Bu satırları
Gökçeada’daki Cicirya Kafe’de Türk kahvemi yudumlarken yazıyorum.
Gökçeada’yı ziyaret sebebim, farklı din, inanç ve kültürlere mensup
insanların birbirleriyle didişmeden huzur ve sükûn içinde yaşamalarına
bizzat tanık olmak istemem ve onca zamandır ruhumda biriken sosyolojik
gerginliğin bu çok kültürlü yaşamı temaşa sayesinde ortadan kalkacağını
ümit etmemdir. Geçen haftaki yazımda “Ben niçin yaratıldım?” meselesini
ele almış ve Kur’an’ın bu konuda konuşmadığını anlatmaya çalışmıştım. Bu
bağlamda, “Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye
yarattım” mealindeki ayetin “Allah insanoğlunu niçin yarattı?” sorusuna
cevap oluşturmadığını, çünkü mezkûr ayetin tevhidi isbat, şirki nefy
meselesiyle ilgili olduğunu vurgulamıştım. Konuyla ilgili izahatım son
derece açık ve anlaşılabilir olduğu halde, geçen haftaki yazıya, “Bu
profesör belli ki Kur’an’ın beyanlarını yeterli görmemiş…” tarzında son
derece ahmakça yorumlar yapıldığına tanık oldum. Bu tür yorumlarla
kendilerini ele veren “Nato Kafa Nato Mermer” taifesine Allah’ın biraz
zekâ ve idrak lütfetmesi niyazında bulunduktan sonra Kur’an’ın modern
çağda sayısız müslümanın da zihinlerini meşgul eden “Ben niçin
yaratıldım?” sorusu hakkında konuşmadığını bir kez daha vurgulamak
istiyorum.
Kur’an kendi nüzul ortamında olgusal ve
toplumsal karşılığı olmayan farazi meseleler hakkında konuşmaz. Nüzul
dönemindeki Arap toplumunun kolektif bilincinde “Allah bizi niçin
yarattı?” gibi felsefi bir soru/sorun yoktur. Bu tür sorular felsefi
donanım, entelektüel birikim sahibi olan ve düşüncenin huzursuzluğu
içinde yaşayan insanların zihinlerini kurcalar. Tabiatın bağrında
Allah’tan rahmet (yağmur) ve bereket umarak yaşayan ümmî insanların
aklında “Ben niçin yaratıldım?” gibi sorulara yer olmaz. Nitekim bugün
de Anadolu’nun ücra köşelerinde yaşayan ve muhtemelen doğdukları yerde
ölecek olan yurdum insanları da bu tür sorulara kafa yormaz. Ama
geçmişte İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar, günümüzde fazlaca okumuş
yazmış insanlar varlık ve eşyanın derin anlam kodları üzerinde
düşünmekten kendilerini alamazlar.
İslam düşüncesinde “Allah kâinatı ve
insanı niçin yarattı” meselesiyle ilgili olarak “Kenz-i Mahfî (Gizli
Hazine) gibi irfânî-tasavvufî, “Nûr-i Muhammedî” gibi Şiî-tasavvufi
teoriler üretilmiştir. Bunun yanında başka felsefî nazariyeler de
geliştirilmiştir. Allah’ın kâinatı ve insanı yaratmasıyla ilgili
nazariyeler arasında benim de anlamlı bulduğum nazariye “inayet”
kavramıyla ifade edilebilir. Kindî’den İbn Rüşd’e kadar İslam felsefe
geleneğinin gelişme evreleri boyunca bu mesele şu ana fikirler
çerçevesinde değerlendirilmiştir: (1) Allah’ın eşyayı varlık alanına
çıkarmadaki cömertliği (cûd); (2) Allah’ın varlık vermedeki süreklilik
arz eden ve hiç gevşemeye itinası, gözetim ve yönetimi (inayet ve
tedbir); (3) Allah’ın, iyiliği âlemin her seviyesine durmaksızın yayan
“sırf iyi” (el-hayrü’l-mahz) oluşu; (4) Varlık âlemindeki düzen ve
gâiyyetin ilâhî ilimdeki yeter sebebi (hikmet).
Bütün bu kavramlar doğrudan veya dolaylı
olarak ilâhî inayetle irtibatlıdır. İnayet Allah’ın mahlûkata dair
bilgisi, hikmeti, idaresi ve lütfunu ifade eden bir kavramdır. İbn Sina,
Tanrı’nın kendi zatını bildiği, varoluşun da bu bilgiye uygun biçimde
gerçekleştiği kabulünü içeren sudûr teorisi ekseninde inayeti bütün
varlık âlemini kuşatan ilâhî bilgi ve bilgiye uygun olarak varlığın
mükemmel bir nizam içerisinde feyezan edip meydana gelmesi diye tarif
etmiştir. Buna göre kâinat mükemmel tedbir sahibi Allah’ın hikmetinin,
kâinattaki güzellikler ve yetkinlikler de O’nun inayetinin eseridir.
Allah’ın ilmi zatıyla aynı olup O’nun
kendi zatı dışındaki varlıklara ait özel bir amacı/maksadı yoktur. O’nun
ilim ve iradesinin kendi zatı dışındaki bir murada ve amaca tâbi
olması, ilâhî ilim ve iradenin mutlaklığına halel getireceğinden Allah
hakkında beşerî bir gaye düşünülemez. Başka bir ifadeyle, yüce Allah şu
veya bu maksatla kendi yüceliğinden alt seviyede bulunan bir şeyi talep
etmez. Çünkü böyle bir şey O’nun yüceliğiyle bağdaşmaz. Bu sebeple,
Allah’a gaye/amaç gibi şeyler izafe edilemez. Fakat bu durum mutlak
manada “hiçbir ilâhî gaye yoktur” anlamına da gelmez. Aslında ilâhî gaye
Allah’ın varlık bahşetmedeki cömertliğinden (cûd) ibarettir. Yani
Allah’ın ilminden feyezan eden evrensel hayır nizamı kendi cömertliğinin
sonucudur; ancak O’nun cömertliğinde vermek (ifade), almak (istifade)
için olmadığından, bu cömertlik tamamen garazsız ve ivazsızdır.
İbn Rüşd de yaratılışı ilâhî hikmet ve
inayet bağlamında açıklamıştır. Ona göre Allah insana kâinatı ve hayatı
lütfetmiş, kâinattaki bütün her şeyi insanın varlık şartlarına uygun
biçimde meydana getirmiştir. Kâinattaki bütün varlıklar ilim ve hikmet
çerçevesinde vücuda gelmiştir. Her şeyin yerli yerince yaratılıp insanın
istifadesine sunulması, hem âlemdeki hiçbir şeyin tesadüfi olarak
varlık alanına çıkmadığını, hem de bütün varlıkların ilâhî inayetin
birer eseri ve tecellisi olma vasfını taşıdığını gösterir. Yaratılıştaki
gayeyi ilâhî inayete dayandırmak özellikle âlemdeki kötülük (şer)
problemini açıklama noktasında yetersiz kalsa da en azından bize göre
inayet kavramındaki felsefî içerik gerek isbât-ı vâcib, gerek
yaratılışın gayesi bağlamında insanoğlunun zihnindeki büyük soruları
belli ölçüde cevaplar niteliktedir. Nitekim ilâhî hikmet ve inayet
kavramı ekseninde geliştirilen teleolojik delilin, geniş kesimlere hitap
eden sade ve anlaşılır bir ispat yöntemi olması sebebiyle Ebü’l-Berekât
el-Bağdâdî, Gazâlî, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye (ö.
751/1350) tarafından diğer delillere tercih edildiği, modern dönemde hız
kazanan tabiat araştırmaları dolayısıyla bir bakıma yeniden
keşfedildiği bilinmektedir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Haziran 2019
Değerli hocam.
YanıtlaSilyazılarınızı dikkatle her zaman katılmasam da ilgi ile okuyorum. ve çokça da istifade ediyorum. Ancak size katılmayan kişiler hakkında ''Ahmakça ve nato kafa nato mermer '' gibi değerlendirmeleriniz bayıldığım ilmi uslubunuzu bozuyor. İlmin izzetini koruma adına nolur sizin gibi düşünmeyenlere daha nezaketle söz sarfedin...