarifsiz bir acı hissettim. Günlerce bunun etkisinden kurtulamadım. Bu acı bir süre sonra yerini hüzne bıraktı. Acılı mutluluk hali… Sonra anladım ki çocukluğumun geçtiği bu yer, bu yıkımla karşılaşıncaya kadar aslında bana ait değilmiş. Burayı sevmek ve sahip çıkmak bir alışkanlıktan öte bir şey değilmiş aslında. Bu kayıp duygusundan sonradır ki sanki bir şey tekamüle erdi ve iyisiyle kötüsüyle çocukluğumun geçtiği bu yer gerçekten benim oldu. Değerini ve anlamını kavradığımı hissettim. Yerine koydum. Şimdi de içimde yıkılamayacağını umduğum bir yerde duruyor…
Bu ve buna benzer birtakım olaylar neticesinde aidiyet çevrem genişledi. Yanlış ifade etmiş olmazsam yok olup gitmeye mahkûm maddi unsurların dışındaki, kendi parçam olduğunu hissettiğim şeyleri daha iyi ve net görmeye başladım diyebilirim.
Otuz sekiz yaşındayım. İç süreçlerim Allah’ın sonsuz merhameti ve sevgisiyle “kafirleri nerede yakalarsanız öldürün” ayetini bağdaştıramayarak geçti (Editörün Notu: "Kafirleri Bulduğumuz Yerde Öldürmeli miyiz?" başlıklı video). Bir müddet sonra bu ikisi arasındaki gerilimin, ama cehaletten ama imansızlıktan kaynaklandığına inanmayı akıl ve çevre sağlığım bakımından kabul etmek durumunda kaldım. Çok sevdiğim, benden farklı arkadaşlarım ne olacaktı? Ateistim, marksistim, agnostikim, deistim diyen… Bunlarla kurduğum temas bir iman problemiydi çünkü. Bu gerilimin enerjisini bana ait olmayan ama daha güvenli bir ‘ben’ inşa etmeye çalışarak harcadım. Tabii ki başarısız oldum.
Kafanızı şişirdim hocam. Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, benim gibi yolunu aradığını düşündüğüm birçok insan var. Kendi adıma konuşursam eserleriniz ve düşünceleriniz yolumun bir kısmını aydınlattı. Kendi öz benliğime doğru yürüyebileceğim bir yol olduğunu, bir imkân olduğunu görmemi sağladı. Bu ülkede yalnız olmadığımı, bir abimin bir büyüğümün olduğunu canı gönülden hissettirdi. Sağ olun, var olun. Ötekileştirmeyen, anlamaya fırsat veren çabanız, benim için bu ülkeyi vatan haline getiren unsurlara bir yenisini kattı. Aidiyet çevremde büyük ve saygın bir yer tuttu.
Tıpkı çocukluk anılarımın yitip giden mekanları gibi, bu ülkedeki her güzel şey gibi siz de gideceksiniz sanırım. Allah’ın arzı geniştir nasıl olsa… Bu belki ilk başta bir acı ve yalnızlık hissettirecek bana, bir değer yitimi olacak, hatta yapılan zulmün benim ya da çocuklarımın kapısına da elbet bir gün uğrayacağını can acıtarak idrak ettirecek. Bir zaman sonra ardınızdan hüzünle bakıp değerinizi daha iyi anlayacağım ve daha iyi kavrayacağım belki de. Bu çabanızı tam anlamıyla gönlüme koyabileceğim.
Mekanlar yıkılır içimizde yaşarlar. Ya da ülke dediğimiz şey içimizdeki vatan kavramı olmadan nedir ki… Ancak hakkı verilmiş, acı çekerek elde edilmiş fikirler ne yıkılır ne de terk edilebilir değil mi… Böyle fikirler asla ölmez değil mi hocam…
Durumun üzüntüsünden kaynaklanan heyecanla bir kusur ettiysem lütfen affediniz. Haddi aşarak, hakkım olmayarak kendi üzüntümü bu şekilde dile getirmem yanlış oldu belki. Ama tam da içimden geldiği gibi davrandım. Beşiktaş’ın çok sevdiğim efsane futbolcusu Sarı Fırtına Metin’in, kafasını kale direğine vurup beyin kanaması geçirdiği haberini aldığımda da buna benzer şekilde üzüldüğümü hatırlıyorum. İlkokula gidiyordum. Dersten ağlayarak kaçmış, koşup eve gelmiş ve annemin kollarına atılmıştım. Bu durum bana biraz bunu anımsattı. Annem üzüntümü gidermek için olacak, merak etme iyileşecek dedi. Metin gerçekten de iyileşti, yaklaşık on yıl daha futbol oynadı ve jübilesinde müthiş bir gol attıktan sonra sahalara veda etti… Sizin ayrılışınız konusunu annemle de bir konuşmalıyım bu yüzden.
Allah size aileniz ve yakınlarınızla birlikte bereketli, sağlıklı ve mutlu bir ömür geçirmeyi nasip etsin hocam.
Saygılar, sevgiler.
22 Aralık 2018
Değerli Hocam,
Bu maili size sosyal medyadan yaptığınız “ayrılış” imalı yazınız dolayısıyla atıyorum. Çünkü bu olay benim için bir aidiyet meselesini yeniden ve üzücü bir şekilde gündeme getirdi.
Şöyle düşündüm: Toprağımız, evimiz- barkımız, köyümüz-mahallemiz gibi mekanlara bağlılığımız aidiyetin ilksel bir hali olmalı. Biz onların içini hatıralarımızla dolduruyor, sanki ona yeniden bir ruh veriyor ve onu ancak bu şekilde kendimizin yapabiliyoruz. Bu yüklediğimiz ikinci “iç hayat” onların cismini aşıyor ve anlamını bir türlü hakkıyla kavrayamıyoruz.
Hocam ben film sektöründe çalışıyorum. Birkaç yıl önce çekimler için ormanlık alanlara ihtiyacımız oldu. Şehrin içinde böyle yerler kalmadığı kabulünden hareketle Şile, Ormanlı gibi İstanbul’un çevre ilçelerine gitmek durumunda kaldık. Büyük kamyonları hareket ettirdiğimiz için yakıt ve prodüksiyon masrafları katlanılmaz hale geldi. O zaman Çengelköy sırtlarında çocukluğumun geçtiği yerlere bakmak geldi aklıma. Böylelikle yakında bir yerde işi yoluna koyacak bir yer bulmuş olacaktık. Çocukluğumun inin cinin top oynadığı yerleriydi nasılsa buralar. Gittim ve arabayla bir turlayayım dedim. Sonuç: Yaklaşık 50 dönümlük yerde üç metreye üç metre boş bir alanın kalmadığıydı. Birden tutamadım kendimi ve ağlamaya başladım. Ne kadar da safmışım. İçimde tarifsiz bir acı hissettim. Günlerce bunun etkisinden kurtulamadım. Bu acı bir süre sonra yerini hüzne bıraktı. Acılı mutluluk hali… Sonra anladım ki çocukluğumun geçtiği bu yer, bu yıkımla karşılaşıncaya kadar aslında bana ait değilmiş. Burayı sevmek ve sahip çıkmak bir alışkanlıktan öte bir şey değilmiş aslında. Bu kayıp duygusundan sonradır ki sanki bir şey tekamüle erdi ve iyisiyle kötüsüyle çocukluğumun geçtiği bu yer gerçekten benim oldu. Değerini ve anlamını kavradığımı hissettim. Yerine koydum. Şimdi de içimde yıkılamayacağını umduğum bir yerde duruyor…
Bu ve buna benzer birtakım olaylar neticesinde aidiyet çevrem genişledi. Yanlış ifade etmiş olmazsam yok olup gitmeye mahkûm maddi unsurların dışındaki, kendi parçam olduğunu hissettiğim şeyleri daha iyi ve net görmeye başladım diyebilirim.
Otuz sekiz yaşındayım. İç süreçlerim Allah’ın sonsuz merhameti ve sevgisiyle “kafirleri nerede yakalarsanız öldürün” ayetini bağdaştıramayarak geçti (Editörün Notu: "Kafirleri Bulduğumuz Yerde Öldürmeli miyiz?" başlıklı video). Bir müddet sonra bu ikisi arasındaki gerilimin, ama cehaletten ama imansızlıktan kaynaklandığına inanmayı akıl ve çevre sağlığım bakımından kabul etmek durumunda kaldım. Çok sevdiğim, benden farklı arkadaşlarım ne olacaktı? Ateistim, marksistim, agnostikim, deistim diyen… Bunlarla kurduğum temas bir iman problemiydi çünkü. Bu gerilimin enerjisini bana ait olmayan ama daha güvenli bir ‘ben’ inşa etmeye çalışarak harcadım. Tabii ki başarısız oldum.
Kafanızı şişirdim hocam. Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, benim gibi yolunu aradığını düşündüğüm birçok insan var. Kendi adıma konuşursam eserleriniz ve düşünceleriniz yolumun bir kısmını aydınlattı. Kendi öz benliğime doğru yürüyebileceğim bir yol olduğunu, bir imkân olduğunu görmemi sağladı. Bu ülkede yalnız olmadığımı, bir abimin bir büyüğümün olduğunu canı gönülden hissettirdi. Sağ olun, var olun. Ötekileştirmeyen, anlamaya fırsat veren çabanız, benim için bu ülkeyi vatan haline getiren unsurlara bir yenisini kattı. Aidiyet çevremde büyük ve saygın bir yer tuttu.
Tıpkı çocukluk anılarımın yitip giden mekanları gibi, bu ülkedeki her güzel şey gibi siz de gideceksiniz sanırım. Allah’ın arzı geniştir nasıl olsa… Bu belki ilk başta bir acı ve yalnızlık hissettirecek bana, bir değer yitimi olacak, hatta yapılan zulmün benim ya da çocuklarımın kapısına da elbet bir gün uğrayacağını can acıtarak idrak ettirecek. Bir zaman sonra ardınızdan hüzünle bakıp değerinizi daha iyi anlayacağım ve daha iyi kavrayacağım belki de. Bu çabanızı tam anlamıyla gönlüme koyabileceğim.
Mekanlar yıkılır içimizde yaşarlar. Ya da ülke dediğimiz şey içimizdeki vatan kavramı olmadan nedir ki… Ancak hakkı verilmiş, acı çekerek elde edilmiş fikirler ne yıkılır ne de terk edilebilir değil mi… Böyle fikirler asla ölmez değil mi hocam…
Durumun üzüntüsünden kaynaklanan heyecanla bir kusur ettiysem lütfen affediniz. Haddi aşarak, hakkım olmayarak kendi üzüntümü bu şekilde dile getirmem yanlış oldu belki. Ama tam da içimden geldiği gibi davrandım. Beşiktaş’ın çok sevdiğim efsane futbolcusu Sarı Fırtına Metin’in, kafasını kale direğine vurup beyin kanaması geçirdiği haberini aldığımda da buna benzer şekilde üzüldüğümü hatırlıyorum. İlkokula gidiyordum. Dersten ağlayarak kaçmış, koşup eve gelmiş ve annemin kollarına atılmıştım. Bu durum bana biraz bunu anımsattı. Annem üzüntümü gidermek için olacak, merak etme iyileşecek dedi. Metin gerçekten de iyileşti, yaklaşık on yıl daha futbol oynadı ve jübilesinde müthiş bir gol attıktan sonra sahalara veda etti… Sizin ayrılışınız konusunu annemle de bir konuşmalıyım bu yüzden.
Allah size aileniz ve yakınlarınızla birlikte bereketli, sağlıklı ve mutlu bir ömür geçirmeyi nasip etsin hocam.
Saygılar, sevgiler.
22 Aralık 2018
İnsan Allah’ın Halifesi/Vekili midir?
İslam âlimleri Bakara 2/30. ayette insana izafe edilen
halifelik vasfının ne manaya geldiği hususunda hayli kafa yormuşlardır. Pek çok
âlime göre insan kendinden önce yeryüzünde bulunan cinlerin yerine getirildiği
için Âdem ve zürriyyeti “Cinlerin ardından gelip onların yerine geçenler”
anlamında “halife” diye adlandırılmıştır. Bu görüş kapsamında eski İran
mitolojilerine de atıfla insan soyunun “Hinn, “Binn”, “Tamm”, “Ramm” gibi kadim
varlıkların halefi olduğu ve bu yüzden “halife” diye adlandırıldığı gibi
görüşler de ortaya atılmıştır.
Tasavvufî gelenekte ise özellikle Gazâlî hem “Ona ruhumdan
üfledim” (Hicr 15/29) ayetinden hem “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı”
hadisinden hareketle insan soyunun “Allah’ın halifesi” uvanına layık olduğu
fikrini savunmuştur. Ancak Bakara 2/30. ayette meleklerin dilinden de
aktarıldığı gibi yeryüzünde fesat çıkarıp kan döken bir varlığa Allah’ın
halifesi unvanı vermek ciddi şekilde problemlidir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî bu
sorunu fark etmiş olmalı ki “Allah’ın halifesi” unvanına başka bir anlam
yüklemiştir.
İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’ın halifesi, isim ve sıfatlarıyla
kendisinde en mükemmel biçimde tecelli ettiği “İnsân-ı Kâmil”dir. Mülk
Allah’ındır, “İnsân-ı Kâmil” de bu mülkte Allah’ın vekilidir. “İnsan-ı Kâmil”den
maksat ise tevhid açısından da sıkıntılı muhtavaya sahip olan ve tasavvufî
literatürde “ehadiyet mertebesinin bâtını”, “Allah isminin mazharı” gibi
tanımlamalara konu olan “Hakikat-i Muhammediyye” telakkisidir.
Sonuçta kim ne derse desin, hiçbir insan Allah’ın halifesi,
vekili değildir. İnsan soyu Allah’a ibadet ve taaatla mükelleftir. Allah “rab”
(efendi, sahip), insan “abd” (kul) olduğuna göre Âdemoğluna nispet edilen
halifelikten maksat, yeryüzünü ilâhî irade doğrultusunda mamur kılma
yükümlülüğünü taşımaktan ibaret olsa gerektir. Ancak insan soyu bu yükümlülüğün
gereğini ifa etmemiş, edememiştir. Hatta Sebe 34/20. ayette Sebe halkına
göndermede bulunan, “İblis onlarla ilgili iddiasında haklı çıktı” mealindeki
beyan, neredeyse insanoğlunun çoğunluğu hakkında geçerli hâle gelmiştir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk – 18 Aralık 2018
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)