Immanuel Kant
1784’te kaleme aldığı “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” başlıklı
makalesinde şöyle diyordu: Aydınlanma, insanın kendi kendini vesayete
maruz bırakmaktan, yani kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama
durumundan kurtulmasıdır. Bu vesayet durumu insanın kendi aklını,
idrakini bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.
İnsan işte bu ergin olmayış haline kendi suçu ile düşmüştür; bunun
nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu
ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini
gösteremeyen insanda aramak lazımdır. “Sapere Aude!” (Bilmeye, kendi
aklını kullanmaya cesaret et) sözü aydınlanmanın düsturudur...
Günümüz Türkiye’sinde, özellikle İslamcı
entelektüeller nazarında “Aydınlanma”, tek kelimeyle iğrenç bir kavram
olarak algılanır. Dahası, bizim entelektüel camiada ne zaman
“Aydınlanma”dan söz açılsa, Reformasyon, Descartes, Kartezyen felsefe,
Locke, Voltaire, falan filan diye epey bir klişe laf söylendikten sonra
konu basbayağı şeytanlaştırma noktasına bağlanır. Bu konuda kim nasıl
bir algıya sahip olursa olsun, kim ne tür bir eleştiri yaparsa yapsın,
hatta isteyen, bizi taşa tutsun ama şu bir gerçek ki biz müslümanlar
için de aydınlanma şarttır. Özellikle de genel dinî düşünce ve tasavvur
alanında şarttır. 20. yüzyılın başlarında Muhammed Abduh, Reşid Rıza
gibi isimlerin öncülüğünde bir tür aydınlanma çabası denebilecek türden
adımlar atılmıştır. Fakat bu isimlerin ortaya koydukları ıslah-tecdit
projesi, bilhassa Reşid Rıza’nın elinde basbayağı ortaçağ Selefîliğinin
20. yüzyıl şartlarına göre modifiye ve modernize edilmiş versiyonundan
başka bir sonuç doğurmamıştır. Şahsi kanaatime göre modern dönem İslam
dünyasında tek ciddi aydınlanma teklifi Fazlur Rahman tarafından ortaya
konulmuştur; fakat çok ciddi bir ilmî ve fikrî emek mahsulü olan bu
teklife reva görülen muamele, malum tarihsellik/tarihselcilik
tartışmaları yüzünden ne yazık ki adeta veled-i zina muamelesi olmuştur.
Fazlur Rahman’ın temsil ettiği düşüncenin
başına neler geldiği malumdur; dolayısıyla bu dramatik hikâyeyi uzun
uzadıya anlatmaya hacet yoktur. Fakat yine söyleyeyim, kim ne derse
desin, ciddi bir aydınlanma tecrübesine ihtiyacımız vardır. Kendi
tarihsel şartları içinde böyle bir tecrübeyi yaşayan Batı dünyasında
Kant’ın kaleme aldığı “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt” başlıklı
makalesi bence “Andımız” gibi okunmalıdır. Çünkü onun bu makaledeki
tespitleri özellikle aydınlanmaya giden yolun hangi noktadan başlaması
gerektiği hususunda gerçekten çok çarpıcıdır. Ancak makaleyi okumadan
önce, “Aydınlanmayla birlikte Tanrı yeryüzünden sürgün edildi ve insana
bir tür Tanrılık payesi verildi” gibi beylik iddiaları bir kenara
koymakta fayda vardır.
Bu son cümlem okunur okunmaz, hışımla
yazılacak birçok tekdir yorumunu şimdiden görür gibiyim. Hışım
katsayısını yükseltmemek için -dilerseniz- ben daha fazla yazmayayım,
Kant’ın makalesinden şu birkaç pasajı aktararak yazıyı sonlandırayım:
Doğa, insanları harici bir talimata bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış
olmasına karşın tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki insanların çoğu
tüm yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar.
Yine aynı nedenledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici
olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama
durumu çok rahattır çünkü… Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın
yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek sağlığım için karar
veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık...
Başkalarının denetim ve yönetim işlerini
lütfen üzerlerine almış bulunan vasiler insanların çoğunun ergin olma
yönünde adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için,
gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları evcil
hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz
yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle
yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa
başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Hâlbuki
onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir
tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze
alanlar, sonunda yürümeyi öğreneceklerdir. Ne var ki bu türden bir örnek
insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan
alıkoyar.
Demek oluyor ki her birey için neredeyse
ikinci bir doğa/tabiat/fıtrat yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan
bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma bilerek
isteyerek katlanmış ve onu sevmiştir bile… Bu yüzden de kendi aklını
kullanma hususunda gerçekten yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyimi
gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir… Aydınlanma için özgürlükten
başka bir şey gerekmez; bunun için gerekli olan özgürlük de
özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan
çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü… Ne var ki
her yandan “Düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!” diye bağırıldığını
işitiyorum. Subay, “Düşünme, eğitimini yap!”, maliyeci “Düşünme, vergini
öde!”, din adamı “Düşünme, inan!” diyor…
İşte bu yüzden, aydınlanma şarttır. Sapere aude…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder