İnsanoğlu,
bizim gelenekte “en başından”, “yaratılıştan” pek asil, pek şerefli bir
varlık olarak kabul edilir ve bu kabul dinî referanslarla da
gerekçelendirilir. Ancak bu gerekçelendirme konuyla ilişkili olduğu
düşünülen ayetlerin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasından
ibarettir. Kaldı ki izzet, şeref, onur, haysiyet gibi değerler iradi,
ihtiyari fiillerle kesbedilir. İnsanoğlunun asil ve şerefli bir varlık
olduğuna ilişkin genel kabul şu tür mantıksal çıkarımlarla da
desteklenir: Doğal ve metafizik varlıklar arasında insan otonom benlikli
bir öze sahiptir. Oruç tutup hacca giden bir hayvan yahut aşkından
intihar eden bir bitki olmadığına göre insanın diğer varlıklardan
üstünlüğü belki de akıl-irade noktasında tebarüz etmekte, dolayısıyla
insan fıtratındaki soyluluk akıl ve iradeyle kendini göstermektedir...
Bu tespit ilk bakışta makul görünebilir; fakat unutmamak gerekir ki akıl
ve irade çok kere insanın yoldan çıkma imkânına da dönüşebilmektedir.
Emanet ayeti (Ahzâb, 33/72) böyle bir riske işaret etmektedir.
***
Peki, doğası
gereği hercai, sebatsız, aceleci, gelgeç tabiatlı bir varlık olan
insanın harici kurallar ve yaptırımlara gerek kalmadan insânî/ahlâkî
ödevlerini hakkıyla yapması ve böylece profesyonel bir şerir (şeytan)
olma istidadını köreltip dengeli, ölçülü bir yapıya kavuşması nasıl
mümkün olabilir? İnsan, gerçekten insan olmak gibi sahih bir niyet
taşıyorsa, her şeyden önce kişilik ve karakter zaaflarını, hamlıklarını,
nobranlıklarını, aymazlıklarını görmeli, bütün bu kusurlarını kendi
özüne dönüp açık yüreklilikle itiraf etmeli, aynı zamanda kendini
kınayıp hâl-i hazırdaki “ben”inden nefret etmelidir. Kısacası, insan
kendi içinde, kendi emeğiyle esaslı bir öz yaratıp bu özüyle verili
özünü adamakıllı eleştirebilmelidir.
İnsanın inancı
ile yaşam tarzı arasında uyumsuzluklar baş gösterdiğinde bu durum ahlâkî
duyarlılıkla mütenasip düzeyde hissedilen bir huzursuzluğa yol açar. Bu
huzursuzluk aslında fıtrat kodlarımızdaki “takva” ile “fücur”un
birbiriyle çatışmasına, yani bir bakıma iki ayrı “ben”in kavgasına
dayanır. Burada yapılması gereken iş, kavgaya seyirci kalmak değil,
“fücur”cu benimizi vicdan denilen ahlak öğretmenimize ispiyonlayıp onun
disipline gitmesini sağlamak olmalıdır. Böyle bir ispiyonculuk
kesinlikle hayırlıdır. Çünkü burada “kendini bilen insan” olma çabası
söz konusudur. Kendini bilen insan başkasında gördüğü herhangi bir
kusurun kendi şahsında da mevcut olabileceğinin hesabını yapar. Bu
hesabı yapabilen insan başkalarında kusur teşhis etmekle meşgul olmaz,
olamaz. Nefsini hesaba çekip kusurlarını kendi “ben”ine itiraf edebilen
insan, Hz. Peygamber’in, “Kendi hatalarını düzeltmekten başkalarının
kusurlarını araştırmaya vakit bulamayan kimseye Allah merhamet etsin”
duasına mazhar olur. Ama gelin görün ki insanın kendi kusurlarını
görmesi ve bunu kabullenmesi çok kolay bir iş değildir. Çünkü insan
kendini tarifsiz bir sevgiyle sever ve benlik iddiasının bir yansıması
olan bu narsisizm onu, “Bir şeyi çok sevmen onun kusurlarına karşı seni
kör ve sağır eder” hadisinde betimlenen hâle sevk eder.
***
İnsan, kendi
nefsini denetleyebilmek ve hesaba çekebilmek için, “İşte geldik
gidiyoruz” demeyi bilmelidir. Gerçi “Kaç yılı geride bıraktım?”
düşüncesinin hâkim olduğu gençliğin semtine ölüm korkusu pek uğramaz;
ama “Acaba kaç yılım kaldı?” endişesinin müzminleştiği çağlarda ölüm en
azından Allah’ın huzurunda hesap verme endişesi taşıyan insanlar için
kesinlikle hatırı sayılır bir mürebbi olur. Kendisine ayrılan zamanın
sınırlı olduğu ve bu dünyadaki hayatın yarın bir gün son bulacağı
hususunda duyarlı olmak, insanı yaşanmaya değer bir hayat yaşayıp
yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Anlamlı bir hayat tecrübesine sahip
olamayan insan kendi içinde suçluluk duygusu taşır. Ancak bu duygu,
kendisiyle yüzleşmemek için pekiştirilen bir dizi kaçınma mekanizmasının
refakatinde insanın kendi özüne daha da yabancılaşmasına değil, kendine
çekidüzen vermesine vesile olmalıdır. Burada anlatmaya çalıştığımız
husus, Hz. Peygamber’e izafe edilen şu çarpıcı sözlerde ifadesini bulur:
“Ey insanlar! Sanki ölüm bizden başkası için mukadder kılınmış, sanki
mükellefiyet bizden başkasına vacip olmuştur… Ebediyete uğurladığımız
ölüler sanki seyahate çıkmışlar ve kısa bir süre sonra bize
döneceklermiş düşüncesiyle onları kabirlerine koyuyoruz ve sanki biz bu
dünyada ebedi kalacakmışız gibi onlardan kalan mirası tüketiyoruz. Ne o,
yoksa biz öğüt ve ibret veren her şeyi unuttuk ve bütün musibetlerden
emin mi olduk!” (Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, [Beyrut trs.], X. 229;
Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, [Beyrut 1985], XVI. 125-126).
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Şubat 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder