İki
gün önce Fransa’nın Nice kentinde yaklaşık 100 insanın ölümüyle
sonuçlanan katliam gibi bir terör hadisesi meydana geldi ve Fransa
Cumhurbaşkanı Hollande, “Tüm Fransa İslamcı terörün tehdidi altında”
dedi. Bu demeç kuvvetle muhtemel şüpheli olarak yine IŞİD’e işaret
ediyordu ki bu tespitin doğru çıkma olasılığı hayli yüksektir. Çünkü
Scott Atran’ın dediği gibi uluslararası camianın anlamdan yoksun
hunharlıklar diye telakki ettiği şey, IŞİD militanlarının kafasında,
feda edilen kurbanlar ve intihar eylemleri vesilesiyle coşkun bir arınma
seferine karşılık gelmektedir. Ayrıca IŞİD militanlarının “Cennet
kılıçların gölgesindedir” mealindeki hadisi vird-i zeban haline
getirdikleri bilinmektedir. Cihad adına işlenen sayısız cinayetin
müsebbibi bu ve benzer içerikteki hadisler değildir. Çünkü söz konusu
hadis düşmanla savaşmanın mukadder olduğu bir vasatta Müslümanların hem
kendi varlıklarını ve hayatlarını korumak hem de davalarını savunmak
için ölümü göze almak gerektiğini tebliğ ve teşvik meyanında
söylenmiştir.
***
Ne var ki gerek söz
konusu hadisleri, gerekse “Fitne ortadan kalkıp din tamamıyla Allah’ın
oluncaya kadar onlarla (ehli- küfürle) savaşın” mealindeki ayetleri
varit ve nazil oldukları tarihî bağlamdan koparıp çoğunlukla tarih-üstü
doktrin üretme aparatı gibi kullanılan, “sebebin hususiliğine değil,
lafzın umumiliğine itibar edilir” kaidesince, “küfür ve şirk yeryüzünden
silininceye ve tüm insanlar İslam’ı benimseyinceye değin onlarla
savaşın” şeklinde yorumladığınız -ki bu ayetler hemen her müfessir ve
fakih tarafından böyle yorumlanmıştır- zaman, klasik fıkıh literatürünün
tamamında görüleceği gibi, devletlerarası hukuku kaçınılmaz olarak
savaş prensibi üzerine inşa etmek durumunda kalırsınız.
Ötekilerle ilişkimiz
barış değil, savaş ilkesine dayandırıldığı ve bundan birkaç ay önce
İstanbul’da gerçekleştirilen cihad sempozyumunda bir ilahiyat
profesörünün, “Evet, klasik fıkıhtaki savaş temelli doktrin bugün de
geçerlidir; hatta ABD’nin bugünkü küresel jandarmalık rolünü bizim
üstlenmemiz, yani Irak’a demokrasiyi(!) bizim getirmemiz gerekir”
demekte hiçbir beis görmediği dikkate alındığında, “Bu IŞİD belası
nereden çıktı” gibi sızlanmaların veya “IŞİD’in İslam ve Müslümanlıkla
hiçbir alakası yoktur” gibi apolojiye sığınmaların hiçbir anlamı yoktur.
IŞİD fıkıh ve tefsir geleneğinin bağrından çıkmamış olabilir; ancak bu
gelenekte savaş temelli devletlerarası hukuka göre üretilmiş cihad ve
kıtal doktrinlerinden gıdalandığı da tartışma götürmez bir gerçektir.
Fıkıh ve tefsir uleması ayetler ve hadisleri bütün bir Ortaçağ boyunca
büyük devletler ve imparatorlukların koruyucu şemsiyesi altında ve galip
psikolojisiyle yorumlayarak doktrin ürettiğinden, sözgelimi Viyana’ya
sefere çıkmak pejoratif anlamda “savaş” değil, fetih diye kavramlaşmış
ve hatta kutsallık kazanmıştır. Buna mukabil IŞİD döktüğü kanın
gerekçesini cihad kavramlaştırmasıyla aynı ayetler ve hadislere refere
ettiği halde, İslam dünyası bu örgütü lanetle anmaktadır. Ancak IŞİD’i
salt lanetlemek hem ucuz hem de pek dürüst olmayan bir tepki ve
tavırdır. IŞİD’i hayata tutunamamış, hatta bütün hayatı ıskalamış
sabıkalı marjinallerin son sığınak olarak gördükleri bir nihilizm yuvası
olarak değerlendirmek de işin kolayına kaçmaktır.
IŞİD’e katılanların
birçoğu sabıkalı marjineller, savruk ve nihilist tipler olabilir; ancak
bu tespit meselenin bütününü izaha kâfi değildir. IŞİD’in ürettiği şey
elbette şiddet, terör ve cinayettir. IŞİD’le ilgili nihilizm tanımlaması
da isabetsiz değildir. Ancak bunlar daha esaslı meseleler açısından
bahs-i diğerdir. Esaslı meselelerden biri, hem evrensellik adına bütün
bir fıkıh ve tefsir geleneğine damgasını vuran cihad anlayışını
sorgulamamanın hem de IŞİD’e lanet okumanın ilmî ve fikrî namus
açısından izah edilebilir bir tutum olmamasıyla ilgilidir. Böyle bir
tutum ancak matrak kelimesiyle ifade edilebilir. Bu sebeple, IŞİD’in
İslam ve Müslümanlıkla alakasının bulunmadığını söylerken, bu terör
makinasına fikrî tedarikçiliğe gayet elverişli şeriat, devlet, hilafet,
cihad gibi kritik kavramlar ve konularla ilgili geleneksel
kabullerimizle de hesaplaşmak gerekir. “Fitne ortadan kalkıncaya ve din
Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşın” mealindeki ayetten veya
“Cennet kılıçların gölgesindedir” hadisinden tarih-üstü doktrinler
üretmek çok kolay ve maliyetsiz bir iştir; fakat IŞİD adlı bir örgüt
müthiş terör tutkusuyla ortaya çıkıp, “Buyurun size cihad!” diyerek
neredeyse bütün dünyayı yangın yerine dönüştürmeye başladığında, işin
içinden çıkmak çok zor olsa gerektir.
***
Sözün özü, buraya
kadar aktardıklarımız “IŞİD nasıl ve niçin ortaya çıktı?” sorusuna cevap
mahiyetinde bir analiz değildir. Yine bütün bu anlattıklarımız “IŞİD
İslam’ı temsil etmiyor” mealinde bir apoloji olmadığı gibi, malumu ilam
kabilinden IŞİD’in düpedüz bir terör örgütü olduğunu izah çabası da
değildir. Anlatmaya çalıştığımız husus, IŞİD’in cihad adı altında
ürettiği şiddet ve teröre İslam fıkıh ve tefsir geleneğinden fazlasıyla
referans tedarik ettiğini ve bu geleneğin sözde din referanslı terör
eylemlerinde vitamin hapı gibi kullanılmaya elverişli malzeme içerdiğini
söylemekten ibarettir. Her ne kadar IŞİD belasını kısa vadede def
etmeyi mümkün kılmasa da en azından gelecekte IŞİD benzeri sakatlıkların
ortaya çıkmasına karşı bir tedbir olarak geleneksel fıkıh ve tefsir
paradigmamızı gözden geçirmek, spesifik olarak da şer’î ahkâmın aktüel
değerine ilişkin genel kabullerimizi masaya yatırıp adamakıllı
sorgulamak kaçınılmaz görünmektedir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 16 Temmuz 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder