Arap şairi
Mütenebbî sıtma hastalığına yakalanmasıyla ilgili olarak,
“e-binte’d-dehri indî küllü bintin fe-keyfe vasalti enti mine’z-zihâm”
(Ey Bela! Feleğin tüm bela ve musibetleri başımdayken bu yoğun musibet
trafiğinde sen bana ulaşmayı nasıl başardın?) diye yakınır. Onca
fiziksel sıkıntımın arasında birtakım dinî gruplar da ne yazık ki benim
püsküllü belamdır. Malum, belli bir dinî grup epey zamandan beridir bizi
mutlaka saf dışı edilmesi gereken bir düşman olarak gözüne kestirmiş ve
organize halde hücuma geçmiş durumdadır. Son hücum, birkaç sene önce
düzenlenen Cihad sempozyumuna ait kitaptaki irticali müzakereler
arasında yer alan konuşmamın önünü arkasını kesip “Tarihselci Mustafa
Öztürk Tevbe Suresini İnkâr Ediyor” başlığıyla sosyal medyada yayımlama
ve linç kampanyası başlatma tarzındadır. İrticali konuşma sırasında
insan meramını tam anlatamayabilir veya maksadını aşar tarzda
anlaşılabilecek ifadeler kullanabilir; ancak bu tür ifadelerden
hareketle bir müslümanı “ayet/sure inkârcısı” diye yaftalamak insaf
ölçüsüyle bağdaştırılabilir bir tavır değildir.
Bize yönelik linç kampanyasına medar olan
husus, vahyin mahiyetine dair görüşlerimle alakalıdır. Kur’an’ın Allah
kelamı olduğu İslam dairesi içinde tartışmaya açık bir konu değildir.
Kur’an elbette ilâhî bir vahiydir. Ancak vahyin nüzul-inzal keyfiyeti ve
Hz. Peygamber’e intikal şekli öteden beri tartışılan bir meseledir. Bu
konudaki görüşümü belirtmeden önce, söz konusu kampanyada bahsi geçen
Tevbe 9/29. ayetle ilgili olarak İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Katâde gibi
müfessirlerin şu izahlarını aktarmak, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde ne
kadar cesur yorumlar yapıldığını anlamak bakımından faydalı olabilir:
Tevbe 9/28. ayette müşriklerin Mescid-i Haram’a girmeleri yasaklanınca
müslümanlar özellikle hac mevsimindeki ticari düzenlerinin bozulup geçim
zorluğu yaşayacakları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Ehl-i
kitapla savaşıp onlardan cizye alma hükmünü içeren ayet (Tevbe 9/29)
indirildi ve cizye geliriyle müslümanların ekonomik kaygıları giderildi
(Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI. 400-403).
Vahyin inzal keyfiyeti konusuna gelince,
İslâmî kaynaklarda bu konuyla ilgili üç farklı görüş nakledilir.
Geçmişte ve günümüzde hâkim kabul gören ilk görüş Kur’an vahyinin hem
lafız hem mana olarak inzal edildiği yönündedir. Bizim tercih ettiğimiz
ikinci görüş ise Zerkeşî ve Suyûtî gibi Sünnî âlimler tarafından ikinci
sırada nakledilir. Buna göre Cebrail Kur’an vahyini özellikle salt
manalar (mefhumlar) olarak indirmiş; Rasûlullah bu manaları bellemiş ve
Arap dilinin ifade kalıplarına kendisi döküvermiştir. Bakara 2/97 ve
Şuarâ 26/194. ayetlerde Kur’an’ın inzal edildiği mahal, Hz. Peygamber’in
kalbi/idraki diye belirtilmiş; fakat vahyin lafzen mi yoksa manen mi
nazil olduğu tasrih edilmemiştir. Bu bağlamda, Kur’an vahyinin
mana/mefhum olarak inzal edildiği yönündeki görüşü benimsediğimizi bir
kez daha belirtmeliyiz. Bu görüşle ilgili delillerimizden biri Şuarâ
26/196. ayetteki “ve-innehû lefî zübüri’l-evvelîn” ifadesi ile A’lâ
87/18. ayetteki “inne hâzâ lefi’s-suhufi’l-ûlâ” ifadesinde Kur’an’daki
mesajların geçmiş peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcut
olduğundan söz edilmesidir.
Kur’an’ın önceki vahiylerde mana/mefhum
itibariyle mevcut olduğu şüphesizdir. Bu yüzden bazı Hanefi fakihler
İmam Ebû Hanîfe’nin ana dilde ibadet meselesiyle ictihadını
temellendirirken bu ayetlerle istidlalde bulunmuştur. Ebû Hanîfe’nin
ictihadında Kur’an kelimesinin lafza/nazma değil, zât-ı ilâhî ile kaim
olan manaya delalet ettiği gerekçesine bağlanmıştır. Bu delalet aslîdir
ve dilden dile değişen mahiyette değildir. Mesela, tevhid inancı her
dilde rahatlıkla ifade edilebilir. Lafızlar dilden dile değişse de
mana/mefhum sabittir. Kaldı ki Şuarâ 26/196. ayette, “Şüphesiz bu Kur’an
önceki peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcuttu” denilir.
Serahsî el-Mebsût’ta ve fıkıh usulüne dair eserinde bu ayetle ilgili
olarak şunları söylemiştir: “Ayette ‘Kur’an önceki peygamberlere
gönderilen vahiylerde de mevcuttu’ denildiği halde Kur’an’ın belli bir
dile mahsus olduğunu söylemek mümkün müdür? Önceki peygamberlere
gönderilen vahiyler kuşkusuz kendi dillerine göre ifade edilmiştir.
İlâhî kelamın Arap diline mahsus/münhasır olduğu iddia edilemez… Ebû
Hanîfe’nin ictihadına göre Tevrat, İncil ve Zebur’un Kur’an mesajına
uygun pasajları okunduğu takdirde dahi namaz geçerli sayılır.”
Vahyin mana olarak inzal edildiği
görüşüne argüman oluşturan en önemli verilerden biri de Kur’an’ın “yedi
harf” (ahruf-i seb’a) üzere okumaya elverişli şekilde nazil olduğunu
bildiren hadislerdir. Ahruf-i seb’a hadisleri Kur’an’ın okunuşunda
lafızdan ziyade mananın ön plana çıktığını göstermektedir ki bu da
kısaca “mana merkezli okuma” (el-kırâ’a bi’l-ma’nâ) demektir. Nitekim
Hanefî âlim Tahâvî’ye göre Kureyşliler çoğunlukla yazı alışkanlığına
sahip olmadıkları, bu yüzden Kur’an ayetlerini kendilerine tebliğ
edildiği veçhile yazmak ve aynı zamanda hafızada tutmakta zorlandıkları
için, kendilerine anlam merkezli okuma ruhsatı tanınmıştır (Tahâvî,
Şerhü Müşkili’l-Âsâr, VIII. 118). Kur’an’ın mana olarak vahyedildiği
hususunda önemli göstergelerden biri de kıraat farklılıklarıdır. Nitekim
her biri mütevatir kabul edilen yedi kıraat arasındaki bazı
farklılıklar kelime düzeyinde noksanlık ve ziyadelik olarak ortaya
çıkmaktadır. Vallâhu a’lem.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder