İman
dinî-ahlâkî tecrübenin medarıdır. Bu yüzden, imanın tabiatı adamakıllı
biçimde irdelenmesi gereken bir konudur. İslam kelam geleneğinde iman
“tasdik” kavramına bağlanarak tanımlanır. Fakat tasdik denen şey,
imandan ziyade, aklın ve akıl yürütmenin çok işlevsel olduğu ve
belirleyici denebilecek bir rol oynadığı önermesel inançla alakalıdır.
Kaldı ki iman kelimesinin tasdik manasına geldiği yönündeki hâkim görüş,
İbn Teymiyye’nin de uzun uzadıya anlattığı üzere sağlam bir lisani
temele dayanmamaktadır. Gerçekte iman, Arap dilindeki kelime kökü
itibariyle güven duygusuna dayalıdır. İbrancada da iman “güven”
manasındaki “emunah” kelimesiyle karşılanır. Güven (itimat) bilgi,
kanıt, ispat konusu olan şeylerden öte, insanın duygu dünyasıyla
alakalıdır. İman-gayb ilişkisi de meselenin bilgi, kanıt ve ispatla
alakalı olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü gayb, akıl ve duyular
vasıtasıyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanını ifade eden bir
kavramdır. Bu açıdan bakıldığında, İslam kelamında “isbât-ı vâcib” diye
adlandırılan hudûs, nizam, gâiyyet gibi delillerin tartışmasız şekilde
Allah’ın varlığını kanıtlamaktan öte, inançsız birini bu konuda az çok
müspet kanaat sahibi kılmaktan fazla bir işlev görmedikleri anlaşılır.
***
Allah’ın varlığı nesnel/objektif/somut
bir hakikat meselesi olmadığından, inanmak isteyen kişi, peşinen iman
kararı almayı ve Allah ile mutlak teslimiyete dayalı sübjektif bir
ilişki kurmayı seçmek durumundadır. İslam kelamcıları imanın salt güven
duygusu temelinde bireysel ve öznel bir tecrübe olmasını problemli
gördüklerinden, meseleye akıl ve düşünce temelinde az çok nesnel bir
boyut katmaya çalışmışlardır. Bu çaba kuşkusuz takdire şayandır; fakat
sonuçta her türlü ilmî ve entelektüel çabaya rağmen imanın bireysel ve
öznel bir tecrübe olduğu da tartışma götürmez bir hakikattir. Klasik
İslami kaynaklarda, “sağlam hale getirmek, tasdik etmek” manasındaki
“akd” kökünden türeyen itikâd terimi de “iman” karşılığında kullanılır.
Oysa iman başka, itikad çok daha başkadır. Nitekim “Ehl-i Sünnet
itikadı” denilmesine karşın, “Ehl-i Sünnet imanı” diye bir tabir
kullanılmamaktadır.
İman, deyim yerindeyse, sivil ve
bireysel, itikâd ise resmi ve kurumsal niteliklidir. Ayrıca iman duygu
temelli ve dinamik olduğu için artar ve eksilir. İtikâd ise statik
olduğundan ne artar ne de eksilir. Bir benzetme yapmak gerekirse, iman
aşk denilen duygunun kendisi, itikâd da aşkın tanımı gibidir. Kısacası,
iman tepeden tırnağa öznelliktir. Daha açıkçası, iman, Kierkegaard’ın
dediği gibi müminin kendi varlığını Tanrı huzurunda bulundurma çabasının
içtenlikli ifadesidir. Nitekim Hz. İbrahim’in Allah’tan aldığı işaretle
oğlu İshak veya İsmail’i kurban etme hususunda sergilediği kendinden
emin ve istekli halin aklî ya da nesnel bir temele dayanmadığı, bunun
koşulsuz bağlılık ve güven (iman) duygusundan başka şekilde
açıklanmasının pek mümkün olmadığı şüphesizdir. Tam bu noktada,
“fideizm” (imancılık) kavramı akla gelmektedir. Fideizm, dinî
hakikatlerin ve bilhassa iman gibi öznel tecrübelerin
temellendirilmesinde akıl ve aklî yetilere abartılı bir anlam ve işlev
yükleyen çevrelerce burun kıvrılan, hatta kimi çevrelerde domates fidesi
gibi absürt çağrışımlara konu olacak kadar kendisine bigane kalınan bir
görüş olsa da imanın tabiatını anlama ve açıklama hususunda bize göre
en ikna edici felsefî ve teolojik yaklaşımı temsil etmektedir. Herkesin
ittifakla kabul ettiği bir tanımı bulunmamakla birlikte fideizm hakkında
şunlar söylenebilir: Dinî hakikat akıl yürütme veya delile değil, nihai
olarak iman tecrübesine dayanır. Dinî görüşleri belirleme ve
kabullenmede iman ilk, akıl ikinci sırada yer alır. İman aklın ürettiği
gerekçeler olmadan da sübut bulur. İmanın makul ya da kabul edilebilir
olup olmadığı rasyonellikle ilişkisiz bir konudur. Dinî inancı veya
imanı rasyonel temellendirmeye tabi tutmanın lüzumu yoktur.
***
Bir kişi düşünün ki akıl yürütme ve delil
tedarik etme peşinde koşarak imana ulaşmaya çalışmaktadır. Böyle bir
kişinin kendini içinde bulacağı hâl, iman edip etmeme yönündeki kararını
süresiz olarak ertelemek mecburiyetinde kalacağı bir hâl olacaktır.
Şayet kişi bu konudaki kararını ertelemezse, her an gözden geçirilmeye
ve gerektiğinde tashih edilmeye açık olan böyle bir karar, muvakkat
olarak verilmiş bir karar olmak durumundadır. Bu kararın kesinlik ve
nihailik gibi vasıflardan yoksun olacağı kuşkusuzdur. Hâlbuki iman hem
kesin ve nihai bir kararı hem de koşulsuz bağlılık ve sadakati
gerektirir. İnancını hiçbir zaman sona ermeyecek bir rasyonel araştırma
prosedürüne bağlayan kişinin dinî bağlılığını da sürekli olarak
erteleyeceğini söylemek kehanet olmasa gerektir. Bir inanca sımsıkı
bağlanabilmenin temel şartı bu inancın bilişsel ve rasyonel bir temele
sahip olup olmadığı meselesinin sorgulanmaması, dolayısıyla inancı terk
etmemekte kesin kararlı olunmasıdır. Sözün özü, imanın olmazsa olmazı
denebilecek şey, aslında tutkuya benzer bir duygu ve koşulsuz
bağlılıktır. Aklın tasarrufuna havale edildiğinde böyle bir duygunun ve
koşulsuz bağlılığın ortaya çıkma imkânı pek yoktur. Çünkü akıl her zaman
delil ve gerekçe peşinde koştuğundan, zihin ve fikir hep huzursuz olur.
Oysa iman huzursuzluk değil, huzur ve sükûndur. Kendi imanını rasyonel
açıdan temellendirme gayretinde olan herkese saygım sonsuzdur; fakat en
azından benim iman konusunda böyle bir temellendirme ihtiyacım yoktur.
“Âmentü billâh” (Allah’a iman ettim, güvendim) demek benim bilgim değil,
güven duygumdur ve ben bu güven duygusunu yaşamaktan son derece mutlu,
son derece huzurluyumdur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder