Şahsımı
da dâhil ettiğim sosyolojik dünyanın, yani “muhafazakâr” dünyanın
çocukları ilim, fikir, kültür, sanat gibi alanların hemen hiçbirinde
hatırı sayılır bir değer üretemiyor. Üretse üretse kriz ve kakofoni
üretiyor. Özellikle fikir/düşünce planında İslamcı entelektüellere çok
iş düşüyor; fakat günümüz sosyolojisinde “İslamcı entelektüel” unvanını
hak edecek insanlar söz konusu olduğunda, “kaht-ı rical” sorunuyla
karşılaşılıyor. Elde avuçta kalan birkaç İslamcı entelektüel ise
kûşe-gîr-i uzlet hâlinde kendi dramlarını yaşıyor. Muhafazakâr camia
epey zamandan beri toplumsal görünürlükten el ayak çekmiş vaziyetteki bu
insanlara, “Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış” gibi bir
muameleyi reva görüyor. Bizim dünyada yeni değerler üretmek şöyle
dursun, kıyıda köşede kalmış ne kadar değer varsa cepteki bozukluk gibi
bir çırpıda harcanıyor. Bütün ilgi/alaka, benzin gibi uçup giden reel
politik gündemlere teksif ediliyor. Hâliyle fikir, kültür, sanat gibi
alanlarla meşguliyet bir bakıma abesle iştigal kapsamında
değerlendiriliyor.
***
Avâmından havâssına,
gelenekçisinden yenilikçisine kadar bizim dünyanın topyekûn halde
yaşadığı kriz hem uzak geçmişteki ecdada atfedilen ihtişamın baskısı
altında hem de modern Batı’nın çok yönlü meydan okuması karşısında
ezilmek ve bu çift taraflı eziklik neticesinde artık kayda değer bir
şeyler yapabileceğine inanmaktan vazgeçip zamanın ilcaaatına teslim
olmayı hayat felsefesine dönüştürmektir. Zihnimiz geleneğin vakumunda,
gözümüz modernliğin albenili dünyasında, yuvarlanıp gidiyoruz. Belki
zaman zaman modern dünyaya bakışımızı ve hayat akışımızı sorgulama
ihtiyacı hissediyoruz; fakat biraz düşünüp taşındıktan sonra hep şu
noktaya varıyoruz: Gelenekle olmuyor, gelenekten kopulsa olmuyor;
moderniteyi ıskalayan bir hayat tercihi ise hiç olmuyor… Daryush
Shayegan’ın dediği gibi birbirlerini iten ve karşılıklı olarak
biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüş halde
yaşamamız hem düşünce dünyamızda derin yarıklar oluşturuyor hem de iç
benimize riyakârlık tohumları saçıyor. Sonuçta, iki ayrı dünyanın
arasındaki çatlakta yaşayan bizler dinî ve fikrî söylemlerimiz ile edip
eylemelerimiz arasındaki derin çelişkileri ilk planda görmezden geliyor,
fakat bir süre sonra kabullenmeyi tercih ediyoruz.
Gerek dinî düşünce
referanslarımız gerek İslamcılık ideolojisinden tevarüs ettiğimiz
zihniyet kodlarımız sebebiyle hem modern duruma ideolojik intibaksızlık
hem de zihin dünyamızdaki yırtıkları yamayla kapatma sorunumuzu bir
türlü aşamıyoruz. Bununla birlikte modernlik ve modernitenin imkânlarını
seküler dünya görüşüne sahip insanlarla aşık atabilecek düzeyde
massederek yaşamaktan da geri kalmıyoruz. Bu yüzden de çoğu zaman çift
şahsiyetli ve iki dünyalı halde yaşamayı ister istemez kanıksamak
zorunda kalıyoruz. Ne var ki fikrimiz ile fiilimiz arasındaki bariz
çelişkiler üzerine kurulu hayat tarzımız hem iç dünyamızda hem de dış
dünyayla hukukumuzda sebebini pek bilmediğimiz veya az çok bildiğimiz
halde bilmezden geldiğimiz tuhaf bir huzursuzluk, mutsuzluk ve öfke hali
yaratıyor. Pratik hayat sahnesindeki fikir-fiil, söylem-eylem
çelişkilerinin ruhumuzda yarattığı travmalar düşünce ve değer üretme
imkânlarımızı da köreltiyor. Bu kriz farkındalığı temel İslâmî kaynaklar
ışığında modern dünyanın meydan okumalarına karşı koyacak bir dünya
görüşü oluşturmak şöyle dursun, modern aklın sıradan sorularına dahi
tatminkâr cevaplar üretemiyor. Hâl böyle olunca dilimiz öfke ve nefret
diline evriliyor. Çünkü yetersizliğimizin farkındalığı bizi
öfkelendiriyor.
***
Modern dünyaya,
özellikle Batı’ya bakışımız Edward Said’in Oryantalizm eleştirisiyle
ördüğü duvarın arkasına hiç ilişmiyor. Fakat Türkiye’den başka bir
ülkede yeni bir hayat kurma veya lisans, lisansüstü eğitim alma gibi bir
durum söz konusu olduğunda, hemen herkes yüzünü Batı’ya çeviriyor. İki
dünyalılığımız burada da kendini ele veriyor. Aslında bütün bu psikozlar
İslam dünyasında modern durumun sağduyulu şekilde değerlendirilememiş
ve sindirilememiş olmasından kaynaklanıyor. Shayegan’ın ifadesiyle,
İslam dünyasında modernlik hiçbir zaman “neyse o” olarak, yani kendine
özgü felsefi kapsamın içinde nesnel olarak hesaba katılmamış, bilakis
hep geleneklerimizde, yaşama ve düşünme tarzlarımızda yarattığı travmalı
değişimlere bakılarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı ilişkilerin
başından beri modernliğe karşı her değerlendirme ahlâkî bir yargıya
bürünmüştür. İslam dünyası Batı’nın maddi gücüyle ilk defa
karşılaştığında, kendi gecikmesini şaşkınlıkla fark ettiği zaman bu gücü
önce övgüyle karşılamış, kendini Batı etkisine kapatıp en uçuk
fantazmları diriltmeye başladığında ise aynı gücü uğursuz olarak
kodlamıştır. İlk tepki alabildiğine coşkulu olmuş, ikinci tepki ise
saplantılı bir reddedişin histeri dilini benimseme şeklinde dışa
vurmuştur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 9 Haziran 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder