Ah Benim Panzerlerim, Schweinsteigerlerim…


Kendimi bildim bileli derin bir “Alman” merakım vardır. Ancak bu merakın “Almanya Acı Vatan” türü arabesk retoriklere de konu olan bizim Almancılarla hiçbir alakası yoktur. Bendeki merakın tarihsel geçmişi, şimdi dahi az çok hatırlayabildiğim 1974 Dünya Kupası şampiyonu Batı Almanya Milli Takımı (Panzerler) ve bu takımın kadrosunda yer alan Franz Beckenbauer, Gerd Müller gibi kültleşmiş futbolculara kadar gider ve o gün bugündür de devam eder. 1978 Dünya Kupası'ndan bugüne kadar Alman Milli Takımı'nın büyük turnuvalardaki hemen hiçbir maçını ıskalamışlığım yoktur, dersem abartmış olmam.

Genelde Alman Milli Takımı'nın, özelde Bayern München’in disiplinli oyun tarzına, daha özelde ise Paul Breitner ve Bernd Schuster’in, ama daha çok da Lothar Matthäus’un futbolculuğuna duyduğum hayranlık, elli küsur yıllık hayatımdaki birkaç hobi ve küçük mutluluk vesilemden biri olmuştur. Yaş ilerleyip dünyayı tanıdıkça, özellikle de farklı alanlarda okudukça Alman merakım daha geniş çaplı bir hayranlık halini almıştır. “Mercedes veya Audi gibi üst segment bir otomobil sahibi olayım” düşüncesi hayata ve eşyaya bakış açımda pek önem arz etmeyen bir husus olmakla birlikte, bu tür otomobilleri üreten bilgi, donanım ve disipline şapka çıkarmak gerektiğine inanmışımdır. Keza Alman felsefe geleneğine, klasik Alman idealizmine ve bu büyük gelenek içinde yetişen Kant, Hegel, Feuerbach, Marx, Schopenhauer, Nietzsche, Karl Jaspers, Goethe ve dahi Heidegger, Adorno, Habermas gibi düşünürleri de çok “cins kafalar” olarak algılamışımdır. İlahiyat alanında ise Nöldeke, Paret gibi müsteşriklerin Kur’an’la ilgili çalışmalarındaki yetkinlik ve titizliği de (Not: Bu müsteşriklere ait görüş ve iddiaların doğruluk ve yanlışlığı ayrı bir bahistir) takdirle karşılamışımdır.

Her neyse, biz yine dönelim futbol panzerleri meselesine, 1980’li yıllarda çocukluk arkadaşlarımın hemen hepsi Brezilya ve Arjantin gibi fantastik futbol oynayan milli takımları tutarken, ben onların gözünde tıpkı bir makine gibi çok zevksiz futbol oynayan Alman Milli Takımı'nı tutardım. Sanırım, fiyakadan ve fanteziden ziyade, düzenden, sistemden, süreklilikten ve disiplinden yanaydım. İlginçtir, akademik hayattaki çalışma tarzım disiplin ve devamlılık prensibine, anlayış tarzım ise insanların çoğu nazarında albenili görünmeyen fikirlere dayanır.

Almanlardaki sistem ve disiplin sanki şöyle işlemektedir: Bir Alman’a, “Toplu iğne ucuyla yüz metre çap ve derinlikte bir çukur kaz” desen, “Toplu iğneyle böyle bir çukur kazılır mı?” diye sormaksızın kazmaya başlar ve köklü bir geleneğe ve sisteme aidiyet duygusuyla ömür boyunca usanmadan çalışır; ardından halefi gelir, o da bütün bir ömür boyunca kazar… Biz Türkler ise böyle bir durum karşısında derhal itiraz eder; çukur kazmaya mecbur kaldığında ise ilk fırsatta bir iş makinası (kepçe) bulmaya gideriz. İşte bu şark kurnazlığı huyumuzdandır ki son birkaç yüzyıldır ne Kant ve Hegel gibi bir filozofumuz, ne Mercedes ve Audi gibi bir otomobil markamız, ne Nöldeke’nin yazdığıyla boy ölçüşecek bir Kur’an tarihi çalışmamız ve ne de Alman Milli Takımı gibi bir milli takımımız vardır.

Alman Milli Takımı 1996 Dünya Kupası finalini son dakikalarda uzatmalara götürmesine ve sonunda finali kaybetmesine rağmen, futbolcular sanki halı sahada gazozuna maç yapmış oyuncular gibi soyunma odalarına gittiler. Oysa biz böyle bir tecrübe yaşasaydık, muhtemelen o akşam Türkiye’de ya hükümet yıkılır ya da darbe filan olurdu. Bu trajikomik hallerimiz salt Akdenizlilik, duygusallık, heyecanlılık gibi romantik gerekçelerle izah edilebilecek kadar basit değildir. Kanımca bu tür haller az eğitilmişlik, az gelişmişlik ve bunların yansıması olan sistemsizlik, disiplinsizlik gibi daha derin mevzularla ilgili olsa gerektir.

Neyse bu meseleyi de geçelim ve yine dönelim panzerlere, 1982 ve 1986 finallerinde panzerler İtalya ve Arjantin’e yenilince hakikaten mutsuz olmuşumdur. Hele de 1982 finalinde Tardelli’nin golden sonra kollarını açmış vaziyette çıldırmış gibi koşma görüntüsü onca yıldan beridir futbol kâbusumdur. Maalesef dün akşam da mutsuz oldum; oysa son dünya kupasından bu yana ilk kez kendi kendime, “Şöyle bir kurulayım televizyonun karşısına da Fransa’nın yediği gollerin tadını çıkarayım” demiştim, ama maalesef sukut-i hayale uğradım. Sukut-ı hayalim, Fransa karşısındaki mağlubiyetten ziyade, çelik gibi bir iradeye ve makinenin çalışma tarzı gibi bir düzene/disipline sahip olan Alman milli takımının bizim milli takıma benzemesiyle alakalıdır.

Kırk yıldır takip ettiğim Alman Milli Takımı'nda, Jerome Boateng ve Bastian Schweinsteiger gibi çok disiplinli ve tecrübeli isimlerin bu turnuvada yaptıkları büyük hatalara benzer bir bireysel hata görmemiştim. Yine Alman Milli Takımı'nı dün akşamki maçın ikinci yarısındaki kadar telaşlı ve şapşal halde de hiç görmemiştim. Bernd Schuster, Lothar Matthäus, Karl Heinz Rummenigge gibi yıldızlar kuşağından sonraki kriz dönemlerinde bile bu kadar savruk ve disiplinsiz bir Alman Milli Takımı da izlememiştim. Bu yeni hal ve izmihlal Mesut Özil, Emre Can gibi devşirme Türk futbolculardan naşi Almanya’nın da bizim milli takıma öykünmek istemesiyle (!) ilgili olsa gerektir. Eğer durum böyleyse, bundan böyle altı pas çizgisinden topu taca atmayı başaran Alman santraforlar ya da “tribünden küfrediyorlar” diye maçı terk eden Alman kaleciler görmemiz sürpriz kabul edilmemelidir.

Alman Milli Takımı'nın bu turnuvadaki en kötü taraflarından biri de Joshua Kimmich ve Jonas Hector gibi çakma bek ve kanat oyucularına mahkûm olması, daha açıkçası, Andreas Brehme, Manfred Kaltz gibi isimlerden sonra esaslı bek oyuncuları üretememesi veya en azından Philip Lahm ayarında birini henüz keşfedememesidir. Bundan da önemlisi Jurgen Klinsmann, Rudi Völler gibi isimlerden sonra esaslı bir santrafor yetiştirememesi, haliyle Mario Gomez’le iktifa etmesidir. Kaldı ki dün akşamki maçta Gomez dahi işi bitirebilirdi. Ancak Sami Khedira ve Gomez’in sakatlıkları, Hummels gibi oyun zekâsı ve futbol yeteneği üst düzey bir stoperin cezalı olması “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” sözünü hatırlatır gibiydi ki fizik gücü tükenmiş görünen Schweinsteiger’in yaptığı saçmalık bir anda perşembeyi getiriverdi. Bütün bunların yanında tilki gibi kurnaz Thomas Müller’in bütün turnuva boyunca aylak aylak dolaşması da Almanya’nın fişinin çekilmesine önemli katkı verdi. Sonuçta, panzerler bana küçük bir mutluluk yaşatmayı başka bir bahara erteledi…
Panzerler beni üzdü üzmesine ama birkaç gün sonra memlekete gidecek olmam, mutluluğumu yerine getirdi. Ancak haberlerden takip ettiğim kadarıyla bugünlerde memleket havasının tadı pek yok; yine duyduğum kadarıyla, mezgit filan da pek yok… Bence “yok” denilen şey, mebzul miktarda yok demektir. Hele bir salimen gelelim, mutlaka buluruz; bulamadığımız takdirde başka alternatifler var. Mesela yayla var; Kulakkaya’da Gırıkbahçe var, var oğlu var… Şükretmeyi bilen için sayısız lütuf ve nimet var; yeter ki memleketimize ve insanımıza zeval gelmesin.

Yine duyduğum kadarıyla, memleketteki bazı dostlarla ilgili güzel haberler de var… Kemal Gürgenci kardeşimin Giresun İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne atanması gibi… Bu haberden büyük memnuniyet duydum. Toplumsal ölçekte nadir rastlanan olgunluk ve ağırbaşlılık gibi sıfatlarla hafızamda yer eden bu kardeşime yeni görevinde muvaffakiyetler diliyorum. Malum, Giresun gibi küçük şehirlerde aynı gün aynı kişiyle birkaç kez sokakta karşılaşılır, dolayısıyla hemen herkes birbirini tanır. Bu yüzden de müdürlük gibi boş pozisyonlar ve bu pozisyonlara atamalar birçok kişinin, “Ama o müdürlük benim hakkımdı” gibi itirazlarda bulunmasına medar olur. Çünkü ne de olsa herkes herkesin tanıdığı, herkes herkesin arkadaşı, hatta nüfus kütükleri kurcalandığında belki de uzaktan akrabasıdır.

Hal böyle olunca en ufak bir yeni görevlendirmede aile içi kavga gürültüye benzer kavgalar patlak veriyor. Bu manzara karşısında, “Keşke tüm arkadaşlara yetecek kadar müdürlük olsa da versek” diyesim geliyor; ama gel gör ki mevcut imkânlar buna elvermiyor. Ezcümle, sınırlılık ve kısıtlılık gibi sorunlar bizim memlekette hırslılık ve arsız talepkârlık gibi arızalarla da birleşince, kendi insanımızın birbiriyle didişerek tüm enerjisini heba etmesi ya da çok kere paçaya yapışıp birbirini aşağıya çekmesi gibi berbat neticeler veriyor. Böylece hem kendimize hem memlekete yazık oluyor.
Aklıselimle yapılması gereken iş, birbirimizle didişmek değil, anlamlı ve faydalı her bir işin ucundan tutuvermek ya da memleket için bir çivi çakma azminde olan herkese omuz vermektir. Birkaç gün önce Giresun’da meydana gelen helikopter kazasında köy halkının yaralıları kurtarmak için nasıl çırpındığını ve elbirliğiyle nasıl yardıma koştuğunu hatırlamak, birbirimize sahip çıkmak ve destek olmak derken neyi anlatmaya çalıştığımı kendiliğinden anlaşılır kılacak bir örnektir.

Unutmamak gerekir ki insanoğlundaki hırs şeytanın ta kendisidir. Dolayısıyla dünyevi hırslar ve emeller uğruna kendi kendimizi yiyip bitirmemiz işten bile değildir. Ama gelin görün ki çoğunlukla vaki olan işlerimiz maalesef bu minvaldedir. Hırs demişken, kendimden örnek vereyim; şu an itibariyle akademik kariyer basamaklarının son kertesindeyim; dünyevi hırsın boyunduruğu altına girdiğim an itibariyle şöyle düşünmeye başlamam mukadderdir: Habire oku, habire yaz… Ne uzuyor ne kısalıyorum; hep aynı yerde sayıyorum. Oysa rektörlük, vekillik gibi birçok uzama imkânı varken, hâlâ ne diye yazıp çizmekle meşgul olayım ki?! İşte hırs denilen şeytan insanı böyle ayartır ve böyle vesveselerle bunaltır. Bilin ki şeytan içimizdedir; kendi şeytanımızı def edecek temel erdemlerden biri ise kanaat ve rıza hâlidir.

Bu vesileyle şunu da belirtmeliyim ki herkes her işi yapmak ya da her şeye talip olmak zorunda değildir. “Efendim, şurada şu müdürlük var” denildiğinde, “Ben talibim” diye zıplamak ya da “Şu kurumda şöyle bir boş pozisyon var” diye bir habere binaen, “Ben ona da talibim” diye atlamak gibi bir tavır, misafirlikte herkesin tabağındakine el uzatan çocukların arsızlığından farksızdır. Ama gelin görün ki küçük şehirlerde, kendini “joker” zanneden bu tür tipler hep vardır. Hangi kurumda bir boş pozisyon oluşsa, jokerimiz oracıkta hazırdır.

Bu tipler pratisyen hekimleri anımsatır. Malum, pratisyenler her hastaya bakar; ama hemen hiçbir hastayı tedavi edecek radikal bir reçete yazmaz; çoğunlukla soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklar için reçete yazar ki bu rahatsızlık da malum olduğu üzere ilaçla bir haftada, istirahatle yedi günde geçer. Yine malum olduğu üzere pratisyen hekim ciddi bir vakayla karşılaştığında reçete yazmak yerine derhal sevk yapar. Joker tiplemesi de böyledir; zira bu tipler hiçbir kurumda ve pozisyonda radikal denebilecek bir iş veya projeye imza atmaz; çünkü amaç iş üretmek değil, mahalli ölçekte az çok kariyer ifade eden bir mevkii işgal etmektir.

Ne var ki arsızlık atraksiyonuyla elde edilenler çok küçük başarılardan ibarettir; bu yüzden de sahibine getirisi en fazla mevsimlik olabilir. Oysa varlığın büyük anlam ve amacına kafa yoran bir insanın -ki insan olmak bunu muciptir- hesapları da hedefleri de muhalled değerler ve eserlerle ilgili olması gerekir. Yok eğer muhalled değer ve eser üretmeye gözümüz kesmiyorsa, Bakî’nin dediği gibi, bu âleme Dâvûd gibi âvâze salmayı ve baki kalan bu kubbede bir hoş sâda bırakmayı temel hayat prensibi edinmek ve bu minvalde temiz bir hayat sürmek gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Temmuz 2016

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1063

1 yorum:

  1. Bildiğim kadarıyla 96 yılında Dünya Kupası değil, Avrupa Şampiyonası oynadı. Yazıda sehven bir hata oluşmuş sanırım, eleştiri amacıyla değil tamamıyla samimiyetinize güvenerek sehven yapılan bu hatayı düzeltmek istedim. Saygılarımla..

    YanıtlaSil