Bu
hafta sonu memleket özlemim vesilesiyle belki bazı okuyucularımızın da
akıllarına kendi memleketlerini düşürmeye vesile olacak bir yazı yazayım
istedim. Daha doğrusu böyle bir yazı yazmaya kendimi mecbur hissettim.
Çünkü her yıl takvimler Haziran ayının sonlarını gösterdiğinde kendimi
ruhen ve zihnen tükenmiş hissetmeye başlar, bu yüzden canımı bir an önce
memlekete atma vaktinin geldiğini anlarım. Bu yıl sanki daha fazla
tükenmiş, epeydir baş etmeye çalıştığım uyku apnesi yüzünden daha bitkin
ve bezgin bir haldeyim… Hemen her gün 15-20 saat civarında tefsir
çalışmasının başındayım, ama geçmiş yıllara nispetle daha yavaş yol
almaktayım. Bunda işin ağırlığı kadar yorgunluk ve yıpranmışlığın da
payı var diye düşünüyorum. Sanırım, pek çok insan böyle durumlarda
kendine dört başı mamur bir tatil planı yapıp soluğu Bodrum, Marmaris,
Fethiye gibi beldelerde alır. Ne var ki ben bu tarz bir tatil kültürüne
yabancıyım. Dahası, bu kültürün seküler versiyonuna yabancı olduğum gibi
beş yıldızlı oteldeki yüzme havuzunun kalın bir perdeyle ikiye
bölündüğü muhafazakâr versiyonuna da yabancıyım. Aslında mandıra
filozofunun dediği gibi ben bu tarz bir tatile karşıyım. Yaşım elli
küsur ve adı geçen tatil beldelerinden hiçbirini dünya gözüyle henüz
görmemişim. Çünkü merak etmemişim. Yurt dışına seyahati de oldum olası
sevememişim… Kısacası, Livaneli’nin “Dünya onlar için dönmez; bilmezler
yol yorgunluğunu, sesleri yankı bulur hep aynı kayadan, aynı saat
diliminden…” diye tasvir ettiği “doğdukları yerde ölenler” taifesinden
olmayı öteden beri seven biriyim.
***
Kendimi bildim bileli
sadece memlekete gitmeyi severim. Yıllardır Adana’dan, şimdi de
İstanbul’dan yolu Giresun’a doğrulttuğum saatleri hayatımın çok özel
zamanları olarak bilirim. Memlekete gidiş esnasında Sakarya, Bolu,
Gerede, Tosya, Osmancık, Merzifon, Havza güzergâhı gözüme bir başka
güzel görünür; ama dönüş sırasında bütün bu beldeler sanki kasvete
bürünür. Dünyaya gözlerimi açtığım köyüm, yani otuz-kırk haneli Kaşaltı
köyüm bambaşka bir güzelliktir. Oysa bu köy bir kilo şeker, birkaç ekmek
için yaklaşık on kilometre yol tepmek zorunda kaldığınız bir mahrumiyet
beldesidir. Ama malum, kuzguna yavrusu şahin gibi göründüğünden, işbu
mahrumiyet bâkir güzelliğe dahi hamledilebilir. Hatta biraz abartayım,
dede ocağımızın köydeki diğer hanelerden hayli uzakta, tek başına, şırıl
şırıl akan dereye sadece birkaç yüz metre uzaklıkta, yani kullara uzak
Allah’a yakın bir yerde olması, bütün bir yıl boyunca araba ve insan
işgali altında yaşamaktan telef olmuş bir bezgin ruh için adeta yeniden
dirilişe vesile gibidir. Ömer Seyfettin, Kaşağı isimli hikâyesinin
girişindeki, “Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında
görünmeyen derenin şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane
ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi” ifadelerini sanki bizim köydeki
evde yazmış gibidir.
Memlekette kendimi
manevi hayat iksiri içmiş, Tanpınar’ın Huzur’unda çok dokunaklı biçimde
anlatılan ferahfeza peşreviyle sanki nirvanaya ermiş gibi hissettiğim
bir yer daha var: Kulakkaya yaylası ve 1970’li yılların başında
Giresun’un Hacı Hüseyin mahallesi sokaklarında beraber büyüdüğümüz ve o
gün bugündür derin muhabbetimizi sürdürdüğümüz Zeki Çakır kardeşimin bu
yayladaki “Gırık Bahçe” adlı mekânı… Gırık/Kırık ismi XV. yüzyıla ait
Osmanlı tahrir defterlerinde “Niyâbet-i Kırık” diye anılan ve Kulakkaya
yaylasını da kapsayan idari alandan miras… Gırık/Kırık isminin Kınık
Türklerine mensup oymaklarla ilişkili olması muhtemeldir. “Niyâbet-i
Kırık” tamlamasındaki “niyâbet” ise yöredeki idari yapının kadı naibince
deruhte edildiğini belirtir. Her neyse, Zeki kardeşimin Gırık Bahçe’si
çok mutena bir mekân… Burada oturup tavşankanı çayınızı yudumlarken
karşınızdaki uçsuz bucaksız mübarek orman denizine dalıp gidersiniz.
Kendinize geldiğinizde ise bulutların ayaklarınızın altında kaldığına
tanıklık edersiniz. Uzaktan bakınca siyah gibi görünen yemyeşil
ormanların ruhunuza doldurduğu derin huzur sayesinde ömrünüz uzuyormuş
gibi bir duygu hissedersiniz. Bu arada ilâhî sanatın onca muhteşem eseri
karşısında Yüce Mevlâ’ya şükür borcunuzu hakkıyla ifa etmenin mümkün
olmadığını da fark ederseniz.
***
Gırık Bahçe Giresun’un
diğer yaylalarında bugüne kadar pek şahit olmadığımız bir estetik,
nezihlik, ama daha da önemlisi şehirlilik ve kusursuz temizlikle
karşınıza çıkar. Yine bu mutena mekânda birçok özel ve yöresel nimetin
muhteşem lezzetleri damağınızı uyuşturur. Elli-yüz metrelik mesafedeki
taş fırında pişen muhteşem pidelerin kokusu ise burnunuzun direğini
sızlatır. Gırık Bahçe’den dışarıya adım atar atmaz karşınıza çıkan
oluktaki buz gibi su hararetinizi kesmeye hazırdır. Biraz orman havası
soluyalım deyip Alçakbel’e doğru kendinizi saldığınızda muhteşem
güzellikteki orman gülleri adeta resmigeçit törenine başlar. Yayladan
ayrılıp yüksek rakımdan aşağıya doğru inmeye başladığınızda ise Pınarlar
köyü yaz-kış gürül gürül akan doğal maden suyuyla sizi karşılar.
Ortaokul-lise
yıllarında Giresun İmam-Hatip-Lisesi’nin güney cephesine bakan bir
sınıfta öğle sıcağından iyice gevşemiş halde iken özellikle Türkçe
derslerinde “Keltepe Ormanlarında Bir Gün” başlıklı okuma parçasına (-ki
eski zaman, yalan olmasın ama sanırım bu başlık ve metin muhtemelen
Hikmet Birand’ın aynı ismi taşıyan gezi/seyahatname türü eserinden
iktibastı-) refakat eden orman manzarasına zihnimi/ruhumu daldırır, kırk
dakika boyunca o ormanın içinde dolanır dururdum. Kırk yıl önce hayali
olarak gezip dolaştığım Keltepe Ormanları’nın yerine bugün hakiki
Kulakkaya ormanlarında nefes almak büyük bir bahtiyarlıktır.
Kulakkaya’yı değerli kılan şey, sadece Gırık Bahçe’si, havası, suyu,
ormanı değil, aynı zamanda talan kültürüne pek maruz kalmaması ve son
derece çirkin betonarme yapılaşmadan görece az nasiplenmiş olmasıdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Haziran 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder