Peşinen
söyleyeyim, bu yazının konusu serapa sakillik olduğundan, yazıdaki
üslup da biraz sakildir. Üsluba yönelik eleştirileri peşinen kabul edip
sineye çekiyorum; fakat artık canıma tak dediğinden bugün böyle yazmam
gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte, mübarek Ramazan günü böyle
bir yazıyla karşılarına çıktığım için okuyucularımızdan özür diliyor ve
asıl konuya giriyorum. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu köşede
yazdığım yazıların birinde FETÖ’nün dirisiyle ölüsüyle püsküllü bir bela
olduğundan söz etmiştim ki hâlen de bu sözümdeyim. Bu bela şimdilerde
belli bir çanağı bulunmayan, sınırları tahdit olunamayan büyük bir
bataklığa dönüşmüş gibidir. Bataklıkların bilindik özelliklerinden biri,
fazla yoğunluklu cisimleri içine çekmesi, bir diğer özelliği de binbir
çeşit haşere ile yılan, timsah gibi yırtıcılara habitat hizmeti
vermesidir. Anılan özellikleri dikkate alındığında bataklık metaforunun
FETÖ belasını daha iyi anlatmamızı sağlayacak en güzel metaforlardan
biri olduğu anlaşılır.
***
Özellikle son
zamanlarda FETÖ meselesi etrafında olup biten birçok şey, pis kokulu
bataklık çamurunu anımsatıyor. Toplum içinde nice haydut var ki
kendilerini düşman belleyip hesap görmek istedikleri insanları FETÖ
bataklığına gömmeye çalışıyor. Bu bataklıktaki çamur öyle pis bir çamur
ki yapışmasa dahi iz bırakıyor. Daha da kötüsü, atılan çamur FETÖ
usulünce atılıyor. Yakın geçmişte FETÖ’nün Emniyet ve medya marifetiyle
uyduruk suç delilleri üretmesine benzer biçimde, bugün de olmadık
yaftalar üretiliyor, üstelik bu yaftaları üreten haydutların pek çoğu,
Şeyhülislam Bahâyî Mehmed Efendi’nin, “Dahleden dinimize bâri müselmân
olsa…” sözünü hatırlatan bir kaypaklıkla karşımıza çıkıyor.
Örnek vermek
gerekirse, öteden beri İslam dinini menkıbe ve hurafe edebiyatından
ibaret sanan, üstelik Mevdûdî, M. Abduh, R. Rıza, M. Carullah, M.
Hamidullah gibi müslüman düşünürlere alçak, zındık, moskof, İngiliz
ajanı gibi sıfatlar yakıştırmakla tanınmış yoz/yobaz bir ideolojik
söyleme yaslanan, ayrıca bir taraftan, “Hoparlörle ezan okumak caiz mi?”
meselesini dahi tartışacak kadar takva titizliği(!) gösterirken, bir
taraftan da tanınmış kadın sanatçılara kendi televizyon kanallarında
yıllar boyu çalgı çengi programları yaptıran malum çevreler Kutlu Doğum
vesilesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı FETÖ’yle irtibatlandırıp
yıpratmaya çalışmakta, bu vesileyle Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr.
Mehmet Görmez ile Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. Ömer Özsoy gibi
hocaların dinî alanda sapkın görüşlere sahip olduklarından da dem
vurulmaktadır. Böyle bir haydutluğa soyunan bazı kaypak tipler, “Millet
balık hafızalıdır” diye düşündüklerinden olsa gerek, 17/25 Aralık’tan
sonraki tarihlerde dahi FETÖ’nün mekânlarında konferansçı olarak
ağırlandıklarını hiç kimsenin hatırlamayacağını sanmaktadır.
Bardakoğlu ve Özsoy
gibi İlahiyat hocalarına yönelik karalama kampanyası zaman zaman bizi de
kadraja alıyor. Fakat bize FETÖ üzerinden operasyon çekmek pek
inandırıcı bulunmayacağından, tıpkı adı geçen hocalarımıza yönelik
girişimlerde olduğu gibi, bazı yazılarımız ve konuşmalarımızdan birkaç
cümlelik alıntılar, hatta bizim başkalarından aktardığımız pasajlar kimi
zaman gazetelerde makale konusu oluyor, kimi zaman da whatsapp gibi
mecralarda dolaşıma sokuluyor. Ama tam bu noktada taşı gediğine koymak
için şunu sormak gerekiyor: FETÖ elebaşı Gülen ve İlahiyatçı ekürisi
yıllardan beridir, “Lâ ilâhe illallâh neyinize yetmiyor; Muhammedün
rasûlullâh demeye ne gerek var?” derken, “Nasr suresindeki ve’l-feth
aslında fethullah demektir” diye yazıp çizerken, bugünkü din
kahramanlarından hangisinin, yüksek sesle, “Bre sapkınlar! Haddinizi
bilin, tövbe edin!” diyebilme cesareti gösterdiğini gerçekten merak
ediyorum. İşin doğrusu, o tarihlerde Gülen ve ekürisinin din hakkında ne
söyledikleri kimin umurundaydı ki? Cümle âlem gibi bizim bu din
kahramanlarının pek çoğu da o günlerde Pensilvanya’ya selam çakma
kuyruğunda sıra bekliyor, “Mübarek Hocaefendi hazretleri…” gibi
hitaplarla yaltaklanma edebiyatının en güzel örneklerini veriyordu.
Kısacası, bugünkü din kahramanları o günlerde Abant senin, diyalog
toplantıları benim diyerekten Gülen’in gözüne girebilmek için binbir
çeşit yağcılık yapıyordu.
***
Bu tiplerin şimdilerde
haydut çetesine dönüşmesi her dönemde güçlünün yanında pozisyon alma
ahlaksızlığından başka bir şeye karşılık gelmiyor. Ne yazık ki bugün
şahit olduğumuz yaftalama kampanyaları, “Ne kadar fazla sayıda muhalifi
ihraç kararnameleriyle bertaraf ettirebilirsek, o nispette kârdır”
düşüncesiyle OHAL iklimini fırsata çevirmek gibi bir süfliliği ifade
ediyor. Fakat buradaki süflilik katıksız dinî hamiyet ve hassasiyet
söylemiyle sütreleniyor. Bu yöntemin Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV’den
aşina olduğumuz yöntemlerden pek farklı olmaması, FETÖ’nün en önemli
uzmanlık alanı olan kumpasçılığın şimdiki haydutlar çetesi tarafından
tevarüs edildiğini gösteriyor. Öte yandan, 17/25 Aralık’tan sonraki
tarihlerde, “Bu kavga hükümet-cemaat kavgası değil. Bütün dünyada okul,
eğitim gibi çok iyi hizmetler yapan bu güzel insanlara iftira atmak çok
büyük bir yanlıştır… Hocaefendi hakkında çok saygılı bir dille konuşmak
lazım… Hocaefendi’ye terbiyesizlik eden herkesi kınamak lazım…” tarzında
Gülen güzellemeleri yapan bir dizi haydut da bugün adeta FETÖ
iddianamelerini hazırlayan birer savcı edasıyla karşımıza çıkıp kimin
FETÖ’cü olup olmadığını belirlemekle vazifeli gibi konuşmaktan utanıp
sıkılmıyor. Bilakis FETÖ konusundaki kirli ve şaibeli geçmişlerinden
dolayı küçücük bir özür dileme ihtiyacı hissetmeyecek düzeyde pişkinlik
sergiliyor. Fakat tuhaf olan şu ki hemen her vesileyle FETÖ meselesinin
sulandırılmaması gerektiğine dikkat çeken ümera bu vahim manzara
hakkında pek konuşmuyor. Sonuçta, FETÖ bataklığında topyekûn debelenir
hale gelmemiz benim gibi sayısız insanda bulantı hissi uyandırıyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Mayıs 2017