Bana sorsalar, “Adana’nın nesi güzel?”; diye, “Adana’dan Giresun’a
gitmesi güzel” derim elbette! Bu sadece Adana için değil, her yer için
geçerli. Hoş, Adana beni bağrına bastı, hele de Tıp fakültesindeki
cerrah arkadaşlar beni -Allah’ın izniyle- ölümün tam kıyısından aldı.
Üniversitem, bana son derece güzel, hatta hayran kalınacak bir
güzellikte yaşam alanı ve imkânı sağladı. Ama bütün bunlara rağmen yine
de Giresun demem, insanoğlunun yaş kemale erdikçe göbek bağının
gömüldüğü toprakların onu geri çağırmasıyla ilgili olsa gerektir. Bu
yüzden, benim için Giresun dışındaki her yerin en güzel tarafı,
“Giresun’a geri dönmesi”dir.
Ne var ki Giresun’un bunca güzelliği, ne esnaf kefaletinde, ne
ticaretinde ve ne de siyasetindedir. Bütün güzellik Allah’ın Giresun’a
bahşettiği tabii güzellikler ile belki de iki elin parmaklarını
geçmeyecek sayıdaki kadim dostların sohbet ve muhabbetindedir. Bunun
yanında tabii ki birkaç arkadaşla birlikte Gülburnu senin Gırık Bahçe
benim gezmesinde, Çırak Deresi’nden Meydan’a doğru sahil boyu
yürümesinde, Mustafa Öden’in mekânında çay ile sohbetin birlikte
demlenmesinde, Çınarlardaki çay ocağında koltuk ekmeği ve tulum
peynirinin refakatinde çay içmesinde, Pazar günü fırında pide çıksın
diye beklemesinde, fındık vakti köye gidip bahçenin altında türkü
söylemesinde, Tor burnunda Adanalı’nın ekmeğinde, Yolağzı’nın ıslak
somununda, Kasap Şükrü’nün köftesinde, Deniz Lokantası’nın dönerinde,
seksenli yıllara döndüğümüzde ise Çerkez’e gidip Küçük Ada’ya kadar
yüzmesinde, şimdi yerinde yeller esen Seka’nın sahasında Giresun
merkezden veya Abacıbükü’nden gelen mahalle takımlarıyla maç yapıp hemen
her maçın kavga gürültüyle yarıda bitmesinde, Yunuslar istavriti limana
sıkıştırdığında kırk yıllık balıkçı ustalığıyla balığı “et etmesi”nde
vs.
Giresun’un özellikle siyaset alanında işleyen düzeni ve ilişki biçimi,
daha ziyade eski Türkiye’nin berbat otogarlarında nereden çıkıp geldiği
belli olmadan, ansızın ve apansızın, “Neresi abiii; boş araba, boş” diye
bağırarak size yapışan simsarların samimiyet ve dürüstlüğü
derekesindedir. Haliyle, Giresun halkının siyaset ve siyasetçiden yana
yüzünün gülmesi en azından yakın gelecekte hiç mümkün görünmemekte, beki
de bu yüzden olsa gerek Giresun insanı aynı delikten defalarca
sokulduğu halde siyaset zehrine bağışıklık kesbetmektedir. Ancak benim
bağışıklık sistemim zayıf olduğundan öyle müteaddit kereler değil, bir
kere dahi sokulmaya tahammülsüzümdür. Bu sebeple, Giresun’la ilgili her
türlü siyaset hikâyesi benim nazarımda kelimenin tam manasıyla teraneden
ibarettir. Giresun’daki samimi dost ve arkadaşlardan istirham ve ricam,
özellikle Kale’de Hüseyin Abi’nin mekânında -ki bu mekânın nesindendir
bilinmez, masaya oturan hemen herkesin siyasete dair her şeyi orada
konuşası gelmektedir- bu bahsi hiç açmamamız, eğer mümkünse Kalecik
mezgidinin lezzeti modunda kalmanızdır. Allah izin verirse, bu yaz
mevsimi de kavuşuruz.
Giresun günlerine az kaldı; geri sayım başladı, bu yüzden Giresun
hastalığım kıpraştı ve bana akşamın darında bu satırları yazdırdı.
Mustafa Öztürk - 27.06.2015
İslamcılık vadisinde Fazlur Rahman
Sözün başında belirtmek isterim ki
İslamcılık vadisinde merhum Fazlur Rahman hakkında konuşmak zor, olumlu
konuşmak ise çok daha zordur. Çünkü Fazlur Rahman bugün bu topraklarda
‘zimmî’ muamelesine tabi tutulan bir figürdür; hâliyle onun ismine
olumsuz sıfat eklemeden konuşmak çok kere modernistlik, tarihselcilik,
hatta zındıklık gibi sıfatlarla yaftalanıp dışlanmak gibi bedeller
ödemeye müncer olur. Haddizatında İslamcılık tartışmaları bağlamında
Fazlur Rahman’dan konuşmak, doğru ismi yanlış adreste aramak gibi bir
duruma işaret eder. Kanımca Türkiye’ye özgü İslamcılık tecrübesinde
Fazlur Rahman’ın zikre değer bir yeri yoktur. Zira bugün tartışılan
şekliyle İslamcılığın temel içermesi, 1950-1960’lı yılların
Türkiye’sinde milliyetçi, mukaddesatçı, devletçi ve aynı zamanda
Anadolucu bir fikrî kökenle irtibatı bulunan, fakat zaman içerisinde saf
ve rafine bir din/İslam arayışına koyulan, 1960 darbesini müteakip
Mevdudi, Seyyid Kutub gibi yazarların Türkçeye çevrilen kitaplarıyla
tanışan ve farklı İslam coğrafyalarında neler olup bittiğinden haberdar
olma imkânına kavuşan çevrelerin sekteryanlıkla mümeyyiz dinî düşünce
tarzına karşılık gelir.
Etiketler:
Açık Görüş,
Fazlur Rahman,
İslamcılık,
Modernizm,
Tarihsellik,
Yazıları
Pe-re-feden Edep Timsali ve İrfani Nezaketin temessül Etmiş Şekli Olan Vaizime
Prof. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
13.03.2015
13.03.2015
Edep Timsali ve Tasavvuf İrfanındaki Nezaketin temessül Etmiş Şekli Olan “Vaizimiz”in bilgisine
Bizim vaiz belli ki hiç hız kesmemiş,
dergisinin yeni sayısında yine döktürüvermiş; efendim, neymiş, biz ona
iftira atmışız, ama bu iftirayı o gün bugündür kanıtlayamamışız; haliyle
müfteri olup çıkmışız. Allah aşkına bu nasıl bir pervasızlık; “Mustafa Öztürk, Kur’an’ı yere fırlattı, diye tanıklık et”
diye telefonda konuştuğu kişinin adını, o kişi isminin duyulmasından
rahatsız olduğunu bildirdiği için bizim bu konuda susmamızı fırsat
bilerek, sanki bu iğrenç işi yapmamış gibi konuşması acaba
terbiyesizliğin hangi türüne girer. Üstüne üstlük, kendisini bir
tasavvuf geleneğine izafe eden bu şahıs acaba kendi başına kaldığında, “Ben bu car car eden üslubumla, tasavvuf irfanının naiflik ve nezaketinden ne çok nasiplenmişim(!)” diye hiç muhasebe eder midir?
Son yazısında, “Efendim, Öztürk
Haricilerin sloganıyla ilgili olarak bir ayet yazmış, onu da
“ini’l-hükmü illa lillah” yerine “la hükme illa lillah” diye yanlış yazmış, yine İbnü’l-Müneyyir’in Zemahşeri’ye yönelik ifadesindeki “ehhele ubeydehu” lafzını “abihedu”
–kaldı ki bu lafız bazı neşirlerde abdehu şeklinde de geçmekte- diye
yanlış yazmış, haliyle bu adam Arapçadan bile büsbütün bihabermiş.
Gördünüz mü, ne çok iş olmuş…
Vaiz efendi, sen onca meşguliyetimin
arasında en fazla çorbama düşen sinek mesabesinde bir yer işgal
ettiğinden tıpkı an itibariyle olduğu gibi, seninle ilgili satırları
defaten ve irticalen yazmakla sınırlı bir zamanımı çalma hakkına
sahipsin. Bu yüzden, böyle hatalar ve yanlışlarla maalesef idare
edeceksin. Bu arada Arapça kaynaklarda sıkıntı çektiğimiz, yanlış mana
verdiğimiz yerler de olmaz mı olur. Bu da insan olmanın gayet doğal bir
sonucudur. Ama sen hep Arapça olsan, bütün hadis metinlerini hıfzında
tutsan dahi bu car car eden çirkin üslubunla senden ne köy olur ne
kasaba. Olsa olsa efektli, ekolu, tasannulu bir hitabet tarzıyla, “Beni
daha fazla fark eden yok muuu; ben şöhret olmak istiyorum; bu yüzden de
bütün sermayemi halkın genelinde ciddi bir karşılığı olan Ehl-i sünnet
merkezli gelenekçi muhafazakârlığa yatırıyorum?” diye bas bas
bağıran birisin. Böyle biri olduğundandır ki Necip Fazıl’dan merhum
Erbakan, Anadolu gençlik ve AK partiye, Seyyid Kutub’tan tasavvufa kadar
her tarafın parsasını toplamanın peşindesin. Aferin vaizim, âleme ibret
olacak düzeydeki şu edepli halinle böyle devam et, çok iyi gidiyorsun.
Ama emin ol, her gün olduğu gibi bugün de çalışmaktan yorulmuşken, sana
yazdığım bu birkaç satırla keyif alıp kendime geldim; inan artık benim
için stres topu mesabesindesin. Bu yüzden, sen hep yazıver böyle, biz de
biraz stres atıp kendimize gelelim.
Kaynak:https://serdargunes.wordpress.com/2015/03/13/mustafa-ozturk-pe-re-feden-edep-timsali-ve-irfani-nezaketin-temessul-etmis-sekli-olan-vaizime/
Çağdaş Kadızadeli Vaiz Kumpanyasına Dair
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ne var ki son günlerde, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda “Kadızadeliler” diye anılan vaizler çetesinin rolüne soyunmuş görünen ve kendisini dinî muhafız alayının başçavuşu gibi gören yeni yetme bir vaizin Kıssaların Dili adlı çalışmamızdan hareketle bizim bazı görüşlerimizi kendine ve ilk dönem Hariciler fırkasının “Lâ hükme illa lillah” ayetini sloganlaştırmasını anımsatan “Hüküm” adlı pespaye dergisine sermaye yapmasından anlaşılıyor ki bu memleketin külhanbeyi üslubuyla vaiz yetiştirmesi maalesef son bulmuyor, bulmayacak. Anlaşılan, Kadızadeli yobazlığı her daim din-iman adına huzur bozup rahatsızlık yaratacak.
Yakın Geçmişte Star Açık Görüş’te yayımlanan, “Vaiz ve Cemaat Vesayetine de Hayır!” başlıklı yazımı, “Anadolu
topraklarında narenciye ve hububattan daha çok Celali, Babai
isyancısının yetişmesi ve bu isyancıların çok kere Şeyh, Hacı, Hoca gibi
namlarla temayüz etmesi, akl-ı selim ve sağduyu sahibi herkesin
üzerinde durup düşünmesi gereken çok önemli bir meseledir. Vesayet bu
ülkenin ve milletin kaderi olmasa gerektir. Tek Parti vesayeti biter,
Asker vesayeti başlar; bu vesayet biter bitmez sözüm ona “Vaiz” ve
“Cemaat” vesayeti başlar. Bu son olsun; artık yeter!” ifadeleriyle bitirmiştim.
Ne var ki son günlerde, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda “Kadızadeliler” diye anılan vaizler çetesinin rolüne soyunmuş görünen ve kendisini dinî muhafız alayının başçavuşu gibi gören yeni yetme bir vaizin Kıssaların Dili adlı çalışmamızdan hareketle bizim bazı görüşlerimizi kendine ve ilk dönem Hariciler fırkasının “Lâ hükme illa lillah” ayetini sloganlaştırmasını anımsatan “Hüküm” adlı pespaye dergisine sermaye yapmasından anlaşılıyor ki bu memleketin külhanbeyi üslubuyla vaiz yetiştirmesi maalesef son bulmuyor, bulmayacak. Anlaşılan, Kadızadeli yobazlığı her daim din-iman adına huzur bozup rahatsızlık yaratacak.
Etiketler:
Erdem Uygan,
Hüküm Dergisi,
İhsan Şenocak,
Yazıları
Vaiz ve Cemaat vesayetine de hayır!
Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.
Fethullah Gülen isimli şahsın kırk yıl boyunca din, dinî
değerler, kavramlar ve sembolleri tıpkı “afyon” gibi kullanmak suretiyle
vücuda getirip hâli hazırda da bilfiil sevk ve idare ettiği organize
çete ve şebekenin kendi ülkesine, milletine ve devletine büyük
ihanetinin en azından kamuoyunda faş olmasının resmi tarihi olarak
tescillendiği 17 Aralık operasyonunun üzerinden bir yıl kadar bir zaman
geçti. Bu zaman zarfında mezbur şahıs ve risayetindeki şebekenin hususen
halk nazarında krebilitesi tamamen sıfırlanmasa da sıfır noktasına
yaklaştı. Nitekim 30 Mart ve 10 Ağustos tarihli seçim sonuçlarından, bu
şebekenin kopardığı yaygara ve vaveylaya muadil bir toplumsal
karşılığının bulunmadığı anlaşıldı. Öte yandan, 17 ve 25 Aralık
ikliminde internete düşen beddua ve tel’in seansları söz konusu şahsın
yıllar boyunca kendini “Kıtmir”, “Abd-i aciz”, “Fakir” gibi sıfatlarla
anmasının haddi zatında azametli bir kibrin tevazu diye takdim
edilmesinden başka bir şey olmadığınıda kanıtladı.
“HÜKÜM” Dergisi çevresinin bizimle yoğun ilgisine dair
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
“Hüküm”cülere Dair
“Hüküm”cülere Dair
Dinî düşünce alanında at izi it izine karıştığından maalesef pislik içinde yüzüyoruz. Şu son günlerde “İslam bizden sorulur”
edasıyla ortaya çıkan ve muhtemelen sırtlarını güçlü mahfillere
yaslamanın rahatlığıyla her tarafa parmak sallayıp en üst perdeden
konuşan bir zümre peyda oldu. Bu zümre yakın geçmişte, ilk Haricilerin “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganını çağrıştıran bir derginin etrafında öbeklenerek hemen her gün bize ve geleneksel İslam anlayışına mesafeli duran Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan
gibi diğer birçok isme galiz ve çirkin bir üslupla saldırmayı kendine
vazife edindi. Kılıkları ama daha çok da üslupları en azından şahsımı
irrite eden bu zevatın özellikle Fethullah Gülen-Hükümet kavgasını
müteakiben yüksek düzeyli ses çıkarıp sağa sola saldırmaya başlaması
manidardır.
Belli ki bu zevat, Gülen hareketinin
tasfiyesiyle oluşacak nüfuz boşluğunu tek başına temellük etmeye
çalışmakta ve bu arada kendilerini İlahiyat fakültelerine re’sen ayar
vermeye salahiyetli gören mahfillerce de teşcii edilip
desteklenmektedir. Yine bu zevat özellikle birkaç aydan beridir kendi
işlerini avukata havale edip tıpkı Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri
edasıyla başkalarına nizam vermeyi sözüm ona cihad olarak görmektedir.
Bizler bu zevatın ne yaptıkları, neye nasıl inandıkları gibi meselelerle
hiç ilgilenmezken, onların bizi bu denli yakın takibe almaları sanki
adı konulmuş bir görevi ifaya memur kılındıklarını ima etmektedir.
Dinî Bir Şiar Olarak Kurban
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
(I)
Arap dilinde kurb, karâbet, kurbiyyet, tekârub, tekarrub gibi çeşitli türevleriyle gerek maddî gerek manevî anlamda yakınlık ve yakın olmayı ifade eden kurban kelimesi, dinî ıstılahta genel olarak Allah’a yakınlaşma vesilesi olan şeyi, özelde ise ibadet maksadıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu maksatla kesilen hayvanları ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, fıkıh ıstılahında kurban farklı türlerine göre farklı kelimeler ve terimlerle anılır. Mesela “udhiyye” kelimesi hac ve umre yapmayanların kurban bayramı dolayısıyla kestikleri kurban için kullanılır. Hac ve umre yapanların kestikleri kurbanlar ise genel olarak, “sevk edilip gönderilen, hediye edilen şey” manasında “hedy” yahut hayvanın büyükbaş ya da küçükbaş oluşuna göre “bedene” ve “dem” diye adlandırılır. Öte yandan genel çerçevede “ibadet” anlamına gelen “nesîke”, “nüsük” ve “mensek” kelimeleri de özelde kurban manası taşır.
Arap dilinde kurb, karâbet, kurbiyyet, tekârub, tekarrub gibi çeşitli türevleriyle gerek maddî gerek manevî anlamda yakınlık ve yakın olmayı ifade eden kurban kelimesi, dinî ıstılahta genel olarak Allah’a yakınlaşma vesilesi olan şeyi, özelde ise ibadet maksadıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu maksatla kesilen hayvanları ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, fıkıh ıstılahında kurban farklı türlerine göre farklı kelimeler ve terimlerle anılır. Mesela “udhiyye” kelimesi hac ve umre yapmayanların kurban bayramı dolayısıyla kestikleri kurban için kullanılır. Hac ve umre yapanların kestikleri kurbanlar ise genel olarak, “sevk edilip gönderilen, hediye edilen şey” manasında “hedy” yahut hayvanın büyükbaş ya da küçükbaş oluşuna göre “bedene” ve “dem” diye adlandırılır. Öte yandan genel çerçevede “ibadet” anlamına gelen “nesîke”, “nüsük” ve “mensek” kelimeleri de özelde kurban manası taşır.
Said Nursi’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybisinden birkac Cifirli Tevil
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Bugün risalehaber adlı internet sitesinde bizden “Said Nursi’ye iftira atan İlahiyatçı” diye söz edilmiş ve bunun üzerine bir haber yapılmış. İftira mı, haşa! Buyrun, işte size Said Nursi’nin kendi kitabından birkaç Kur’an yorumu…
Said Nursi’ye göre Risale-i Nur nedir?
Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o günesin bir Şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.
Bugün risalehaber adlı internet sitesinde bizden “Said Nursi’ye iftira atan İlahiyatçı” diye söz edilmiş ve bunun üzerine bir haber yapılmış. İftira mı, haşa! Buyrun, işte size Said Nursi’nin kendi kitabından birkaç Kur’an yorumu…
Said Nursi’ye göre Risale-i Nur nedir?
Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o günesin bir Şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.
Etiketler:
Batınilik,
Cifir,
Risale-i Nur,
Said Nursi,
Sikke-i Tasdik-i Gaybi,
Yazıları
İnsan, Yaratılış ve Evrim Meselesi
(“Kur’an Perspektifinden Yaratılış” Başlıklı Ham Çalışmadan Küçük Bir Kesit)
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kur’an’ın insan ve yaratılışla ilgili
bazı ayetleri özellikle modern dönemde evrim teorisiyle
ilişkilendirilmiştir. Gerçi klasik dönemlerde Câbir Hayyân, Nazzâm,
Câhiz, Bîrûnî, İbn Miskeveyh, İhvan-ı Safâ, İbn Tufeyl, İbn Haldun,
Mevlana Celâleddîn Rûmî, Kınalızade Ali Efendi, Erzurumlu İbrahim Hakkı
gibi birçok İslam âlimi ve mütefekkirinin evrim veya tekâmül
nazariyesine sıcak baktıkları ve yaratılışı bu eksende açıklamaya
çalıştıkları malumdur. Ancak bütün bu âlimler konuyu doğrudan doğruya
Kur’an ekseninde değil, fikrî ve felsefî zeminde ele almışlardır.
Bir örnek vermek gerekirse, Erzurumlu
İbrahim Hakkı Marifetname eserinde şöyle demiştir: “Varın yok olması,
yokun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok daima yoktur. Fakat
var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir.
Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur istihale
ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından önce madenler, ondan
bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan
meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır;
bitkiler ile hayvanlar arasında ara varlık hurmadır; hayvanlarla
insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve
kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Mevcut aracıların hikmeti şudur
ki her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup
varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur.
Gaye devr-ü zamanın tetimmesi, cihanın özü olan insanın meydana
gelmesidir.”
Benim Tarihselciliğim
Evet, ben Kur’an konusunda tarihselci yaklaşımı benimsemiş biriyim.
İlahiyat akademyasında bu yaklaşımı benimseyenlerin yok denecek kadar az
olduğunu biliyorum. Ama aynı zamanda hem gizli tarihselcilerin hem de
sözde evrenselci özde tarihselcilerin varlığını da çok iyi biliyorum.
Bununla birlikte, tarihselcilik denince kim bundan ne anlıyor, pek
bilmiyorum. Çoğunlukla herkesin kendi zihninde kurduğu tarihselciği
anlattığını ve bunun üzerinden, buna göre değerlendirmeler yaptığını
görüyorum.
Bu konuda en azından kendi bakış açımı ve yaklaşımımı etraflıca ortaya koyacak bir metin yazmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum; lakin ders, tefsir, tez, tebliğ, konferans, paralelle savaş vs derken, şöyle birkaç ay kadar bir kenara çekilip adamakıllı bir metin oluşturma imkânı bulamıyorum; ama eğer Allah izin verirse bu işi yapacağıma söz veriyorum.
İmdi, ben bunları niye söylüyorum; hemen arz edeyim, şundan söylüyorum: Bir asistan arkadaşımıza gönderilen özel facebook mesajında, çok sevdiğim dostum Prof. Dr. Adil Çiftçi’nin -eğer aklımda yanlış kalmadıysa Duha ve İnşirah sureleri üzerine facebookta yazdığı bir yazıda tarihselciliği benim anladığım tarzda anlamadığını, Fazlur Rahman’ın iki hareketli anlama ve yorumlama yönteminin çok sağlam ve sağlıklı bir yöntem olduğunu ve fakat buna tarihsel değil, varoluşsal anlama yöntemi denmesi gerektiğini belirtmesi ve söz konusu arkadaşın da bu mesajdan bizi haberdar etmesidir.
Bu konuda en azından kendi bakış açımı ve yaklaşımımı etraflıca ortaya koyacak bir metin yazmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum; lakin ders, tefsir, tez, tebliğ, konferans, paralelle savaş vs derken, şöyle birkaç ay kadar bir kenara çekilip adamakıllı bir metin oluşturma imkânı bulamıyorum; ama eğer Allah izin verirse bu işi yapacağıma söz veriyorum.
İmdi, ben bunları niye söylüyorum; hemen arz edeyim, şundan söylüyorum: Bir asistan arkadaşımıza gönderilen özel facebook mesajında, çok sevdiğim dostum Prof. Dr. Adil Çiftçi’nin -eğer aklımda yanlış kalmadıysa Duha ve İnşirah sureleri üzerine facebookta yazdığı bir yazıda tarihselciliği benim anladığım tarzda anlamadığını, Fazlur Rahman’ın iki hareketli anlama ve yorumlama yönteminin çok sağlam ve sağlıklı bir yöntem olduğunu ve fakat buna tarihsel değil, varoluşsal anlama yöntemi denmesi gerektiğini belirtmesi ve söz konusu arkadaşın da bu mesajdan bizi haberdar etmesidir.
İslamcılığın Geleceği
Anadolu Gençlik Dergisi (175 / 2014), “İslamcılık” sayısı
“Türkiye yakın tarihine baktığımızda ‘İslamcılık’ siyasal ve toplumsal olarak ne durumda? Ve bu durum gelecekte ne gibi bir şekil alacak?”
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
“Türkiye yakın tarihine baktığımızda ‘İslamcılık’ siyasal ve toplumsal olarak ne durumda? Ve bu durum gelecekte ne gibi bir şekil alacak?”
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslamcılık nokta-i nazarından Türkiye’nin
yakın tarihine bakıldığında, gözümüz son dönem Osmanlı’daki İslamcılık
cereyanına da ilişir. Fakat bu dönemdeki İslamcılık birçok önemli
temsilcisinin zihninde Osmanlıcılık, Türkçülük gibi unsurlarla
Müslümanlığın birbirinden çok da ayrışmadığı bir düşünceye tekabül eder
mahiyettedir. Bu sebeple hâl-i hazırda tartışılan İslamcılığı 1960
yılların sonlarında, bilhassa İslam dünyasının farklı coğrafyalarında
yetişmiş müslüman fikir adamlarına ait eserlerin Türkçeye tercümesiyle
hem içerik hem ivme kazanan bir hareketin serencamı olarak
değerlendirmek gerekir.
Ancak bu hareket monoblok bir gövdeye sahip
değildir. Daha açıkçası, 1960’lı yılların Türkiye’sinde kendisinden söz
ettirmeye başlayan İslamcılık düşüncesi güçlü bir varyantıyla Merhum
Necmettin Erbakan Hoca’nın milli görüş hareketi bünyesinde temsil edildi
ve İslamcılığın bu bünyedeki temsil tarzında ümmetçilik fikri önemli
bir yer tutmakla birlikte, İstanbul’un fethi törenleri, mehter takımı ve
“Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” marşı gibi sembolik
örneklerin de tanıklık ettiği gibi millîlik ve yerlilik her zaman baskın
karakter olageldi.
Milli Görüş hareketinin İslamcılık damarında
zaman zaman daralmalar husule gelse de sonuçta hareket bu damarla kaim
olan söylem ve kimliğini muhafaza etmeyi bildi. Milli Görüş bünyesinden
kopmak suretiyle vücuda gelen AK Parti tecrübesinde ise gerek Milli
Görüş’ün tek gövdeli döneminde yaşanan parti kapatma gibi yol kazaları,
gerek Türkiye’nin kendine özgü Kemalist, laikçi ve sekülarist düzen ve
politik zemininin alan daraltmaları sebebiyle en başından itibaren
İslamcılıkla arasına mesafe koydu ve İslamcılıktan boşalan yeri hem
dindar seçmen tabanını gönülleyip memnun kılacak hem de Kemalist rejimle
ilişkide arızaya yol açmayacak bir uzlaşma dili ve formülü olarak
muhafazakârlıkla doldurdu.
İlerleyen zamanlarda kendini
muhafazakârlığın devlet severliğinde ifade etmeye ve giderek bunu
içselleştirmeye de başladı. İlaveten, kendi yakın geçmişinde “çaput
bağlayıcılığı” olarak gördüğü halk dindarlığını çok güzel bir şey olarak
keşfetti ve geleceğe odaklı İslam projeksiyonlarından vazgeçip geçmişi
kıymete bindirmenin çok somut bir tezahürü olarak neredeyse bütün ulusal
televizyon kanallarının dinî içerikli programları kıssacılar ve
menkıbecilerin eline geçti.
Öte yandan, vaktiyle, Milli Görüş bünyesinde
temsil edilen İslamcılığın İslamcılık değil, “tağuti rejime uşaklık”
olduğundan dem vuracak kadar üst perdeden konuşan marjinal
İslamcılar/İslamcılıklar ise zaman içerisinde en uç liberalizmler,
çevreseverlikler, Ebû Zer’den müslüman sosyalist üretmeler veya “İslam
sadece Kur’an’dan ibarettir” gibi fantastik dinî söylemlerin peşinde her
biri ayrı bir yere savruluverdiler. Kuşkusuz yakın geçmişin
sıkı/radikal İslamcı söyleminden ödün vermeyen ve ödünsüz yaşamayı
kendine prensip edinen figürlere bugün de rastlanabilir; ancak bunlar
nesli tükenmek üzere olanlar kapsamında değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak, hal-i hazırda “Öldü mü, kaldı
mı” tartışmasına konu olan İslamcılık naçizane kanaatime ve çıplak
gözleme dayalı tespitlerime göre henüz son nefesini vermemişse de
sekerat-ı mevt hâlindedir. Kanaatim odur ki Türkiye’de İslamcılık
mahrumiyet ve mağduriyet vasatında neşv-ü nema bulan bir söylemdir. Zira
son yılların Türkiye’sinde yaşanan tecrübe gösterdi ki imkân ve iktidar
vasatı İslamcılığa hiç iyi gelmemektedir.
Kaynak: https://serdargunes.wordpress.com/2014/08/18/mustafa-ozturk-islamciligin-gelecegi/
Naşize kadınları dövmek mi yoksa evden uzaklaştırmak gibi bir disiplin cezasi vermek mi?
(Prof. Dr. Mehmet Okuyan’a sitem ve serzenişlerimle, Prof. Dr. İsrafil Balci’ya da biraz rahatlaması dileklerimle)
Değerli hocam, bu satırları yazarken
hayli düşündüm, zira arkadaşımlarıma birkaç satır eleştiri ya da
eleştirimsi bir şey yazdığımda hayreti mucip bir alınganlık ve
hırçınlıkka karşılaştım. Bu yüzden, yazıp yazmamakta bir süre kararsız
kaldım, ama sonunda “Ekranda Te’vilin Belini Kırmak” başlıklı eleştiri yazımda kendisiyle ilgili dolaylı eleştirime orantısız bir alınganlık gösteren Prof. Dr. İsrafil Balcı’nın, “Bak, Okuyan da senin hiç tasvip etmediğin türden te’viller yaptı televizyonda; hadi şimdi ona da bir eleştiri yazsana”
şeklinde kışkırtıcı bir face paylaşmı yaptığından da haberdar edilmem
neticesinde birazcık da kışkırtılmış(!) olarak, birkaç satır yazmanın
gerekli olduğunda karar kıldım. Hocam, ister darılın, ister gücenin ama
bu satırları yazmak ve milyonlarca insanın gözü önünde Nisâ 3/34.
ayetteki vadribûhünne lafzına, “Naşize karılarınızı evden uzaklaştırın”
gibi bir mana vermenizden dolayı sizinle birkaç hususu tartışmak
durumundayım.
Evvela, “karı dövme”nin -ki karı kelimesi
kaba ve itici gibi görünse de bunun hukuki bir terim olduğunu ve nikâh
memurunun da “Sizi karı-koca ilan ediyorum” dediğini unutmamak gerekir–
müslümanlık ve adamlıkla ilişkili bir mesele olmadığını, dolayısıyla
Kur’an’ın bu ifadesinin din, iman, faziletle değil, nüzul dönemindeki
erkek egemen toplumda erkekleri gönüllemeye -ki o gün İslam ve tevhid
davasını yürütmek, düşmanla cenk etmek ancak erkeklerle mümkündü; bu
yüzden de öncelikle ve özellikle erkekleri gönüllemek gerekiyordu-
yönelik bir rüşvet-i kelam olmaklıkla ilgilidir. Bunun böyle olduğunu
anlamak için, Hz. Peygamber’in ifk hadisesi gibi çok zor ve ağır bir
tecrübe yaşamasına rağmen karısı Hz. Âişe’ye bir fiske bile vurmadığını
hatırlatmak gerekir.
5 Haziran 2015 | Vahdet-i Vücud Paneli
Kitap | Kur'an ve Aşırı Yorum - Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Te'vil Geleneği
İslam'ın ondört asrı aşkın tarihi boyunca Müslümanların dinî
ilimlere yönelik merkezî ilgileri Kur'an üzerinde yoğunlaşmış ve bu
yoğun ilginin doğal bir tezahürü olarak Kur'an'ın anlam hazinesi her
zaman ve zeminde yeniden keşfedilmeye çalışılmıştır. Nüzul döneminden bu
yana kesintisiz bir şekilde süregelen anlama ve yorumlama
faaliyetlerine paralel olarak İslam tefsir tarihinde beyan, irfan ve
burhan merkezli çeşitli yorum yöntemleri ortaya çıkmıştır.
Bu çalışma, temelde irfânî epistemolojinin ürünü olan ve Şia'dan Sünnî tasavvufa kadar oldukça geniş bir kültür havzasında kabul gören 'bâtınî te'vil' doktrini ile, tarihsel süreçte Bâtıniyye-İsmâiliyye fırkasının alâmet-i fârikası hâline gelen bu doktrinin İslam tefsir ekolleri üzerindeki izdüşümlerini konu edinmektedir.
Sipariş Seçenekleri:
kitapyurdu
babil.com
idefix
D&R
Bu çalışma, temelde irfânî epistemolojinin ürünü olan ve Şia'dan Sünnî tasavvufa kadar oldukça geniş bir kültür havzasında kabul gören 'bâtınî te'vil' doktrini ile, tarihsel süreçte Bâtıniyye-İsmâiliyye fırkasının alâmet-i fârikası hâline gelen bu doktrinin İslam tefsir ekolleri üzerindeki izdüşümlerini konu edinmektedir.
Sipariş Seçenekleri:
kitapyurdu
babil.com
idefix
D&R
Kitap | Tefsirin Halleri
Sipariş Seçenekleri
kitapyurdu
babil.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)