Bu
yazı Prof. Dr. Ömer Özsoy’un “Türkiye’de Kur’an Hermeneutiği
Tartışmaları - Bir Soykütüğü Denemesi” başlıklı bildiri metninin 1990’lı
yılların ortalarında ivme kazanan “Kur’an’ın anlaşılmasında yöntem
tartışmaları” bağlamında tebarüz eden üç farklı eğilime yönelik tespit
ve değerlendirmelerle ilgili kısmından ihtisar edilmiştir. Özsoy’un
bildirisi yıllar önce kaleme alınmış olsa da irdelediği sorunlar
itibariyle halen aktüeldir. Şöyle ki “Kur’an’ın anlaşılmasında yöntem
tartışmaları”nın yaşandığı süreçte Kur’an’ın çağın gerisinde kaldığı,
dolayısıyla çağdaş sorunlara çözüm üretemeyeceği teşhisinde bulunan
“laikçi modernizm” ile Kur’an’daki her bir lafzi talimatın bugün de
aynıyla geçerli olması gerektiğini, dolayısıyla tek sorunun Kur’an
ahkamını tatbikin önündeki engellerin kaldırılması olduğu fikrini
savunan “metin fundamentalizmi” hariç tutulacak olursa, Özso’a göre
kayda değer üç temel entelektüel yaklaşımdan söz edilebilir: (1) Batılı
modernite eleştirilerini İslami duyarlılıklarla harmanlayarak, İslam ve
çağdaşlığı sabit ve birbiriyle uzlaşmaz iki zıt paradigma olarak gören
ve “İslam modernizmi” söyleminin İslam’ın özgün dokusunu tahrip etme
riski taşıdığını öne süren postmodern gelenekçi İslamcı söylem. (2) Daha
ziyade Fazlur Rahman’ın argümanlarına dayanan ve Kur’an’ın insanlıktan
talepleri ile çağdaşlığın gerekleri arasında özsel bir çatışma olmadığı
tespitinden hareketle, “müslüman kalarak modernleşme”nin imkânını
savunan İslam modernizmi söylemi. (3) Eklektik reformist söylem.
***
Bu söylemlerden sonuncusu en yaygın
olanıdır. Temelde bütün İslam reformistleri müslüman kalarak
çağdaşlaşmanın mümkün olduğuna inanmaktadır; ancak bu inanış Kur’an ve
olgu üzerine yoğunlaşan bir hesaplaşmadan kaynaklanmamaktadır. Özü
itibarıyla reformizm, baştan tasnif dışı tuttuğumuz metin
fundamentalizmi ile laikçi modernizmin bir tür sentezinden ibarettir.
Zira eklektik reformist söylem gelenekçilerden Kur’an hitabının
tarih-üstülüğü dogmasını, laikçi modernistlerden de verili durumun
(modernite) terakki olduğu dogmasını ödünç alarak hem Kur’an’ı hem de
çağdaşlığı birer değer kabul etmektedir. Böyle bir yaklaşımla Kur’an’a
her şeyi söyletmek mümkündür: Kur’an’dan laik, demokratik, çoğulcu hatta
liberal bir devlet-toplum tasarısı da çıkarabilirsiniz, teokratik ve
totaliter bir sistem de... Nitekim bu eğilim, işi Kur’an metninin özgün
anlamına tasallut etme noktasına kadar vardırmıştır. Reformistlerin
söylemlerinde gelenek dışlanmış, böylece tüm hayatı kuşatabilecek
bütüncül bir Kur’an yorumuna ulaşabilmek için, geleneğin boşalttığı
belirleyici konuma çağdaş durum ve çağdaş “ben”in öznelliği
yerleştirilmiştir.
Öte yandan, Kur’an hermeneutiği
tartışmalarını bilgi-iktidar ilişkileri bağlamında okuyan İslam
modernistleri, siyasi basiretin ve İslam’a sadakat hassasiyetinin
refakat etmediği bir modernleşme projesinin, İslam’ın tarih-üstü değer
ve ilkelerini yeni formlarda bugüne taşınma ideali ile sekülerleştirici
modernizm arasına belirgin bir çizgi çekmek üzere tarihsel perspektifin
ayrıştırıcılığına sığındılar. Zira onlara göre tarihsel perspektiften
yoksun bir müslüman kitleyi, Kur’an’daki savaş ayetlerinden yardım almak
suretiyle terörizme mobilize etmek de mümkündü, cihad ayetlerini
“çalışma” ayetleri şeklinde yorumlayarak kategorik olarak şiddetten
arındırmak da...
Ne var ki İslam modernizminin Türkiye’de temsil ediliş
biçimi ve düzeyi üzerinde kabaca düşündüğümüzde bile bu düşünüş
biçiminin bizzat isimleri bu çerçevede gündeme gelen zevat ve kurumlar
tarafından dahi bir kimlik olarak benimsenmemiş olduğu dikkatimizden
kaçmaz. Bununla birlikte İslam modernizminin güçlü bir söylem olarak
özellikle ilahiyatçı akademisyenler arasında ciddi bir sempati tabanına
sahip olduğu da gözden kaçmamaktadır. Fakat bu sempati tabanındaki
yaygınlaşmaya yol açan etkilenim biçimini tahlil ettiğimizde, bunun
gerçek nedeninin söylemin gücü mü yoksa çok daha karmaşık işleyen
kurumsal ağlar ve kariyer ilişkileri mi olduğu sorusu cevaplanmayı
beklemektedir.
***
Görünen o ki Türkiye 2010’lu yıllara,
dinî düşünce alanında gelenekçi karakter taşıyan bir egemen kültür
eşliğinde ve bunun ürünü olarak, dinsel alanın bilindik sorunlarını aile
içi mesele olarak tanımlamak suretiyle esasen bütün kamusal
iddialarından vazgeçmiş bir entelektüel rehavet içinde giriyor. Bu
itibarla, ne İslâmiyât gibi entelektüel tartışma platformlarının
piyasadan el ayak çekmesi, ne de ülkede duyulan tek sesin, konjonktürel
vasatın imkân sunması dışında herhangi bir tarihsel veya düşünsel
bağlama sahip olmayan Ehl-i Sünnet fundamentalizmi olması bir
sürprizdir. 28 Şubat sürecinde ortaya koyduğu kötü performans nedeniyle
itibar kaybeden ve o dönemde izlenen din eğitimi politikalarının kurgusu
gereği Kur’an, tefsir, hadis ekseni zayıflatılan İlahiyat
fakültelerinin DİB’na ve MEB’na personel yetiştiren eğitim kurumlarına
indirgendiği ve bu rolü kabullenmiş göründüğü bir ortamda, Kur’an okuma
ve yorumlamanın Sağcı-Sünnî duyarlılığın meşru gördüğü sınırlar dışında
bir özgürlük alanına sahip olduğunu sanmıyorum. Bu durumda, genç
İlahiyatçıları bilimsel dürüstlük, akademik titizlik, düşünsel derinlik
ve ahlâkî duyarlılık gibi belirleyici ölçütlere referansta bulunulan bir
entelektüelizme davet etmek dışında bir yol görmüyorum.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder