Birkaç
gün önce, ilâhî isim ve sıfatlarla ilgili ayetler üzerine çalışmaya
çalışıyordum. Daha açıkçası, söz konusu ayetlerin kelam ve tefsir
tarihinde çok farklı yorumlara konu olduğu, birçok itikâdî mezhep ve
ekolün bu tartışmalı konu üzerinden birbirlerini Mücessime, Müşebbihe,
Haşviyye yahut Cehmiyye, Muattıla, Zanâdıka gibi zem sıfatlarıyla
yaftaladığı, fakat sayısız kaynakta geçen, “Kulum beni nasıl biliyor ve
tasavvur ediyorsa, ben öyleyimdir” (ene inde zanni abdî bî) şeklindeki
“kutsî” hadis dikkate alındığında, bu tartışmaların anlamsız, zem
yaftalarının da çok insafsız olduğu düşüncesini satıra dökmeye
çalışırken telefonum çaldı. Telefondaki zat, “Sizin telefonunuzu
üniversiteden aldım” dedi ve doğrudan doğruya konuya girip şöyle dedi:
“Bir videonuzda Hz. Peygamber ve sahabe devrinde ilâhî isimler ve
sıfatların bugünkü yaygın inanış ve anlayışımızdan çok farklı şekilde
tasavvur edildiğini söylüyorsunuz; bu minvalde söylediklerinizin
belgesi, delili var mı?”
***
Ben de bu soruya
cevaben İbn Hanbel, Dârimî, İbn Ebî Hâtim, İbn Huzeyme gibi Ehl-i hadis
ekolünün önde gelen isimlerinin Cehmiyye ve Mu’tezile’ye reddiye olarak
yazdıkları eserlerdeki yüzlerce hadis ve haberin mevcudiyetinden söz
ettim, ardından şu mealde şeyler söyledim: Allah’ın isim ve sıfatlarını
herhangi bir itikâdî mezhep veya ekolün kabullerine uygun şekilde
algılamanız en nihayet te’villi ya da te’vilsiz bir kanaatten ibarettir.
Asıl mesele, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgili nassları kendi
zihnimizde ya da kalbimizde nasıl bir tasavvur kalıbına döktüğümüz
meselesinden öte, kendisine iman ve teslimiyet sözü verdiğimiz Allah’ın
buyruklarına sadakat gösterip göstermediğimiz, dolayısıyla kendimizi
adam edip etmediğimiz meselesidir.
Telefondaki zata bu minvalde çok şeyler anlattım, ama sanırım meramımı tam olarak anlatmayı başaramadım. Konuşma
esnasında Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki Hz. Musa ve Çoban hikâyesi aklıma
geldi; ama muhatabımın zihindeki fikir iğnesi, “Allah cisim mi değil
mi?” çiziğine takılı olduğundan, bu hikâyeyi anlatmanın da pek faydalı
olmayacağı kanaatine vardım. Dinî alanda çoğu kez meselenin
lübbüne/özüne değil de kışrına/kabuğuna kafa yorduğumuzun en tipik
örneklerinden biri olan bu esmâ ve sıfat bahsine dair hem geniş bir
perspektif sunacağı hem de kıssadan hisse olacağı ümidiyle Musa ve Çoban
hikâyesini kısmî ihtisarlar ve minik tasarruflarla burada paylaşmayı
arzuladım.
Bu hikâye Allah
tasavvuru konusunda anlatmaya çalıştığımız düşünceyi, yani bir mümin
ihlas ve şükran duygusuyla Allah’a bağlandıktan sonra, kendi mahrem
dünyasında O’nun isim ve sıfatlarını nasıl algıladığı meselesinin
dinî-ahlâkî yaşantının kıvamı açısından pek ehemmiyet arz etmediği
düşüncesini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mevlânâ, Hz. Musa’nın
kendi hâlinde ve kendince Allah’la konuşan bir çobana rastlamasıyla
başlayan hikâyeyi şöyle kurgular:
Hz. Mûsâ bir gün bir
çobana rastladı. Çoban şöyle seslenip duruyordu: Ey kerem sahibi Tanrı!
Nerdesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım.
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Tanrı, sana süt ikram
edeyim. Elceğinizi öpeyim, ayacığını ovayım… Bütün keçilerim sana kurban
olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”
Çoban, işte bu çeşit
saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa, “Sen kiminle konuşuyorsun?”
diye sordu. Çoban, “Bizi yaratan, işte bu yeri ve göğü halk eden
Tanrı’yla…” diye cevap verince, Musa şöyle dedi: “Vah vah, sen
sersemleşmişsin. Daha müslüman olmadan kâfir oldun. Bu ne saçma söz, bu
ne küfür! Ağzına pamuk tıka… Küfrünün pis kokusu dünyayı sardı. Küfrün
din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak ancak sana yaraşır. Tanrı’nın her
şeye kâdir, her hususta adil olduğunu biliyorsan, nasıl oluyor da bu tür
hezeyanlar ve küstahlıklara cüret ediyorsun? Sen bu sözleri kime
söylüyorsun? Amcana, dayına mı? İlâhî sıfatlarda cisim sahibi olmak ve
ihtiyaç sahibi olmak gibi bir şey var mı?”
***
Çoban bunca kınama ve
paylama üzerine, “Ya Musa, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın”
dedi, ardından elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti ve başını alıp
çöle doğru çekip gitti. Derken, Tanrı katından Musa’ya şöyle bir vahiy
geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kavuşturmaya mı geldin yoksa
ayırmaya mı? Ben herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona
özgü olan söz, sana yergidir. Yani ona göre bal, sana göre zehirdir…
Hintlilere Hintlilerin sözleri medihtir, Sintlilere Sintlilerin. Onların
tesbih ve tenzihleriyle ben münezzeh ve mukaddes olmam. Biz dile, söze
bakmayız; kalbe ve hâle bakarız. Gönül huşu içindeyse o gönüle bakarız,
isterse sözünde zül ve inkiyad olmasın…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Şubat 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder