Değerli hocam, bu satırları yazarken
hayli düşündüm, zira arkadaşımlarıma birkaç satır eleştiri ya da
eleştirimsi bir şey yazdığımda hayreti mucip bir alınganlık ve
hırçınlıkka karşılaştım. Bu yüzden, yazıp yazmamakta bir süre kararsız
kaldım, ama sonunda “Ekranda Te’vilin Belini Kırmak” başlıklı eleştiri yazımda kendisiyle ilgili dolaylı eleştirime orantısız bir alınganlık gösteren Prof. Dr. İsrafil Balcı’nın, “Bak, Okuyan da senin hiç tasvip etmediğin türden te’viller yaptı televizyonda; hadi şimdi ona da bir eleştiri yazsana”
şeklinde kışkırtıcı bir face paylaşmı yaptığından da haberdar edilmem
neticesinde birazcık da kışkırtılmış(!) olarak, birkaç satır yazmanın
gerekli olduğunda karar kıldım. Hocam, ister darılın, ister gücenin ama
bu satırları yazmak ve milyonlarca insanın gözü önünde Nisâ 3/34.
ayetteki vadribûhünne lafzına, “Naşize karılarınızı evden uzaklaştırın”
gibi bir mana vermenizden dolayı sizinle birkaç hususu tartışmak
durumundayım.
Evvela, “karı dövme”nin -ki karı kelimesi
kaba ve itici gibi görünse de bunun hukuki bir terim olduğunu ve nikâh
memurunun da “Sizi karı-koca ilan ediyorum” dediğini unutmamak gerekir–
müslümanlık ve adamlıkla ilişkili bir mesele olmadığını, dolayısıyla
Kur’an’ın bu ifadesinin din, iman, faziletle değil, nüzul dönemindeki
erkek egemen toplumda erkekleri gönüllemeye -ki o gün İslam ve tevhid
davasını yürütmek, düşmanla cenk etmek ancak erkeklerle mümkündü; bu
yüzden de öncelikle ve özellikle erkekleri gönüllemek gerekiyordu-
yönelik bir rüşvet-i kelam olmaklıkla ilgilidir. Bunun böyle olduğunu
anlamak için, Hz. Peygamber’in ifk hadisesi gibi çok zor ve ağır bir
tecrübe yaşamasına rağmen karısı Hz. Âişe’ye bir fiske bile vurmadığını
hatırlatmak gerekir.
Hocam, darabe kelimesine “dövmek, fiske
vurmak” yerine, “evden uzaklaştırmak” manasını hangi ilmî ölçüte göre
tercih ettiniz? Bu kelimenin enva-i çeşit anlamından birini tercih
ederken, acaba içine doğduğunuz ve halen içinde bulunduğunuz modern
toplumsal matrisin ve çağın dayatmasını dikkate almış ve dolayısıyla tek
ölçüt olarak, “Bu çağın ve bilhassa Türkiye’nin Batı yakasının ruhuna
uygun yorum ancak böyle bir yorumdur” gibi bir düşünceden hareket etmiş
olabilir misiniz? Kur’an zihninizin boş bir bölgesine nazil olmadığına,
bilakis müdayene ayetindeki şahitlik meselesiyle ilgili izahatınızda
belirttiğiniz gibi, miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun tecrübe
dünyasına indiğine göre, vadribûhünne lafzının nüzul ortamında nasıl
anlaşılıp nasıl uygulandığı meselesinin sizce hiçbir kıymet-i harbiyesi
yok mudur? Eğer yoksa müdayene ayetinin tefsirinde niçin, “Araplar
kadınlara şöyle muamele ederdi, onları mal yerine koyardı?” gibi
tarihsel arka plan bilgisi vermek ihtiyacı hissettiniz? Ayetlerdeki ilk
ve tarihi manalardan kalkarak yeni durumlar ve sorunlarla ilgili yeni
yorumlar yapılabilir; fakat dildeki kelimelerin tarihsel tecrübeyle de
pekişmiş anlamları üzerinde keyfî operasyonlar yapılmaz, yapılamaz.
Bahis konusu ayetteki darb kelimesine, şu son yıllara, -hadi bilemediniz-, özellikle Batı dünyasından gelen esintilerle müslümanların da gündemine giren kadın hakları, eşitlik, özgürlük gibi kavramların tartışılmaya başlandığı yirminci yüzyılın başlarına kadar sizin verdiğiniz manaya muadil bir mana veren kaç müfessir olmuştur?
Onbeşinci asra gelinceye değin sayısız
müfessirden bu anlamı fark veya tercih eden birisinin çıkmamış olması
sizce de biraz garip değil midir? Yoksa bu müfessirlerin Arap diline
vukufiyeti sizden bizden daha düşük seviyede midir? Eğer bizim
Kur’an’daki bir kelimenin sözlükteki birçok anlamından birini
istediğimiz şekilde tercih etmek gibi bir özgürlüğümüz varsa, sözgelimi,
“ikame-i salât” tabirine bildik şer’î “namazı hakkıyla eda edin” yerine
“adam gibi dua edin” gibi bir mana verdiğimizde, siz hangi ölçüt ya da
gerekçeyle bu mana takdirinin isabetsiz olduğunu söyleyeceksiniz? Şayet
biri kalkıp, “Salât kelimesinin dildeki en temel anlamlarından biri,
hatta birincisi “dua” ve “niyaz”dır. Biz de bu anlamı esas almışız ve
ikame-i salât tabirinin bildik namaz ibadetini ikame/ifa etmek anlamına
gelmediği sonucuna ulaşmışız” derse, buna hangi haklı gerekçeyle itiraz
edeceksiniz? Muhtemeldir ki bu konuda tarihî referanslara ve geleneksel
yorumlara atıfta bulunacaksınız; peki darb meselesinde niçin böyle bir
ihtiyaç duymazsınız?
Öte yandan, Nisa 3/34. ayetteki darb
kelimesine “evden uzaklaştırmak” manası verdiğimiz takdirde, “Sizden
biri hanımını köle/cariye döver gibi dövecek, gece vakti de [utanıp
sıkılmadan] onunla aynı yatağa girecek, öyle mi?!” hadisine de aynı
paralelde mana vermemiz gerekir. Çünkü bu hadis de aynı meselesiyle
ilgilidir. Ancak böyle bir mana takdiriyle hadisin, “Sizden biri
karısını köle/cariye gibi evden uzaklaştıracak, gece vakti de onunla
aynı yatağa girecek öyle mi?” gibi saçmasapan bir hale geceleğini
sanırım siz de kabul edersiniz. Yine veda haccı hadisindeki kadınların
dövülmesiyle ilgili ifadeyi gayra müberrihin (yaralayıcı olmaksızın)
kaydıyla ve sizin mana tercihinizle birlikte Türkçeye aktardığımızda
karşımıza ne kadar absürt bir mana çıkacağını da takdir edersiniz.
Tefsir sahasında çalışan bir ilim adamı
olarak, Kur’an’ı doğru anlama ve yorumlamanın salt Kur’an metnindeki
lafızların delaletiyle olmayacağını benden iyi bildiğinize göre, niçin
her defasında mushafı açıp, “Bakın bu kelime şu demektir, şu zamir
şuraya gitmektedir” diyerekten izah yapıyorsunuz? Bunun yanında, lafız
üzerinde sözlük manipülasyonuyla istediğiniz operasyonu yapamayacağınızı
fark ettiğinizde derhal savunmacı bir üslupla nüzul dönemi bilgisinden
istimdatta bulunuyorsunuz? Biraz öyle, biraz böyle diyebileceğimiz bu
keyfi tutum, televizyon ekranında size soru soran sunucu kadın ve
sayısız seyirci tarafından fark edilmese de, bu tutumun Kur’an konusunda
az çok bilgisi ve birikimi olan insanlar tarafından ilimde usul, adab
ve erkân adına çok büyük bir arıza olarak görüldüğünden emin
olabilirsiniz?
Sevgili hocam, sürekli olarak, “Kur’an,
ille de Kur’an” diyorsunuz ve her defasında insanları Kur’an’a ve Kur’an
İslam’ına davet ediyorsunuz. Ancak Müslümanlar, “İşte geldik Kur’an’a;
ama bu Kur’an’da insanlar hür, köle, cariye diye kategorize ediliyor.
Göğüsleri yeni tomurcuklanmış cennet hurilerinden bahsediliyor. Yine
kocasına diklenen kadını dövün, küçük kız çocuklarını kocaya verin gibi
şeylerden de söz ediliyor” deyince, ister istemez, “Hayır, Kur’an
bunların hiçbirinden söz etmiyor?” diye karşılık verip sıkıntıya yol
açan tüm ayetleri sözlük marifeti ve kelime oyunlarıyla bir bakıma
yeniden yazmaya başlıyorsunuz. Bunu yaparken de gerek Arapça sözlüklere
kaynak oluşturan Arapların lisani örfünü, gerek Ferrâ, Ebû Ubeyde ve
daha birçok deve dişi gibi dilci müfessirin ne dediklerini ve gerekse
bütün bir tefsir tarihi boyunca sayısız müfessirin kesintisiz olarak söz
konusu kelimelerle ilgili mana tercihlerini ve bu konudaki ilmî
hassasiyetlerini hiçe sayıp, Arapçanın gramerini, dil hazinesini ve
semantiğini adeta siz oluşturmuşçasına istediğiniz kelimeye dilediğiniz
manayı vermeye kendinizi mezun görüyorsunuz, üstüne üstlük kendi yorumuz
ve mana tercihinizi takdim ederken, “Bütün müfessirler tarih boyunca
halt etmişler” demeye getiriyorunuz.
Madem ille de Kur’an dediniz, hadi biz de
geldik Kur’an’a. Peki, bu nemenem bir Kur’an’dır ki İslam düşünce
tarihinde birbiriyle taban tabana zıt görüşler savunan onca mezhebe
birçok delil sunuyor ve hiçbir mezhep “Bu Kur’an bizim görüşlerimize
yönelik pek malzeme vermiyor” gibi bir şikâyette bulunmuyor. Kur’an
-hâşâ- Süleyman Demirel’in değil, Allah’ın kelamı olduğuna göre, O’nun
kelamının “Mutezile sen haklısın, Eş’arilik sen de haklısın; Ehl-i
Sünnet de doğru söylüyor, Şia da doğru söylüyor” demesi mümkün müdür?
Böyle bir şeyin mümkün olmadığında şüphe bulunmadığına, üstelik Kur’an
lafızları mana takdiri açısından kimi zaman çok kaygan ve kaypak bir
zemin oluşturduğuna göre, o zaman niçin bile bile lades dercesine, anlam
ve yorumu sırf lafızda aramak ve sözlük yordamıyla kotarmakta ısrar
ediyorsunuz?
Bence bu konudaki ısrarınızın sebebi
şudur: Bir kere “İlle de Kur’an” dediniz ve insanların dikkatini salt
Kur’an’a çektiniz. Ama siz de biliyorsunuz ki bugünkü insanlar çölde
deveye binen, birkaç karısına ilaveten bir dizi de cariye edinen
insanlar değil, kendilerince tek eşliliği erdem sayan, tveet atan,
facebookta sayfa açan ve o sayfada tefsirin daniskasını da yapabilen
insanlar. Ama gel gör ki ağzınızdan çıktı bir kere Kur’an diye. Bu
yüzden Kur’an’ı tam da bugünün insanının terakki olarak gördüğü modern
kabullere, bilhassa jipe binen ve residancelerde ikamet eden çağdaş
müslüman çevrelerin beklentilerine uygun hale getirmek gerek. Evet,
Kur’an nazil olduğu gün bir şey söylemiş, ama o gün doğrudan doğruya
Araplara ve onların dünyasına göre söylemiş. Biz Arap olmadığımıza,
2014’ün Türkiyesinde yaşadığımıza göre, ayetlerin tam da bizim
isteklerimiz ve beklentilerimize göre konuşması gerek, değil mi?
Şimdi kalkıp, Kur’an ilkin ne demiş ve
ilk muhataplar ne anlamıştı gibi bir mesele üzerinde kafa patlatmak ve
buradan hareketle ayetlerin bugüne yönelik mesajını araştırmak gibi
ciddi ilmî bir çaba ortaya koymak, kuşkusuz bu beklentileri tam olarak
karşılamayacak. Çünkü günümüz insanı “Kur’an İslam’ı” söyleminden
dolayı, “Bu Kur’an her bir kelimesiyle doğrudan ve bizzat benim hakkımda
konuşuyor” düşüncesine iman etmiş görünüyor. Gerçi vahyin miladi
yedinci yüzyılda Hz. Peygamber ve çağdaşlarının dünyasına nazil olduğunu
da inkâr etmiyor, ancak bu tarihi gerçeğin dikkate değer bir anlam
ifade ettiğini de düşünmüyor. Osmanlı devleti ve Kanuni Sultan Süleyman
kendisini ne kadar ilgilendiriyorsa, Kur’an’ın vakti zamanında Arap
diliyle Araplara nazil olması da o kadar ilgilendiriyor. Bizim modern
Kur’ancı müslümanımız, ayette geçen “Sen” ve “Siz” zamirlerinin tümünü
“Ben” ve “Biz” diye anlamaya alıştığından, Kur’an doğrudan doğruya kendi
şahsına inmiş gibi düşünüyor ya da böyle düşünmek istiyor. İşte bu
düşünceden dolayı, biz bırakalım ayetlerdeki ilk ve aslî anlam
meselesini de şu televizyon karşısında bizi dinleyen milyonlarca insanı
memnun etmeye bakalım. Böylece hem bir nevi kamu hizmeti yapmış olalım,
hem de o insanların gönüllerinde taht kuralım, değil mi?!
Sevgili hocam, popülaritenin
dinden-imandan daha değerli görüldüğü bu modern çağda böyle bir popülist
tutum çok kışkırtıcı ve insanın içini gıcıklayıcı olsa da ilmî namus
adına inanın çok büyük bir hata ve günahtır. İlim adamları olarak bizim
işimiz, basit, ucuz ve manifülatif yorumlarla insanları gönülleyip
keyiflendirmek değil, kafa patlatarak, emek sarf ederek bugünün
dünyasında İslam ve müslümanlığın gerçek manada nasıl olması gerektiğine
dair ciddi fikirler ve eserler ortaya koymaktır. Bu anlamda İslam ve
müslümanlık, kabir azabı var mı yok mu, cennette Âdem’i kim kandırdı
gibi meselelerden çok daha ciddi ve önemli bir meseledir. Şu son
günlerde yaşandığı üzere, hocaefendilerinin dilinden Allah, kitap, din,
iman gibi kelimeler hiç düşmeyen bir cemaatin belli kurumlarda
yuvalanmış çetesinin ülkeyi yangın yerine çevirmesi, herkese din-iman
öğretirken kendilerinin porno kasteçilik yapmasında hiçbir beis
görmemesi gibi bir olguyla karşı karşıyayız ve bu olgunun bütün
bileşenlerinin İslami kavramlarla irtibatlandırıldığına tanık
olmaktayız. İşte böyle bir düzlemde kabir azabı, Âdem-Havva-Şeytan gibi
meseleler “dinî geyik muhabbeti” olmaktan fazla bir değer ifade
etmemektedir.
Günümüz dünyasında İslam ve Müslümanlığın
gerçek manada tebliğ ve temsili ise Kur’an metnini açıp kelime
oyunlarıyla birtakım teviller yapmakla gerçekleştirilebilecek kadar
basit bir iş değildir. Ama gelin görün ki biz bunca yıllık ilmî emeği bu
denli basit meseleler uğruna heba etmekteyiz. Üstelik ilmî usullere
riayet gibi bir kaygı da gütmemekte, maalesef “merdivan altı” diye
nitelendirdiğim bir anlayışa ilmîlik kazandırmak gibi çok yanlış bir
güzergâhta seyretmekteyiz. Bugünün Türkiye’sinde kadın ve darb
meselesini konuşup tartışmayı, tıpkı Bizans (Doğu Roma) ulemasının
kuşatma altında meleklerin cinsiyetini tartışması gibi, son derece kısır
ve lüzumsuz görmeme rağmen, sizin ÜLKE TV’deki programımız sebebiyle bu
konuda maalesef konuşmak zorunda kaldım.
Günümüzde kocanın aile içindeki reislik
rolü ve gerektiğinde karısını dayak yoluyla tedip edebileceği konusunda
Kur’an’a ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında bazı müslüman
araştırmacılar sözüm ona Kur’an’ı mahcubiyetten kurtarmak ve aynı
zamanda modern duruma uyan, çağdaş toplumun özlem ve beklentilerini de
karşılayan bir Kur’an ortaya çıkarmak adına Nisâ 4/34. ayetteki nüşûz
fiilini “kocayı aldatmak”, “başka bir erkekle yasak ilişkide bulunmak”
(zina) gibi manalara geldiğini ileri sürmüşlerdir. Benzer bir yaklaşımda
da nüşûz kadının kocasından nefret edip gözünü başka bir erkeğe dikmesi
şeklinde izah edilmiş ve bu izahta Râğıb el-İsfahânî referans
gösterilmiştir. Râğıb’ın nüşûz kelimesine böyle bir mana verdiği
doğrudur; fakat bundan önce, “Kadının kocasından nefret etmesi, ona
diklenip itaat etmemesi” manası vermiş olması da söz konusudur.
Birçok Türkçe Kur’an çevirisine de yansıyan bu savunmacı yaklaşımda “kavvâm” kelimesi koruyucu, kollayıcı, gözetici gibi anlamlarla karşılanmak suretiyle karı-koca arasındaki ilişki bir egemenlik ilişkisi olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Aynı şekilde “itaatkâr kadınlar” anlamındaki “kânitât” kelimesi, taraflar arasında otoriteryan bir hiyerarşiyi öngörmeyen “saygılı, uysal” gibi anlamlarla karşılanmak veya itaat edilen otorite kocaya değil, Allah’a verilmek suretiyle ayetin erkek egemen dokusu zayıflatılmaya çalışılmıştır.
Kur’an’ın bütün ahkâmıyla tarih-üstü bir metin olarak algılanmasının herhangi bir dönemde hoş karşılanmayan veya izahı zor olan öğeleri Kur’an’dan düşürme yahut herhangi bir dönemde ihtiyaç hissedilen öğeleri Kur’an metnine söyletme şeklinde bir bilinç karmaşasından ortaya çıktığı kesindir. İçinde erkeklerin hanımlarına vurmalarını onaylayan bir ayetin bulunmadığı çağdaş bir Kur’an metnine duyulan özlem de bu geleneksel ve psikolojik arka plandan beslenmektedir. Erkek egemen karakterden ve her türlü şiddet unsurundan arındırılmış bir Kur’an metnine sahip olmak çağdaş müslümanların ilk özlemleri olmadığı gibi son özlemleri de olmayacaktır.
Ancak hiçbir tarihsel veriye başvurulmasa
bile yalnızca Kur’an metninin bütününe yansıyan gerçeklik nedeniyle,
çağdaş özlemlere cevap verecek Kur’an versiyonları üretmek, ilmî açıdan
savunulamazlığı bir yana belli kesimleri tatmin ve mutlu etmenin
ötesinde ikna edicilikten uzak kalacaktır. Kur’an’ı ataerkil ve egemen
karakterden arındırmak, “darb” kelimesine “vurmak, dövmek” yerine “evden
uzaklaştırmak” gibi daha yumuşak ve sakıncasız anlamlar takdir etmekle
gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir. Kocanın reisliğini
gözetmenliğe, kadının kocasına karşı itaatini saygıya, kadının kocasına
karşı isyankârlığını huysuzluğa ve kocanın karısını dövmesini şiddet
içermeyen herhangi bir eyleme tahvil etmek suretiyle üretilen çağdaş
versiyonlarıyla bile Nisâ 4/34. ayet erkek egemen dokusunu hâlâ
yeterince koruyor olacaktır.
Kur’an’ı kendi özgün bağlamı ve kendi
tarihselliği içinde okuyup anlamaya çalışmanın alternatifi onu çağdaş
yorumcunun tarihselliğine gömmek ve/veya modern algının insafına terk
etmekten başka bir şey değildir. Örneğin, günümüz Türkiye’sinin batı
yakasına hitap eden bir metin olarak görüldüğünde rahatsızlık doğuran
Nisâ 4/34. ayetteki muhteva kendi özgün bağlamına yerleştirildiğinde,
ilk muhatapları mevcut olandan daha iyi ve insanî tutuma sevk eden bir
öneriye dönüşür. Boşanmayı tek makul çözüm kılacak derecede şiddetli
geçimsizlik hâlinde dahi eşlere geçmişteki güzel günlerin hatırasına
uygun davranmalarını salık veren Kur’an’ın kıyamete kadar tüm müslüman
erkeklere karılarını dövme talimatı verdiği düşünülemez.
Kur’an’ın ilk muhataplarından
bahsedildiğinde, yirmi küsur yıllık hareketli bir tarih dilimini içeren
nüzul döneminde standart bir yapı anlaşılmamalıdır. Kur’an’ı anlama
sürecinde başvurulması gereken bir ölçüt olarak “ilk muhatap kitle” her
bir pasaj için yeniden tespit edilmesi gerekecek derecede kendi içinde
değişkenlik arz eden dinamik bir insanî gerçeklik olarak görülmelidir.
Nisâ 4/34. ayetin nüzulüne sebep olan hadise bu konuda fikir verecek
mahiyettedir. Rivayete göre babasıyla birlikte Hz. Peygamber’e gelerek
eşi tarafından dövüldüğü anlatan asil bir hanıma (Habîbe bint Zeyd) Hz.
Peygamber, “Kocana (Sa’d b. Rebî) misillemede bulun” demiş ve Nisâ 4/34.
ayet bu hadise hakkında inmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in, “Biz
bir çözüm istedik; ama gelin görün ki Allah bundan farklı bir çözüm
irade etti” (eradnâ emran ve-erâdellâhu ğayrah) şeklinde ilginç bir söz
söylediği nakledilmiştir.
Bu tarihî arka plan bilgisinden hareketle
Nisâ 4/34. ayetin, eşiyle arasında bir sorun çıktığında, yani eşi
kendisine dikbaşlılık ettiğinde ilk tedbir olarak dayağa başvuran
adamlara hitap ettiğini ve onlara daha insanî çözüm yolları önerdiğini
söylemek mümkündür. Bu inceliği göz ardı etmek, Kur’an’ın tüm erkek
muhataplarının sabah-akşam eşlerine dayak atan adamlar olduğu gibi,
tarihsel gerçekle bağdaşmayan bir yargıya veya Kur’an’ın bütün evli
erkeklere gerektiğinde eşlerini dövmelerini salık verdiği gibi bir
yanlış anlamaya yol açabilmektedir. Hâlbuki bu ayet ataerkil Araplar
arasında eşini dövmeyi belki de tek yöntem olarak benimsemiş erkeklere
başka yöntemler ve tedbirler salık vermektedir.
Ataerkil bir toplumda önerilen çözüm
yollarının ataerkil veya erkek egemen karakter taşıması gayet tabiidir.
Karısını cezalandırma hususunda erkeğe cinsel boykot önerilmesinin de
ancak erkeğin çok eşli olması durumunda bir makuliyet arz edeceği
izahtan varestedir. Haddi zatında Kur’an’da önerilen nasihat, cinsel
boykot ve dövme tedbirlerini gerektiren sorunda ancak erkek egemen bir
toplumsal doku içerisinde sorun teşkil eden bir nüşûz olduğunu söylemek
gerekir. Sonuç olarak, erkeklerin tedip maksadıyla hanımlarını dövme
yetkisine sahip kılınması Kur’an metnine ait bir gerçekliktir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu
ifademiz sadece Kur’an’da “karı dövme”den söz eden bir ayet bulunduğuna
dairdir. Herhangi bir dönemdeki erkeklerin eşlerine karşı şiddete
başvurmalarını onaylamak bu satırların yazarı açısından kabil değildir.
Böyle bir ahlakî düşüklüğü Kur’an’la temellendirmeye kalkışanların,
üstüne üstlük kadın cinsinin biyo-psişik gelişimi bakımından dayağın
yaralarını sayıp dökebilecek bir lafazanlık düzeyi kesbedenlerin
durumunu layıkı veçhiyle tavsif edebilmek de pek mümkün olmasa gerektir.
Bu konuda söylenecek nihai söz şudur:
Çağdaş müslümanlar Kur’an’ın nüşûz ve darb konusundaki tavsiyesinden
ziyade bu tavsiyenin Hz. Peygamber’in fiili sünnetinde nasıl karşılık
bulduğuna dikkat etmelidir. Nitekim eşlerini boşanma konusunda muhayyer
bırakacak derecede aile içi huzursuzluklar yaşandığı dönemde bile Kur’an
dayakla tedibe ruhsat tanıdığı halde en ufak bir şiddet eğilimi
göstermediği gibi eşlerini döven arkadaşlarını, “Sizden biri hanımını
köle/cariye döver gibi dövecek, gece vakti de [utanıp sıkılmadan] onunla
aynı yatağa girecek, öyle mi?” (Buhârî, “Tefsir” 91, “Nikâh” 93;
Tirmizî, “Tefsir” 91) gibi çarpıcı sözlerle paylamıştır. İşte bu yüzden
müslümanlar için öncelikli rehberlik, Hz. Peygamber’in rehberliğidir.
Unutmamak gerekir ki Kur’an Hz. Peygamber de dâhil olmak üzere bütün
herkese hitap etmekte, ancak herkes ilahi hitabın gereklerini Hz.
Peygamber gibi yerine getir(e)memektedir.
Mademki Allah’ın sözü tutulacaktır;
öyleyse kendi öznelliğimizle bizatihi sözün kendisini “çağdaş Kur’an
üretme” pahasına te’vil ve tatbike çalışmaktan ziyade, onun en güzel
te’vili/teevvülü (pratik yorumu) olan nebevi sünnete bakmak ve bunu esas
almak daha akıllıcadır. Nebevi sünnetteki uygulamaya bakıldığında,
“Adam olan, karısını dövmez” sonucuna ulaşılır.
(Karı dövme meselesi bağlamında Ömer Özsoy’un “Çağdaş Kur’an(lar) Üretimi Üzerine ‘Karı Dövme’ Olgusu Bağlamında 4.Nisâ, 34 Örneği” (pdf) (İslâmiyât, cilt: 5, sayı: 1, 2002) başlıklı makalesini hararetle tavsiye ederim).
Kaynak: https://serdargunes.wordpress.com/2014/01/04/nasize-kadinlari-dovmek-mi-yoksa-evden-uzaklastirmak-gibi-bir-disiplin-cezasi-vermek-mi/
Sayın Mustafa ÖZTÜRK,
YanıtlaSilMüsaadenizle önce birkaç sorum olacak!
1-Siz de bilirsiniz ki,ne hadis tedvini,ne tefsirler,ne de fıkhı çalışmalar vs.hz.peygamberin döneminde ve gözetiminde olmamıştır.Bunlar hz.peygamberin vefatından asırlar sonra meydana gelmiştir. Hz.peygamber döneminde ve gözetiminde yazılmayan,kayda geçilmeyen ve yaklaşık iki asır sonra kulaktan dolma bilgilerle Kütüb-i- Sitte de tedvin edilmiş bulunan hadislerin tümü korunmuş ve doğrudur diyebilir miyiz ?
2-Kütüb-i- Sitette deki bir çok rivayetin tutarsız olması,akle,mantıka,bilime,hz.peygamberin sünnetine ve hatta kur’an’a aykırı olması sebebiyle bunlara hz.peygamberin hadisleridir diyebilir miyiz?
3-İmam Ebu Hanife sadece 16 Hadis için ( SİKKA) güvenilir demişse,hadislerin kahir çokluğu korunmuş ve sahihtir diyebilir miyiz? Ayrıca bu mütevatir ve sikka hadislerin de imanın ilkeleri ve islamın şartları olan ibadetlerle ilgilidir.
فان الامام ابا حنيفة لم يثق الا بستة عشر حديثا)
(ومن ذلك يتبين لنا ما وصل اليه التحريف من الحديث
Kaynak : = ص 330 تاريخ الاسلام .. لدكتور حسن ابراهيم حسى.. ج = 2
Kaynak : = ص 330 تاريخ الاسلام .. لدكتور حسن ابراهيم حسى.. ج = 2
4- Sahabeler ve hatta tabiinler hadis tedvini yapmamışlarken hz.
peygamberi görmeyen ve bugünkü mevcut hadisleri bizzat ondan duymayanların hadis tedvinleri ne derece sağlıklı olmuştur?
5-Tüm Zamanlarını hz.peygamberle geçiren ve sahabeler arasında en çok bilgi sahibi olan hz. Ebu Bekir, hz.Ömer,hz.Osman ve hz.Ali gibiler neredeyse hadis rivayet etmiyorlar,peki nasıl olurda hicetin 7.senesinde yeni müslüman olan ve hz.peygamberle sadece 2 sene ve 9 ay geçiren Ebu Hureyre nerdeyse hadislerin çoğunu rivayet ediyor?
6- Ayrıca diğer hadis ravilerinin hemen hemen tümü de hz.peygamber döneminde çocuk yaşta iken nasıl ondan hadis rivayet etmişlerdir? Çocuk yaştakiler mi hz.peygamberi dinleyip ondan hadis rivayet ediyorlardı?
7- Bugün elimizdeki hadislerin kahir çokluğu Haberi Ahad olduğunu ve Haberi Ahadin ZANNİ olduğunu bilmemize rağmen mütevatir/sikka olmayan bu rivayetleri kendimize delil olarak görebilir miyiz? (Mütevatir ve sikka olanlar müstesna!)
8-Fıkıh ve tefsir tedvini de yine hz.peygamberin vefatından asırlar sonra gerçekleştiğini,bir çok konuda ne fıkıh imamları,ne de müfessirler mutabık kaldıklarını,onlar da bizim gibi birer beşer olup içtihatlarında,tefsirlerinde yanılabileceklerini bildiğimiz halde,onların her söyledikleri doğrudur diye körü körüne onları taklit etmek doğru mudur ?
9-Yüce Allah’ın bize bahşettiği beyin ve akli melekemize kilit vurup kur’an’ın tefsirini yaklaşık bin sene önce yaşamış olan insanlara bırakmamızın ve onların tefsir ve yorumlarını kendimize
referans kabul edip,adeta birer NASS VE DELİL görmemizin mantığı bir izahı var mı? Kur’an,ın ve tüm ilahi mesajların muhatabı sadece onlar mıdır? Bizler ve kıyamete kadar gelip geçecek tüm insanlar değil midir?
Öyleyse onlar nasıl kur’an’ın tefsir ve yorumunu kendi anlama kabiliyetlerine göre yapmışlarsa,bu,bizim ve bütün insanların da hakkıdır. Bu nedenle yorum ve eleştirilerinizi yersiz buluyorum.
Ayrıca dini hükümlerin tek kaynağı kur’an’ı kerimdir,din kur’an la tamamlanmıştır,çünkü şari’i mutlak/mutlak hüküm koyucu sadece yüce Allah’tır. ( ان الحكم الا لله) ‘’inil hükmü illa lillah..’’ hz.peygamberin/Peygamberlerin görevi ise sadece yüce Allah’tan vahiy yoluyla aldıklarını tebliğ edip tebyin etmek ve uygulamaktır ( وما علي الرسول الا البلاغ)
(devamı gelecek)
Yorumlarınıza cevap:
YanıtlaSil1- ‘’……ama bu Kur’an’da insanlar hür, köle, cariye diye kategorize ediliyor . ( diyorsunuz )
--Kur’an indiği dönemde kölelik ve cariyelik diye insanlık dışı bir sorun varsa,kur’an’ın bu sorunlara değenmesi ve bunu ortadan kaldırması için gerekli tedbirleri üretip ortaya koyması gayet doğaldır, garipsenecek bir durum değildir.Zira kur’an,o gün mevcut olan bu soruna değinmekle onu meşrulaştırmış değil,bilakis bu kölelilik mikrobunu besleyen bataklığı kurutmuştur.
2-- Göğüsleri yeni tomurcuklanmış cennet hurilerinden bahsediliyor. (diyorsunuz)
NEBE-33.ayetin bu şekildeki tefsir,yorum ve mealleri tamamen hatalı olup,ayetin arapça (orijinal) ayetin anlamıyla asla uyuşmamaktadır.
- Nebe suresi: 31-32-33-34: ayetlerin doğru meali.
31-Şüphesiz (kadın erkek kötülüklerden) sakınanlar için ödül vardır.
32-Bağçalar ve üzüm bağları.
33-Ve hepsi bir seviye tomurcuklar (gül ve çiçek bahçeleri);
34-Ve dolu dolu kadehlerde sunulan içecekler.
a) Şimdi soruyorum, gerek klasik Arapçada,gerek modern Arapçada kadın,kız,eş vs.karşlığı nedir? ‘’ \ كواعب كعب ‘’ Kabe-
Kevaib’’ midir? Hangi arapça lehçesinde bununla ‘’kadın,kız,eş vs.ifadeedilir?
b ) Gerek klasik Arapçada,gerek modern Arapçada kadının memesine ( ثدي ) denir.
c ) ‘’ كعب ‘’ tomurcuk olup,bu da ‘’GÜL VE ÇİÇEKLER’’ için kullanılır.
d ) ‘’ اتراب ‘’ ise,aynı seviyede,birbirine denk anlamındadır.
e ) Nebe-31.ayete geçen ( متقين ) ‘’Hem erkek,hem de kadınları ‘’ ifade ettiğinde,eğer 33.ayete geçen ( وكواعب اترابا ) dan maksat (cennetteki kadınlar) ise,o zaman cennete giden muttaki kadınlara kadın mı verilecek? Kadın kadınla mı evlenecek? Böyle bir şey olur mu?
Bu nedenle (Göğüsleri yeni tomurcuklanmış cennet hurileri) şeklindeki saçma sapan bir yorumun ayetin sibak ve siyakıyla da hiç mutabık değildir.
İşte görüldüğü gibi doğru mealde kadın,huri,kız,meme,turunç,nar vs.hiçbir ifade yoktur. Ayrıca kur’an da geçen hurilerin cinsellikle bir ilgisi olmayıp bunların da cennete giren kadın ve erkeklere hizmet eden ve servis yapan özel hizmetçilerdir.Yani cennetteki nimetler,hem erkeklere hem de kadınlaradır.
--- Yine kocasına diklenen kadını dövün.. (sizden alıntı)
Ayete geçen ( نشوز ) ‘’ nuşüz ‘’ gözü dışarda olma,edepsizlik ve eşine karşı sadakatsızlık’’ anlamındadır.Bu nedenle söz konusu ceza sadece bu durumda olana uygulanabilir.Bunun böyle olduğunu hz.peygamberin Veda Hutbesindeki ilgili açıklamasıdır.
--- küçük kız çocuklarını kocaya verin gibi şeylerden de söz
ediliyor” (diyorsunuz)
Peki hangi surenin hangi ayetinde ‘’ küçük kız çocuklarını kocaya verin..’’ deniliyor ? Bunu gösterebilir misiniz?
(devamı gelecek)
‘’.. Ama siz de biliyorsunuz ki bugünkü insanlar çölde deveye binen, birkaç karısına ilaveten bir dizi de cariye edinen insanlar değil, kendilerince tek eşliliği erdem sayan…’’
YanıtlaSilBu anlatıkların hiçbirine kur’an dan bir dayanak yoktur.Yani kur’an ne bir çok karı edinmesine,ne de bunlara ilaveten cariyeler edinmesine onay verir!!
Zira NİSA-3.ayetin verdiği mesaj maalesef hep yanlış algalanmıştır.Bu ayetin açıklamalı doğru meal ve ızahı ise aşağıdadır.
2-Yetimlere mallarını verin; temizi murdara değiştirmeyin.Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırarak yemeyin.Çünkü böyle yapmanız muhakkak ki büyük bir vebaldir.
NİSA-3: Eğer (himayenize almak istediğiniz) o yetimler hakkında [sosyal] adaleti yerine getiremeyeceğinizden (onların mallarını,canlarını ve her türlü insanı yaşam standartlarını koruyamayacağından) korkarsanız o zaman (durumunuza uygun bir şekilde) sizlere helal olan (o kimsesiz,çaresiz,yetim sahibi dul) kadınlardan ikişer,üçer,dörder nikahlayınız. (ve böylece onları kendi himayenize alarak insanca yaşayabilecekleri bir aile ortamına kavuşturunuz); ama eğer,[o evlendiğiniz kimsesiz,sahipsiz yetim sahibi dul] kadınlar arasında da adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız o taktirde onlardan (sadece) bir tane ile-yahut meşru bir sözleşme ile sahip olduğunuz (mülki yemin eşiniz) ile yetinin.Bu ise doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.
(Not:Savaşlar,çatışmalar sonunda kimsesiz,sahipsiz yetimleri koruyan sosyal bir devletin olmadığı bir dönemde,gücü yetenler tarafından yetim erkek ve kız çocuklarının himaye edilmesi teşvik edilmektedir.Şayet,yetimleri himaye etmek isteyip da,kendi çocukları olmayan bu yetimler arasında da adil davranma hususunda kişinin endişesi varsa,ve bu yetimlerin dul anneleri de kendilerine bir eş,yetim çocuklarına da sahip çıkacak bir baba arıyorsa,bunlara sahip çıkabilecek evli olmayan veya dul olan bir adam için buradaki hüküm sözkonusu olur.Yani bu ayetin hükmü bir sorunu çözmeye yöneliktir.Böyle bir durum için bu evliliklere ruhsat verliyor.Çünkü böyle bir durumda yetimlerin dul anneleri,kişinin nikahlı eşi olduğu için,söz konusu yetimler de onun evladı olurlar ve böylece yetim sahibi dul kadınlarla evlenen kişi kendi evladları arasında adaletsizlik yapmaması sağlanmış olur.Yine şayet,bu kişi,evleneceği yetim sahibi dul kadınlar arasında adil davranmaktan da endişe ediyorsa,bu defa sadece yetim sahibi bir dul kadınla,ya da daha önceki mevcut eşiyle yetinmelidir.Buna göre,bir zarurat olmadan hiç bir kimse kimsesiz,bakıma muhtaç dul ve yetimleri koruma dışında bir amaçla ikinci,üçüncü veya dördünce evlilik yapamaz.Bu nedenle birden fazla evlilik ruhsatı,sadece himaye edilmesi istenen yetim sahibi dul kadınlarla olabilir.Ama bir zarurat yoksa ve amaç yetimleri korumak değilse,birden fazla evliliğe ruhsat da yoktur.Yani bu ayet, sadece böyle bir sorunu çözmeye yöneliktir.Bu nedenle bugünkü ikinci evlilik kur’an’a aykırı bir evliliktir.Ayrıca dul ve yetimleri koruyan sosyal bir devlet bulunduğu zaman böyle bir duruma da ihtiyaç kalmaz.( الله اعلم )
(devamı gelecek)
YanıtlaSilNisa -3.ayetle ilgili aşağıdaki arapça yorumunu gözden geçirmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
ولابد للمتأمل المنصف الذي يريد أن يبحث مسألة التعددية الزوجية في التنزيل الحكيم من أن ينظر في هذه الآيات، وأن يقف مدققاً أمام العلاقة السببية التي أوضحها سبحانه بين موضوع تعدد الزوجات واليتامى، ضمن هذا الإطار من السياق والسباق.
كل هذا يؤكد أن مدار الآيات يدور حول اليتامى فاقدي الأب. وما زالت أمهم حية أرملة.
نحن هنا أمام أيتام فقدوا آباءهم، يريدنا تعالى ويأمرنا أن نبرَّهم ونقسط فيهم ونرعاهم وننمي لهم أموالهم وندفعها إليهم بعد أن يبلغوا
أشدهم. فكيف يتحقق ذلك؟ وهل نأخذ الأيتام القاصرين من أمهاتهم إلى بيوتنا، ونربيهم بعيداً عنها؟ هل نتردد عليهم في بيوتهم ونؤمن لهم حاجياتهم؟ يبدو الأمر وكأنه ممكن. ولكن يبقى احتمال ألا نتمكن من تنفيذ أمر الله كاملاً.
في هذه الحال، حالة الخوف من عدم النجاح بالإقساط إلى اليتامى على الوجه المطلوب وإن خفتم ألا تقسطوا في اليتامى، جاءت الآية بالحل أي بالزواج من أمهاتهم الأرامل فانكحوا ما طاب لكم من النساء والخطاب هنا موجه إلى المتزوجين من واحدة وعندهم أولاد، إذ لا محل في التعددية لعازب يتزوج أرملة واحدة عندها أولاد أيتام، بدلالة أن الآية بدأت بالاثنتين وانتهت بالأربع مثنى وثلاث ورباع.
إن الله تعالى لا يسمح فقط بالتعددية سماحاً، بل يأمر بها في الآية أمراً، لكنه يشترط لذلك شرطين: الأول أن تكون الزوجة الثانية والثالثة والرابعة أرملة ذات أولاد، والثاني أن يتحقق الخوف من عدم الإقساط إلى اليتامى، وطبيعي أن يلغى الأمر بالتعددية في حال عدم تحقق الشرطي
وهكذا يرى القارئ المتدبر أن الآيات كلها من بداية سورة النساء حتى الآية العاشرة منها كانت عن اليتامى، ولم يرد لفظ النكاح إلا في مقام الإحسان إليهم، فمن تزوج امرأة رغبة في الإحسان إلى من كان تحتها من اليتامى فذلك الذي حقق جواب الشرط
ان الأمر بالتعددية ضمن الشروط المنصوص عليها، يحل مشكلة فادحة تجلبها الحروب على التجمعات المتحاربة، من جوانب عدة
- وجود رجل إلى جانب الأرملة يحصنها ويحميها من الوقوع في الفاحشة.
- توفير مأوى آمن للأولاد اليتامى ينشؤون فيه.
- ضَمِنَ بقاء الأم الأرملة على رأس أولادها اليتامى تحفهم وترعاهم.
وفي ذلك صيانة وحماية للأولاد من التشرد والانحراف. فمؤسسات رعاية الأيتام قد يوفر بعضها المأوى لهؤلاء الأيتام، لكن ذلك يتم بعيداً عن أمهاتهم. إلا أن هذا لايلغي ضرورة وجود مياتم ومؤسسات في المجتمع تعنى باليتامى فاقدي الأب والأم (أو اللقطاء) وهنا يأتي دور التبني.
محمد شحرور
6 يوليو، 2012 •
من كتاب "نحو اصول جديدة للفقه الاسلامي "
----------------
Selam ve saygılarımla.
İbn-i Kavvami
YanıtlaSil( 584/1188 - 658/1259 )
Evliyâ, seni huzûruna getiren, ondan ayrı olduğunda seni koruyan, ahlakıyla senin ahlakını, edebiyle de senin edebini güzelleştirendir. murat,kavvam,kavvami,kavvam-i