8 Mart’ta
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Dünya Kadınlar Günü
Programı’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan dinî alanla ilgili olarak çok
dikkat çekici sözler söyledi. Mesela, “İslam’ın hükümlerinin
güncellenmesi var… Siz İslam’ı 14 asır, 15 asır öncesi hükümleriyle
bugün uygulayamazsınız, böyle bir şey yok…” dedi. Bu ifadelerin
“muhafazakâr gelenekçi” çevrelerde hüsnü kabulle karşılanmayacağını
söylemek kehanet olmasa gerek… Nitekim söz konusu konuşmanın hemen
ardından “bir kısım medya”, Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından, “Siz
İslam’ı 14 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” ifadesini
hazfetmeyi, ertesi gün de gazetelerinin ilk sayfalarında bu konuşmayı
görmezden gelmeyi tercih etti. Buna mukabil başka “bir kısım” medya,
“İslam’ın hükümleri güncellenir” tarzında manşetler atmayı yeğledi.
***
Belli ki Sayın
Cumhurbaşkanı’nın konuşması muhafazakâr dünyada hararetli tartışmalar ve
ihtilaflara yol açacak. Mesela, bir kesim “Cumhurbaşkanımız ne
söylediyse el-Hak doğrudur” deyip konuyu kapatacak, bir kesim, “Yok,
efendim, İslam’ın güncellenmesinden maksat tecdittir; bundan öte
yorumlar tehlikelidir” gibi teviller üreterek kendilerince itidalli bir
çizgide savunma hattı kuracak, başka bir kesim, “Siz İslam’ı 14 asır
öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız gibi söylemler zinhar kabul
edilemez” diyerek kökten karşı çıkacaktır. Şahsımı da dâhil ettiğim bir
başka kesim ise bu tartışma karambolünde hiçbir pozisyon almayacaktır.
Kendi adıma konuşursam, böyle bir tartışmaya dâhil olmamak gerektiğine
ilişkin en temel gerekçem, Diyanet ve İlahiyat camialarındaki hâkim
zihniyetin dinî alanla ilgili hemen hiçbir meseleyi farklı görüşlerin
özgürce dillendirilmesine elverişli platformlarda usul ve adabınca
tartışma kültürüne sahip olmaması, hatta böyle bir kültürü teolojik
tehdit olarak algılayıp sakıncalı bulması, fakat devlet katından
şer’î-fıkhî ahkâmın nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği
hususunda sarih bir beyan sadır olduğunda, özellikle Diyanet’in
behemehâl harekete geçme ihtiyacı duyması ve muhtemelen bugün yarın
görüleceği üzere yenilikçi bir söylemle konuşmaya başlayacak olmasıdır.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Hocalarımız ne iş yapıyor?” şeklindeki yakıcı
sorusuna verilecek en gerçekçi cevap da maalesef bu garip manzarada
saklıdır.
Gerek Diyanet gibi
resmî kurumlar, gerek diğer müesses yapılar, gerekse sivil oluşumlar ve
şahıslar dinî alanla ilgili hemen hiçbir meseleyi kavgasız gürültüsüz,
dedikodusuz, tezviratsız şekilde konuşup tartışmayı beceremiyor. Ayrıca
hemen her farklı eğilim, yakın geçmişteki “felsefesiz İlahiyat”
projesinde görüldüğü üzere kendi din anlayışının devlet katında
onaylanıp resmiyet kazanmasını ve devlet gücüyle topluma dayatılmasını
istiyor. Bu yüzden de İlahiyat gibi önemli kurumlar bizim dünyada
gemlenemez fetihçi arzuların “kızıl elma”sını temsil ediyor. Sivillik,
çoğulculuk, çok seslilik gibi kavramlar ve olgulardan pek hazzedilmiyor.
Dinî alanla organik ilişkisi bulunan hemen hiçbir müesses yapı bu
alanda şerik kabul etmiyor. Nitekim FETÖ ve diğer birçok patolojik yapı
bize gösterdi ki din bu topraklarda taraftar, güç, nüfuz devşirme gibi
dünyevî emellerin en kullanışlı istismar aracına tekabül ediyor. Hâl
böyle olunca dinin sosyolojik düzlemdeki özgül değer katsayısı sürekli
düşerken istismar, infial, sansasyon ve tezvirat katsayısı sürekli
yükseliyor.
***
Gönül isterdi ki din
konusunda farklı görüşler, kaviller, yorumlar hem sivil, çoğulcu,
demokratik bir atmosferde konuşulsun hem de ilmî ciddiyete uygun biçimde
tartışılsın, böylece müsâdeme-i efkârdan bârika-ı hakikat doğsun… Lakin
bugünkü sosyolojide maalesef böyle bir imkân pek yok… Dinî alanla
ilgili meselelerin kendi mecrasında, bilhassa Diyanet ve İlahiyat
camiasında ilmî adaba uygun tarzda ve serinkanlılıkla tartışılamadığı
bir vasatta devlet katından sadır olan bir görüş peşinen iştirak ettiğim
görüş dahi olsa bu görüşün tetikleyeceği hiçbir tartışmaya dâhil
olmayacağımı özellikle belirtmek isterim. Keza herhangi bir görüş bana
göre saçma sapan dahi olsa bunun adlî makamlarca soruşturma konusu
yapılmasından memnuniyet duymadığımı da belirtmek isterim. Zira
mekanizma bu şekilde işlemeye başladığı takdirde, yarın bir gün bizim
savunduğumuz bir görüş de pekâlâ soruşturma konusu olabilir. Kaldı ki
ardı arkası kesilmeyen Cimer, Bimer şikâyetlerine yazılı meram
anlatmaktan, bazı konuşmalarımızdan kesilip kırpılarak servis edilen
30-40 saniyelik operasyonel videolar hakkında izahatta bulunmaktan gına
geldiği bir ortamda kendimizi adlî makamların huzurunda bulmak işten
bile değildir. Yani “bugün sana, yarın bana” olabilir; lakin böyle bir
gidişat hayra alamet olmasa gerektir.
Bütün bu sorunları bir
kenara bırakıp kısaca toparlamam gerekirse, hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın
“Hocalarımız ne iş yapıyor?” sözünde ifadesini bulduğu, hem de 17/25
Aralık sürecinde yaşandığı üzere, devlet erkânı konuştuktan sonra
konuşmaya başlayan ve o andan itibaren de gevezelik sınırlarını zorlayan
kimselerle aynı karede yer almak istemiyorum. Kaldı ki söz konusu
meselelerin bu saatten sonra tartışılmasının ilmî-fikrî açıdan fazla bir
anlam ifade edeceğini de düşünmüyorum. Bu yüzden, konu ne kadar
kışkırtıcı olursa olsun, kendi gündemimi takip etmeyi ve bilhassa ilmî
çalışmalarıma hız vermeyi çok daha hayırlı bir karar olarak görüyorum.
Karar demişken, yayın hayatına başladığı günden beri hakikaten zor
şartlarla baş etmeye çalışan ve birkaç gün önce ikinci yaşını dolduran
gazetemiz “KARAR”a da bu vesileyle uzun ömür diliyorum.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder