İçinde
bulunduğumuz zaman, sanki fesâd-ı zamandır. İslâmî kaynaklarda fesâd-ı
zaman toplumsal yıpranma ve genel ahlakta aşınma sorunu olarak
tanımlanır. Ebû Tâlib el-Mekkî ve Gazâlî gibi bazı mutasavvıflar fesâd-ı
zamandaki ahlak sorunları üzerinde dururken, fıkıhçılar meseleyi
ahkâmın değişmesinde rol oynayan faktörler kapsamında ele alır. İçinden
geçtiğimiz bu kritik süreçte genel toplumsal manzaramız, Thomas
Hobbes’in meşhur ettiği, “İnsan insanın kurdudur” (homo homini lupus)
sözünü hatırlatır tarzdadır. Özellikle referandum sürecinde yaşandığı
üzere toplumsal kamplaşma had safhadadır. Her ne kadar bazı
arkadaşlarımız, “Biz karpuz değiliz” deseler de ortadan ikiye yarılma
durumu aşikârdır. Karşıt kutuplar arasında didişme ve birbirini kemirme
arzusu maalesef azalmamaktadır. İki taraf birbirine acımasızca ateş
etmekte, bu arada aynı semtin sakinleri arasında da birbirini tasfiye
girişimleri hızla devam etmektedir. Bütün bunların yanında hemen herkes
kendi lansmanını fazlasıyla akıllı, akıldane ve işbilir kişi olarak
yapmakta, üstelik kimse kimsenin ne dediğine kulak asmamakta ve sonuçta
herkes bildiğini okumaktadır.
***
Bu durum, geçen hafta
Ankara’da birkaç entelektüel arkadaşla sohbetimize konu olan orta gelir
tuzağı ve bu tuzaktan paçasını kurtarmakta güçlük çeken ülkelerdeki
genel toplumsal yapı ile de ilişkisi kurulabilecek bir soruna atıfta
bulunur. Zira orta gelir tuzağı sadece ülke ekonomisindeki kişi başı
gelir düzeyinin belli bir aşamaya ulaştıktan sonra orada sıkışıp
kalmasına değil, toplumsal dokuda kişilik/karakter aşınmasına ve
kaypaklaşmasına da yol açar. Bu konuda somut bir örnek vermek gerekirse,
sözgelimi Marmaray’a girişteki turnikeleri kaldırıp yolcuların trene
bindikten sonra denetimsiz olarak kartlarını okutmaları yönünde bir
düzenleme yapalım ve bir süre sonra kaçak yolcu oranlarına hep birlikte
bakalım… Bu arada, turnikesiz geçiş sisteminin uygulandığı Helsinki
metrosunda biletsiz seyahat eden yolcu oranının yüzde 2 olduğunu da
hatırlatalım.
Her neyse, işbu
fesâd-ı zamanda yüreğinin kuytusuna çekilip adeta ıssız adam olarak
yaşamaya çalışmak, dürüst ve ahlaklı olmayı hayatın rüknü saymak
herhalde alıklık ve budalalık olmalıdır. Bu anlamda budalalık
Dostoyevski’nin Budala adlı romanını hatırlatır. Dostoyevski bu
romanda, sara hastası bir genç adam (Prens Mişkin) karakteri üzerinden
çivisi çıkmış dünyada dürüst, erdemli bir insan olarak yaşamanın
zorluklarını anlatır ve bu arada toplumsal yapıdaki çürüklüğü tasvir
etmeye çalışır. Ona göre kirli bir dünyada temiz kalmak ve ne pahasına
olursa olsun iyiliği çoğaltmaya çalışmak budalalıktır. Nitekim Prens Mişkin çocuk saflığı içerisinde, insanların kötülüklerini anlayamayacak düzeyde bir budala gibi yaşamaktadır.
Dostoyevski’nin saf, bön, budala Mişkin karakteri, “Cennetliklerin çoğu ebleh/budala kimselerdir” (ekserü ehli’l-cenneti el-bülh)
mealindeki rivayeti hatırlatır. Bu rivayet Bezzâr, Beyhakî, Ebû Tâlib
el-Mekkî, Gazâlî, Fahreddîn er-Râzî, Kurtubî gibi birçok muhaddis,
müfessir ve mutasavvıf tarafından hadis olarak nakledilir. Buna mukabil
İbnü’l-Cevzî ve Ali el-Kârî gibi hadis tenkitçileri rivayetin asılsız
olduğu veya en azından sahihlik vasfı taşımadığı kanaatindedir.
Rivayette geçen blh kökü birçok Arap dilcisi tarafından, “gönül
saflığı” diye izah edilmiş, “bülh” kelimesine de “gönlü saf/temiz olan,
kötülük bilmeyen ve insanlara karşı hüsnüzan besleyen kimse(ler)”
anlamı verilmiştir. Bu evsaftaki insanlar dünyevî işlere karşı ilgisiz
olduklarından işbilirlik ve kurnazlık nedir, pek bilmezler. Onlar daha
ziyade uhrevî umura odaklanır, dolayısıyla el âlemle değil, kendileriyle
meşgul olurlar. Böylece cennetlik olmaya hak kazanırlar. Müfessir
Kurtubî, “O gün ne mal-mülk fayda verir insana, ne oğul-uşak; Allah’ın
huzuruna saf/temiz bir kalple gelen kurtulur ancak…” mealindeki Şuarâ
28/88-89. ayetler münasebetiyle, “Cennetliklerin çoğunluğu ebleh/budala
kimselerdir” rivayetinin sahih hadis olduğunu vurgular ve hadisteki
“bülh” kelimesini, “gönül saflığı içinde sırf iyilik peşinde koşan ve
kötülükten gafil olan kimseler” diye açıklar.
***
Buna karşılık bazı mutasavvıflar kelimeyi bilindik anlamda “eblehler” (ahmaklar) diye tefsir eder. Mesela, Gazâlî Cevâhiru’l-Kur’ân
adlı eserinde “Fatiha suresi cennetin anahtarıdır” dedikten sonra, dinî
hakikatleri kavrayış bağlamında iki tür cennetten bahseder. Konuyla
ilgili ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla bu iki cennetten ilki
eblehlerin, ikincisi âriflerin cennetidir. Maddi nimetler ve
güzelliklerle bezeli cennet, Gazâlî’nin nazarında eblehlerin cennetidir.
Çünkü eblehler zümresi nimet denilince yeme-içme ve cinsellik gibi
şeylere dikkat kesilir. Oysa âriflerin gözü manevi nimetlerdedir. Bu
yüzden onların cenneti “marifetullah”a karşılık gelir. Ârif,
marifetullah cennetinin kapıları kendisine açılınca oraya yerleşir ve
eblehlerin cennetine dönüp bakmaya tenezzül etmez. Maddi nimetlerle
bezeli cennete erişmek için çaba gösterenler gerçekte mide ve tenasül
uzvu için çalışan kimselerdir ki söz konusu hadiste bu kimseler “bülh”
(eblehler) diye nitelendirilmiştir.
Yunus Emre’nin “Cennet
cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri…” şeklindeki dizelerini
anımsatan bu ilginç yorumun tasavvufî gelenekteki meşhur avâm-havâs
ayırıma dayandığı söylenebilir. Özellikle müesses tasavvufta avâm-havâs
ayrımına “seçkincilik” diyebileceğimiz bir algı ve anlayış refakat eder.
Fakat ne ilginçtir ki bu seçkincilik sulu gözlü bir mahviyet söylemiyle
başlar, son kertede abartılı tevazu kalıbına sokulmuş kibirle biter.
Ârif olmak ve marifetullah için çabalamak şüphesiz her müslüman için çok
önemlidir. Fakat büyük bir tevazu ve mahviyetle başlayan kemal-i ahlak
ve maneviyat serüveninin sonunda ucb ve kibre kapılmamak, yani Dimyat’a
pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamak çok daha önemlidir. Bu
bakımdan, her işimizi mümkün mertebe saflık ve sadelikle ortaya koymaya
çalışmak, fesâd-ı zaman söz konusu olduğunda ise en azından akıl ve ruh
sağlığını korumak için sapsade bir budala gibi yaşamaya odaklanmak
gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder