Haşvîlik Sorunumuz


Haşvîlik, İlahiyat alanının dışında pek bilindik bir isimlendirme değil… Bu yüzden, önce Haşvîlik nedir sorusundan başlayalım, daha sonra bunun nasıl bir sorun olduğunu anlatmaya çalışalım. Arap dilinde “yastık, minder gibi şeylerin içine konulan dolgu malzemesi, gereksiz ve anlamsız söz/görüş” gibi manalar taşıyan “haşv” kelimesine nispet ekinin ilavesiyle oluşan “Haşvî/Haşviyye” isimlendirmesi, İbn Teymiyye’nin dediği gibi belli bir gruba veya belli bir görüşe işaret etmemekle birlikte, genel olarak avamilik ve cahilliği imler. Daha özelde ise dinî alanda manasız görüşlere sahip kimseleri niteler. Özünde zem/yergi vurgusu taşıyan Haşviyye isimlendirmesi zamana, zemine ve bu isimlendirmeyi kullanan kişinin niyet ve maksadına göre az çok farklı göndermelere sahip olsa da klasik İslâmî kaynaklarda “dinî konularda nasların zâhirî manalarına bağlı kalıp akıl yürütmeyi terk etmek, itikâdî ve amelî konularda Hz. Peygamber’e atfedilen tüm rivayetleri peşinen kabullenmek Haşviyye’nin temel görüşüdür” şeklinde geçen tanımlama, spesifik olarak Ehl-i Hadis (Selefiyye) ekolünü “Haşviyye” olarak kodlar. 

***

İbn Rüşd’den Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye, İbn Asâkir’den Sübkî ve Nevbahtî’ye kadar çok farklı ekollere mensup âlimlerin de tercih ettikleri bu kodlama bize göre de doğru bir kodlamadır. Yani Haşvîlik spesifik olarak Ehl-i Hadis (Selefiyye) ekolünce temsil edilen dinî anlayış ve söylem tarzına uygun bir sıfattır. Ehl-i Hadis Haşvîliği gerçekten ciddi bir sorundur ve bu sorun günümüz Türkiye’sinde adeta Lale devrini yaşayan sığ “Ehl-i Sünnetçilik” söylemine de damga vurmuştur. 

Ehl-i Hadis patentli Haşvî zihniyetin günümüz Türkiye müslümanlığına armağan ettiği temel sorunlardan biri, dinin özel mülkiyet gibi telakki edilmesi ve inhisarcı bir dille Allah adına konuşmakta beis görülmemesidir. Gerek Hatîb el-Bağdâdî’nin Ehl-i Hadis’i “Allah’ın insanlar arasındaki mutemet temsilcileri (ümenâ), şeriatın temel direkleri (erkân), dinin bekçileri (hazene)” gibi sıfatlarla anması gerekse sistematik Selefîliğin meşhur temsilcilerinden İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Selefî bir yaklaşımla İslam fıkıh düşüncesini ele aldığı eserini “İ’lâmü’l-Muvakkıîn an Rabbi’l-Âlemîn” diye adlandırması manidardır. Eserin isminin “Allah adına bildirimde bulunanlar” anlamında “A’lâmu’l-Muvakkiîn” diye okunması da mümkündür. Fakat her iki ihtimalde de eserin ismi “Allah adına konuşma ve bildirimde bulunma”yı anlatır. Ehl-i Hadis ve Selefî gelenekteki “Allah adına konuşma” cesareti, dinî alanda nasların zâhirî manalarına sadık kalınması ve buna bağlı olarak re’y ve te’vilin reddedilmesiyle ile irtibatlı bir husus olmalıdır. Re’y ve te’vili reddedip salt nas ve habere (rivayet) sadakat fikrini benimsemek, Ehl-i Hadis ve Selefiyye’ye büyük bir cesaret ve özgüven aşılamıştır. Ehl-i Hadis ve Selefî zihniyetteki özcü ve insiharcı söylem de bu özgüvenle alakalıdır. Bu inhisarcı söylem tarzı aynı zamanda Ehl-i Hadis ekolünün Arabiliğin temsilciliği rolünü üstlenmesi ve İslamiyet’i Araplara ait etno-kültürel bir unsur olarak görmesi ile de alakalıdır. Ehl-i Hadis Arabiliğinin karşısında Mevâlî (Gayri Arap müslümanlar) yer alır. Özellikle Emeviler döneminden itibaren Arapların kendilerini seçilmiş millet olarak algıladıkları, buna mukabil Mevâlî’ye “Bizim sayemizde İslam’la müşerref olmuş marabalar” gözüyle bakıp ikinci sınıf tebaa muamelesi yaptıkları birçok kaynakta kayıtlıdır. O dönemlerde seçkin Arap dostlarımız kendilerini devlet idaresi ve fetihçilik gibi büyük işlere layık görürken, Mevâlî’ye ilimle meşguliyet gibi önemsiz(?) işleri havale etmişlerdir. Kısacası, Arabilikle memzuc Ehl-i Hadis Haşvîliği anlamsız bir gurur ve kibirle maruftur, denilebilir. Ehl-i Hadis’ten Ahmed İbn Hanbel, Ebû Saîd ed-Dârimî gibi meşhur figürlerin dinî alanda kendilerinden farklı düşünen çevreleri ya “Zenâdıka” (zındıklar) ya da “vatan haini, din düşmanı” gibi bir manaya gelen “Cehmiyye” diye nitelemeleri söz konusu kibrin tezahürleridir. Bu kibir son dönem İslam dünyasında geniş ufuk sahibi oldukları düşünülen Reşid Rızâ, İzzet Derveze gibi birçok Arap ilim-fikir adamının yazıp çizdiklerinde de teşhis edilebilir. Daha açıkçası, anılan isimler de tıpkı eski Ehl-i Hadis ekolü gibi hem kendilerini Arap narsizmiyle tanımladıkları ve hem de kendi nazarlarında çağdaş “Mevâlî’ye tekabül eden Osmanlı-Türk alerjisinden dolayı atopik bir bünyeye sahip oldukları, bu yüzden de İslam dinine ait tüm unsurları bir tür antihistaminik gibi algıladıkları söylenebilir. Reşid Rızâ’nın Suûdî krallığına derin muhabbet ve Vehhabilik güzellemesi denebilecek şekilde içeriklendirdiği “el-Vehhâviyyûn ve’l-Hicâz” adlı risalesi ile İzzet Derveze’nin Hac 22/78. ayetin tefsirinde “Arap milletinin seçilmişliği”ne dair söyledikleri okunduğunda, burada anlatmaya çalıştığımız husus kesinlikle daha iyi anlaşılacaktır.

***

Çok tuhaf ve ironik olan şu ki günümüz Türkiye’sinde çok sık duymaya alıştığımız bir retorik olarak Ehl-i Sünnetçiliğin de dinî anlayış, kavrayış ve söylem tarzı itibariyle sözde Hanefî-Mâtüridî kökenli olmasına rağmen özde Ehl-i Hadis Haşvîliğini temsil etmesidir. Bu durum bir yönüyle Stockholm sendromu (kendi celladına âşık olmak) denen durumu akla getirmektedir. Çünkü günümüz Türkiye’sindeki Ehl-i sünnetçilik de tıpkı Ehl-i Hadis Haşvîliği gibi hem kibir kurum satmakla ve hem de eski Mevâlî ulemanın İslam’ı farklı kültürel dünyalara taşıma saikiyle çok sık kullandıkları akıl, re’y ve te’vili dışlamakla temayüz etmektedir. Dinî alanda akıl, re’y, te’vil (hermenötik çaba) gibi imkânlar dışlandığında, gelenek fetişizmine dayalı biçimde tebliğ ve temsil edilen din kaçınılmaz olarak müzelik hâle gelmekte ve bu hâl de maalesef orta veya uzun vadede izmihlali müjdelemektedir. Kanımca, genç nesillerin kurumsal dinden giderek uzaklaşmalarının arka planında İslam’ın yerel ve küresel düzeyde çok kötü biçimde temsil/takdim edilmesi kadar hâl-i hazırdaki egemen Sünnî söylemin ruhuna sirayet eden Haşvîliğin de çok önemli rol oynadığı şüphesizdir. Bu anlamda Haşvîlik, dillerde vird-i zeban gibi dolaşan kurumsal dinî söylemin günümüz sosyolojisinde hemen hiçbir anlamlı karşılığının bulunmaması, din namına anlatılan hemen her şeyin ancak sembolik sermaye olarak kullanılabilecek birer tarihi eser gibi durması ve bu yüzden de genç kuşakların gerçek yaşam dünyasına hiçbir şekilde dokunmaması diye ifade edilebilir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 2 Kasım 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder