Sözün başında belirtmek isterim ki
İslamcılık vadisinde merhum Fazlur Rahman hakkında konuşmak zor, olumlu
konuşmak ise çok daha zordur. Çünkü Fazlur Rahman bugün bu topraklarda
‘zimmî’ muamelesine tabi tutulan bir figürdür; hâliyle onun ismine
olumsuz sıfat eklemeden konuşmak çok kere modernistlik, tarihselcilik,
hatta zındıklık gibi sıfatlarla yaftalanıp dışlanmak gibi bedeller
ödemeye müncer olur. Haddizatında İslamcılık tartışmaları bağlamında
Fazlur Rahman’dan konuşmak, doğru ismi yanlış adreste aramak gibi bir
duruma işaret eder. Kanımca Türkiye’ye özgü İslamcılık tecrübesinde
Fazlur Rahman’ın zikre değer bir yeri yoktur. Zira bugün tartışılan
şekliyle İslamcılığın temel içermesi, 1950-1960’lı yılların
Türkiye’sinde milliyetçi, mukaddesatçı, devletçi ve aynı zamanda
Anadolucu bir fikrî kökenle irtibatı bulunan, fakat zaman içerisinde saf
ve rafine bir din/İslam arayışına koyulan, 1960 darbesini müteakip
Mevdudi, Seyyid Kutub gibi yazarların Türkçeye çevrilen kitaplarıyla
tanışan ve farklı İslam coğrafyalarında neler olup bittiğinden haberdar
olma imkânına kavuşan çevrelerin sekteryanlıkla mümeyyiz dinî düşünce
tarzına karşılık gelir.
Tarihselcilik iddiası
İslamcılığın Türkiye’deki en güçlü
temsili bu düşünce tarzında karşılık bulur ve siyasal ön sıfatıyla
birlikte anılan bu İslamcılığın mümessilleri nezdinde Fazlur Rahman’ın
hemen hiçbir olumlu karşılığı yoktur. Şayet akademik-entelektüel
İslamcılık diye bir kategori varsa Fazlur Rahman İslamcıdır; fakat
bildiğim kadarıyla böyle bir kategori yoktur. Denebilir ki Muhammed
İkbal ne kadar İslamcıysa Fazlur Rahman da belki o kadar İslamcıdır. Ama
gel gör ki İkbal siyasal İslamcılık nezdinde az çok ilgi çekmiş, Fazlur
Rahman ise şimşekleri üstüne çekmiştir. Bu iki isimden ilkinin müspet,
ikincisinin menfi ilgi celbetmesinin temel sebebi, dinî düşünce
alanındaki atıf/referans sistemiyle ilgilidir. İkbal dinî alanla ilgili
fikriyatını bir nevi sütre işlevi gören felsefe jargonuyla ortaya
koymuş, Fazlur Rahman ise doğrudan doğruya naslar hakkında konuşmuştur.
Kur’an metninden istimdatla İslamî bir devlet kurup önce memlekete,
bilahare tüm âleme nizam verme hayalinden “gepgerçek” bir gelecek
kurmayı arzulayan, bu arada Anıtkabir, Kemalizm gibi imgeler üzerinden
rejimle didişmeyi Müslümanlığın kıvam ölçütü sayan siyasal İslamcı
zihniyette Fazlur Rahman’ın tarihselcilik diye adlandırılan fikriyatı ve
Mustafa Kemal hakkında “Yiğidi öldür ama hakkını da ver” tarzında
konuşması pek tabii olumlu karşılık bulmamıştır. Fazlur Rahman dinî
düşüncede topyekûn bir ıslah-tecdit yolunda didinen bir ilim-fikir
adamıdır. Onun İslamcılıkla yollarının hiç kesişmediğine birçok kanıt
gösterilebilirse de bizzat kendisinin naklettiği şu anekdot bile tek
başına kafidir: “Lahor’da lisansüstü çalışmalarımı sürdürürken,
Mevdudi ne çalıştığımı sorduktan sonra, ‘Ne kadar çok [ilmî] çalışma
yaparsan amelî melekelerin o kadar çok körelir. Niçin gelip cemaate
[Cemaat-i İslâmî] katılmıyorsun?” demiş, o zaman benim cevabım şöyle
olmuştu: Ne olursa olsun, [bilimsel] araştırma yapmayı seviyorum.”
Vahyin mahiyetiyle ilgili görüşünden
dolayı Mevdudi ve Cemaat-i İslami çevresini de bünyesinde barındıran
Pakistan İslamcılarının “Münkirü’l-Kur’an” ithamına uğrayan ve başına 10
bin rupi ödül konulan Fazlur Rahman’ın yeri İslamcılık vadisi değil.
Fikrî-ilmî prensip, yöntem ve teklifleri ciddi oranda farklılık arz etse
de M. Abduh, M. İkbal, S. Ahmed Han, S. Emir Ali gibi isimlerce temsil
edilen ıslah-tecdit çizgisidir. Bu bağlamda Said Halim Paşa, Mustafa
Sabri, Babanzade Ahmed Naim, Elmalılı Hamdi Yazır gibi isimlere ilişkin
İslamcı nitelendirmesinin de geçmişe dönük bir sıfat izafesi olduğunu
söylemek gerekir. Zira bu isimlerle 1960 sonrası Türkiye İslamcılığının
temsilcileri arasında ciddi fikrî mübayenet vardır.
Vakıa, Fazlur Rahman İslamcılık
bünyesinde hiçbir zaman kendisine müspet atıfla konuşulan bir figür
olmamıştır. Kaldı ki İslam adlı kitabının çevirisi 1980 darbesini
müteakiben yayımlanmış fakat dönemin İslamcıları nezdinde ilgiye mazhar
olmamış, İlahiyat çevrelerinde derhal mahkûm edilmiş, buna mukabil
Mülkiye çevresinde hatırı sayılır bir rağbet görmüştür.
Fazlur Rahman bu memlekette gerek Mevdudi
ve S. Kutub referanslı siyasal İslamcılar, gerekse N. Fazıl referanslı
muhafazakâr İslamcılar nezdinde ‘modernist’ diye tanımlanmış ve bu
tanımlamada modernist kelimesi tarihselcilikle eşanlamlı kullanılmıştır.
Evet, Fazlur Rahman modernleşmeye atıfta bulunur; fakat modernleşmeden
kasdı, geçmişin ihtişamında hali hazırın perişanlığına teselli aramaktan
vazgeçip Kuran’ın dinî-ahlâkî temelde hedef gösterdiği idealleri modern
dünya düzleminde gerçekleştirebilme ve çağın dışına düşmeden çağdaş
meydan okumalara karşı koyabilmedir. Bunu yolu, belli bir
toplumsal-tarihsel matriste nazil olan ayetlerdeki hukukî talimatları
tüm zamanlarda lafzî mucibince tatbike çalışmak değil, söz konusu
talimatların özündeki maksadı kavramak, buradan hareketle modern duruma
mukabelede bulunmaktır.
Hz. Ömer’in birçok içtihad ve
uygulamasında olduğu gibi, İslam’ın erken dönemlerinde Müslüman toplum
pratik hayatın ortaya çıkardığı sorunlar karşısında tek tek ayetlere
müracaat yerine vahyin ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde yaşadıkları
hayat tecrübesinden hâsıl olan dinamik bir gelenek içinde ve özgüvenle
çözüm bulma yoluna gitmiştir. Bu dinamik tecrübe ve geleneği “yaşayan
sünnet” diye ifade eden ve modern zamanlarda da böyle bir gelenek
oluşturma ihtiyacının altını çizen Fazlur Rahman, klasik içtihad
anlayışından farklı olarak, nassın konuştuğu konularda da içtihadın
gerekliliğine dikkat çeker. Çünkü Kur’an toplumsal düzen ve hukuk
alanında son sözü söylememiş, aksine ilk hitap çevresindeki toplumsal
matriste ortaya çıkan tikel sorunlarla ilgili çözümler önermiştir.
Fazlur Rahman’ın nasları bu şekilde
anlayıp yorumlama önerisi Allah’ın tarih-üstü hükümlerini modernitenin
seküler çıkarlarına feda etme uğrunda her türlü pazarlığa açık olma
teklifi olarak değerlendirilmiştir. Anlayıp dinlemeden Fazlur Rahman’ı
yargılayıp mahkûm etme hususunda siyasal İslamcısından
Kur’ancı-Mealcisine, gelenekçi İslamcısından “Kur’an bütün ahkâmıyla
evrensel ve tarih-üstüdür” diyen ama aynı zamanda içine doğduğumuz
modern dünyadaki genel kabuller ve değer yargılarını terakki olarak
gören eklektik yenilikçi İslamcısına kadar topyekûn bir iştirakle tempo
tutulması düşündürücüdür.
Nasları konuşturan içtihad
Fazlur Rahman’ın namus bildiği fikrî
dürüstlük zaviyesinden bakıldığında şunu söylemek gerekir: Modernistlik,
Kur’an’ın düşmana karşı silahlanmayla ilgili at besleme tavsiyesini
nükleer silahlanmaya hamletmekte sakınca görmeyen, ama öbür taraftan
“İki kadın şahit eşittir bir erkek şahit” hükmünü lafzî mucibine göre
uygulamak gerektiğinde ısrar edip bu ısrarının hangi ilmî usule
dayandığını açıklamayan zihniyete yakışan bir sıfattır. Tarihselciliğin
asıl adresi, Kur’an’ın hükümleriyle modern dünyanın genel kabulleri
çatıştığında, o hükmü söz konusu kabuller lehine te’vil etmekte sakınca
görmeyen, bu uğurda Kuran’ın özgün anlamına tasallut etmekte de beis
görmeyen zihniyettir. Gerçek modernist ve tarihselci, Kuran’ın “Tedip
maksadıyla karılarınıza tokat atabilirsiniz” ifadesindeki tokat atmayla
ilgili cevaz hükmü ile aile içi şiddet sorununu çözme projesi karşı
karşıya geldiğinde ya Kuran’da böyle bir ayet yokmuş gibi davranan ya da
o ayette geçen ‘darb’ kelimesine olmadık anlamlar yükleyerek işin
içinden çıkmayı hal çaresi gören zihniyettir. Bu zihniyet, bütün bunları
yaparken, ilk hitap çevresinde Kuran’ın ne söylediği, ilk Müslüman
nesilden son döneme gelinceye kadar on beş asırlık tarihî tecrübede
ilgili ayetlerden ne anlaşıldığı ve nasıl uygulandığı gibi hususlara
aldırış etmemekte, Kur’an metnini şahsi malı gibi temellük edip
kendisini her türlü yoruma da salahiyetli görmektedir. Gel gör ki bütün
bunlara rağmen söz konusu zihniyet hâlen geleneğe saygı ve sadakatle
maruftur; Fazlur Rahman ise modernistlik ve tarihselcilikle anılmaya
mahkûmdur.
Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/islamcilik-vadisinde-fazlur-rahman/haber-757132
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder