Mâtüridîlik
bir mesele midir? Evet, meseledir. Hem bugüne değin yeterince
tanınmamış ve anlaşılmamış bir mezhep/ekol olması hasebiyle meseledir,
hem de genellikle ulus devlet ideolojisi ve milliyetçi retoriklerin
kabarıp yüksek prim yaptığı siyasi konjonktürler ve sosyolojik
gündemlerin konusu olması itibariyle meseledir. Mâtüridîlik denilince
Hanefîlik akla gelir. Nitekim Beyâzîzâde gibi bazı âlimlerce Mâtüridîlik
ile Hanefîlik müradif/müteradif gibi zikredilir. Hanefîlikten,
özellikle “Meşâihu’l-Irâk” diye de anılan Bağdat Hanefî ekolünden söz
açıldığında ise Mu’tezile akla gelir ve bu ekole mensup İbnü’s-Selcî,
Kerhî ve Cessâs gibi Hanefî âlimler Mu’tezilî olarak da nitelendirilir.
Ayrıca pek çok meşhur Mu’tezile kelamcısının Hanefî mezhebine mensup
oldukları bilinmektedir.
Hanefiyye,
Mâtüridiyyye ve Mu’tezile ekolleri “Ehl-i Re’y” çatısı altında birleşir.
Ehl-i Re’y tabiri dar anlamda hicrî II. yüzyılda ortaya çıkan Kûfe-Irak
merkezli fıkıh ekolünü, geniş anlamda ise dinî metinleri ve hükümleri
anlama/yorumlamada akıl, ictihad ve te’vile önem atfeden yaklaşımı ifade
eder. Ehl-i Re’yin muhalif ve muarızı konumundaki Ehl-i Hadis ise “Din
haber (nass), eser (rivayet) ve selefi taklitten ibarettir. İslam dini
kemale ermiş, dinî alanda söylenecek her şey söylenmiştir. Dinde akıl,
re’y, ictihad ve te’vile alan açıp yetki tanımak caiz değildir” şeklinde
özetlenebilecek bir muhafazakâr anlayışı temsil eder.
***
Bu iki farklı ekol
asırlardır birbiriyle nizalı ve kavgalıdır. Bugün de farklı isimler ve
farklı söylemlerle devam eden bu kadim kavganın hemen her raundunu Ehl-i
Hadis kazanmıştır. Zira Ehl-i Hadis’in hem nassların zahirine sadakat
ve “selef-i salihin”e ittiba söylemini savunması hem de nassları adeta
susturucu silah gibi kullanması kendisine çok büyük bir avantaj
sağlamıştır. Nitekim günümüzde de tepeden tırnağa modernitenin ilcaat ve
icaplarına “lebbeyk” diyen bir hayat felsefesine ram oldukları halde
fiyakalı retoriklerle dinî geleneğe sadakatten dem vuran çevreler
özellikle kamuoyu nezdinde daha fazla ilgiye mazhar olmakta ve bu sayede
muarızlarına galebe çalmaktadır. Evet, Ehl-i Hadis anlayışı İslam’ın
ilk asırlarından bugüne kadar onca kuru gürültü ve fikrî gargarasına
rağmen hep muzaffer ordu gibi davranmaktadır; çünkü elindeki silah nass
(ayet-hadis) silahıdır. Ehl-i Re’y’in bu güçlü silaha akıl, ictihad ve
te’ville karşı koyması çok zor, hatta imkânsızdır. Bu yüzdendir ki Ehl-i
Re’y tarihî süreçte re’yciliğinden ödün verip geri çekilmiş, hatta kimi
zaman kendisinin de nassa ve nassın zahirine pek sadakatli olduğunu
ispatlama ihtiyacı hissetmiştir. Sözgelimi, fıkıh alanında İmam Ebû
Hanîfe’nin namazda Kur’an kıraati ya da güncel tabirle anadilde ibadet
konusuyla ilgili meşhur fetvası Hanefî fıkhının Zâhirü’r-Rivâye diye
anılan en temel kaynaklarında zikredilmesine rağmen geç dönem Hanefî
fakihi Merğinânî İmam Ebû Hanîfe’nin bu görüşü terk ettiğinden söz
etmiş, İbnü’l-Hümâm ise bir adım daha ileri giderek namazda kıraat
konusunda Hanefî mezhebinin dışına çıkmakta beis görmemiştir.
Öte yandan, klasik
dönemlerde Cüveynî, Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, Âmidî, Teftâzânî gibi pek
çok meşhur ulemanın fıkıhta Şâfiî, kelamda Eş’ârî kimliğiyle İslam ilim
ve düşünce dünyasında çok güçlü bir nüfuz oluşturması, ayrıca Sünnî
devletin denetim ve gözetiminde faaliyet yürüten Nizamiye medreselerinde
Şiî-Fâtımî-Bâtınî tehdidine karşı “çivi çiviyi söker” mantığıyla Ehl-i
Hadis formasyonunun esas alınması ve hatta medresede hizmetli, müstahdem
(ferraş) olarak görev yapacak kişilerde Şafiî mezhebine mensubiyet
şartı aranması gibi ilginç tarihî vakalar yaşanması Mâtüridî kelamının
kabuğuna çekilip menkubiyete mahkûm olmasına yol açmıştır. Kaldı ki
Eş’arî-Şâfiî müfessir Beyzavî’nin Envâru’t-Tenzîl’i ile Hanefî fakih ve müfessir Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Medârikü’t-Tenzîl
adlı tefsiri çok büyük ölçüde aynı kaynaktan kopyalanmıştır. Üstelik
Osmanlı geleneğinde huzur dersleri gibi ilim meclislerinde ve yüksek
düzeyli medreselerde asırlar boyu Nesefî’nin değil, Beyzâvî’nin tefsiri
okunmuş ve okutulmuştur.
Sonuç olarak, günümüz
Türkiye’sinde ortaya çıkan din referanslı sorunlarda Hanefîlik,
Matüridîlik gibi klasik mezhep formasyonlarının hazır çözüm
paketleri/formülleri gibi sunulması kanaatimce hesabı verilmemiş
söylemlerden ibarettir. Hanefîlik ve Mâtüridîliğin son günlerde yeniden
parlaması ile ulus devlet, milliyetçilik ve hatta ulusalcılık kodlarının
revaçta olması siyasi-sosyolojik konjonktür açısından anlaşılabilir bir
durum olmakla birlikte, “Bildiğimiz Hanefîlik ve Mâtüridîlik her derde
devadır” şeklindeki bir söylemle dinî alandaki sorunların üstesinden
gelinemeyeceği kesindir. Bu gerçeği anlamak için asansörde halvet, küçük
kızlarla evlilik gibi konularda Serahsî, İbn Âbidîn gibi Hanefî
âlimlerin fıkıh klasiklerine göz atmak kâfidir.
***
İslam’ın uzun tarihî
tecrübede Hicaz sınırlarını aşıp evrensel ve entelektüel boyut
kazanmasında Hanefîlik, Mâtüridîlik, Mu’tezile gibi re’yci ekollerin çok
büyük rol oynadıkları şüphesizdir. Ancak bugün çözmek zorunda olduğumuz
sorunlar hem dil hem paradigma hem de metodoloji açısından bu ekollerin
ilmî ve entelektüel kapasitelerinin fevkindedir. Hâsılı, ille de
geleneksel bir referansa atıfla konuşmak gerekirse, bugün kendi
Mâtüridiliğimizi kendimiz inşa etmek, dolayısıyla isim-müsemma,
zat-sıfat gibi modern dünyada menatını kaybetmiş konuları bir tarafa
bırakıp içinde bulunduğumuz çağın diline ve sorun sistematiğine uygun
bir kelam dili, paradigması ve dünya görüşü geliştirmekle mükellefiz.
Bunun için de hem İslam medeniyetinin felsefe ve tasavvuf gibi hemen her
biriminden, hem de genel insanlık ailesinin ilmî, felsefî ve
entelektüel birikiminden istifade etmeyi vazife bilmeliyiz. Fakat bütün
bunlardan önce özgürlük, çoğulculuk ve demokratik kültürü özümsemekle
mükellefiz.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 31 Mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder