Hıristiyanlık öğretisini yaymak veya daha doğru bir ifadeyle evanjelik propaganda yapmak için medyayı, özellikle televizyonu kullanarak vaizlik yapmaya “televangelizm” denir; televizyonu vaaz aracı olarak kullanan figürler de “televagenlist” diye nitelendirilir. Televizyon öteden beri kitleleri eğlendirmek ve aynı zamanda korkunç bir endüstriyel reklam bombardımanı altında bütün her şeyi çarçabuk elde edip metaya dönüştürmeyi kitlelerin yaşam tarzı hâline getirmek gibi bir seküler amaca hizmet etmektedir. Bu noktada Neil Postman’ın “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı kitabını hatırlatmak faydalı olabilir. Televizyon ekranlarından topluma yansıyan her şey, eğlenceli şekilde tüketilmesi gereken birer metaya dönüşmektedir. Nitekim çok isabetli bir değerlendirmeye göre “televizyon programı profesyonel meşgaledir ve televizyondaki bir programa yönelen seyirci ilgisi (reyting), ister dizi, ister yarışma, ister futbol, ister magazin, ister güldürü ve isterse din dolayımıyla olsun, yabana atılmaz bir maddi kaynak üretir.” Bu bakımdan, “İslâmî Pap” veya “Rap ilâhî” gibi gösterilerle renklendirilen sözde dinî içerikli televizyon programları ticarete endeksli bir etkinliktir.
***
Geçmişte, özellikle 28 Şubat döneminde
dinin televizyon vasıtasıyla nasıl itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını,
“Tavuktan kurban olur mu?” gibi tirajikomikliklerin ciddi bir dinî
meseleymiş gibi cümle âlemin önünde tartışıldığını unutmak, en azından
benim için pek mümkün değildir. Bu yüzden, 2000’li yılların başından
beri katıldığım yüzlerce televizyon programında, özellikle de Kanal
24’te kırk hafta boyunca devam eden “Sözden Öte” programında medya
vaizliği ve eğlencelik sunum yapmamaya azami özen göstermişimdir. Ekran
ne yazık ki katı olan her şeyi sulandırıp cıvıklaştıran bir şeydir. Bu
yüzden, ekran ve din konusundaki şu tespitlere katılmamak mümkün
değildir: “Ekranda din, diğer her şey gibi seyre, gösteriye, şova
dönüktür. Ekranda din, kültür endüstrisinin bir alt-kolu olan
inanç-endüstrisi çerçevesinde alınır-satılır bir metaya dönüşür. Ve
ekranda din, mabedin tevazuuna değil, medyanın taşkınlığına
yatkınlaştırır inananları... Bu da kulluk şuurunu değil meşhurluk
arzusunu kamçılayan bir dinamiktir.” Malum, çok kısa bir süre önce ulusal televizyon kanallarından birinde canlı olarak yayınlanan iftar programında Arthur isimli bir Ermeni çocuğun İslam’ı kabul (ihtida) merasimine şahit olundu. Mesele kamuoyunda tartışılıp farklı mahfillerden eleştiriler gelmeye başlayınca, bu merasimi icra eden zat, “13 yaşındaki çocuğun kendi isteği ve ailesinin onayı ile müslümanlığı kabul ettiğini, dolayısıyla herhangi bir zorlamanın söz konusu edilemeyeceğini söylemek durumunda kaldı. Ne var ki çocuk kendi isteği ve ailesinin muvakatiyle İslam’ı kabullenmiş olsa dahi bir ihtida merasiminin tüm dünyanın gözüne sokar gibi icra edilmesi hiç ama hiç yakışık almadı.
Kaldı ki ihtida ettiği söylenen insan, 13 yaşında bir çocuktur. Henüz reşit olmamıştır. Hâl böyle olunca, uzun ve karmaşık bir süreci gerektiren din değiştirme konusunda tartışılan “kişinin etkilenimi duygusal mıdır yoksa entelektüel midir?” gibi kritik meselelerin hiçbirini bu bağlamda tartışma imkânı yoktur. Keza inanılan dinin tatmin edici görülmemesi, bilgi ve hayat tecrübesinin gelişmesi, başka bir dine bağlı kimse ile evlenme isteği gibi faktörlerden söz etme imkânı da yoktur. Çünkü burada mevzu bahis olan mühtedi(!) henüz 13 yaşında bir çocuktur.
***
Öte yandan, hem insanın hem dinî inancın
onuru vardır. Televangelik ihtida gösterisi insan onurunu incitmenin
yanında çocuğun ailesinin müntesip olduğu kurumsal dinî inancı da
rencide etmiştir. Ayrıca televizyon ekranında 13 yaşındaki bir çocuğa
ihtida töreni düzenlemek, farklı dinler ve inançların bir arada yaşama
kültürünü örselediği gibi dinler arasında mafyatik tarzda rekabet ve
didişmeye de yol açacak bir girişimdir. Bu noktada “muzaffer komutan”
edasıyla davranmak ilk planda biz müslümanlar açısından gurur okşayıcı
olabilir; fakat benzer bir ihtida gösterisini tersinden düşündüğümüzde,
ortaya çıkacak manzaranın bizi nasıl inciteceğini anlamak hiç zor
olmayabilir. Daha açıkçası, bir televizyon programında “13 yaşındaki
Muhammed ve Mehmet isimli bir müslüman çocuğun Hıristiyanlığı kabul
ettiğine dair bir gösteri izlesek, acaba ne hissederdik?” diye empati
(duygudaşlık) kurmak meselenin sağduyulu şekilde anlaşılmasına yardımcı
olabilir. Kaldı ki Ermeni Patrikhanesi’nden gelen açıklamadaki şu
ifadeler hayli dikkat çekicidir: “Öncelikle 13 yaşındaki bir çocuk reşit
değildir ve din değişimine karar veremez. Bu mahiyette bir yayın sadece
dinî propaganda izlenimi doğurur ve vicdan özgürlüğüyle bağdaşmaz… Biz
Ermeni Resuli Kilisesi olarak, 18 yaşın üstündekileri bile
Hıristiyanlığa kabul etmeyiz. Kabul edecek olsak dahi ailesini çağırıp
yazılı rızasını alırız… Tüm dinlere saygımız var. Sizlerin de diğer
dinlere saygınızın olduğundan şüphemiz yoktur. Televizyonlarda bunları
reyting aracı olarak kullanmak sadece üzüntü veriyor.” Bu son ifadenin de işaret ettiği üzere din, inanç, iman gibi kavramlar son derece saygın ve değerlidir; din insan hayatında kutsalın tecrübesidir ve bu tecrübe özellikle iman düzeyinde mahrem olup hiçbir şekilde göstermelik değildir; dolayısıyla televizüel gösterilere hiç açık değildir. Çünkü iman kalbin amelidir. Bu yüzden, varsayalım ki ihtida talebi çocuktan gelmiş, aile bu talebe iştirak etmiştir... Böyle bir durumda ille de bir ihtida ritüeline ihtiyaç varsa, bu konuda yakışık alan şey, hem pedagoglar ve çocuk psikologlarıyla konuşmak ve hem de ihtida işlemini psiko-pedagojik bir duyarlılıkla televizyon ekranlarında değil de tarihî camilerimizdeki huzur ve sükûn ortamına benzer bir ortamda gösterişten uzak şekilde yapmak olsa gerektir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Mayıs 2019
Kaynak: https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/televangelizm-ve-televizuel-ihtida-gosterisi-10186
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder