Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.
Fethullah Gülen isimli şahsın kırk yıl boyunca din, dinî
değerler, kavramlar ve sembolleri tıpkı “afyon” gibi kullanmak suretiyle
vücuda getirip hâli hazırda da bilfiil sevk ve idare ettiği organize
çete ve şebekenin kendi ülkesine, milletine ve devletine büyük
ihanetinin en azından kamuoyunda faş olmasının resmi tarihi olarak
tescillendiği 17 Aralık operasyonunun üzerinden bir yıl kadar bir zaman
geçti. Bu zaman zarfında mezbur şahıs ve risayetindeki şebekenin hususen
halk nazarında krebilitesi tamamen sıfırlanmasa da sıfır noktasına
yaklaştı. Nitekim 30 Mart ve 10 Ağustos tarihli seçim sonuçlarından, bu
şebekenin kopardığı yaygara ve vaveylaya muadil bir toplumsal
karşılığının bulunmadığı anlaşıldı. Öte yandan, 17 ve 25 Aralık
ikliminde internete düşen beddua ve tel’in seansları söz konusu şahsın
yıllar boyunca kendini “Kıtmir”, “Abd-i aciz”, “Fakir” gibi sıfatlarla
anmasının haddi zatında azametli bir kibrin tevazu diye takdim
edilmesinden başka bir şey olmadığınıda kanıtladı.
Bugüne gelindiğinde, Gülen ve ekürisinin “Tahşiyeciler” operasyonu ekseninde yaşadıkları, Alev Alatlı’nın “Bıldır yediğin hurmalar, kışın tırmalar” atasözüyle anlatmaya çalıştığı gerçekliğin neticesinden başka bir şey değildir. Şöyle ki bu ülkede kendisini dine izafe eden bir grup veya hareket düşünün ve bu grup en başta liderleri olmak üzere yıllar yılı Allah, Kur’an, Sünnet, sevgi, merhamet gibi kavramları dilinden düşürmesin; her fırsatta “Hoşgörü ilkemizdir” gibi bir mottoyla kendini takdim etsin; derken bu grubun başındaki şahıs günün birinde çıkıp hükümet devirmeye teşebbüs etsin. Yine bu grup yıllarca gizli görüntü ve ses kaydından sınavlarda soru çalmaya, “Tahşiyeciler” meselesinde görüldüğü gibi, akla ziyan gerekçelerle insanları hapse tıktırıp hayatlarını karartmadan yurtiçi ve yurtdışında ihale dağıtmaya, Milli İstihbarat Teşkilatına ait araçların önünü kesme girişiminden kendi devletini Batı âlemine şikâyet ve jurnallemeye kadar her türlü münker ve menfur işle iştigal etsin ve bütün bunlar olup biterken Fethullah Gülen isimli şahıs sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi, sözüm ona ruhsal esrimeli vaazlar ve “İnsanlığın iftihar tablosu” gibi garip tanımlamalarla hikâye anlatmayı sürdürüversin.
Hep güçlünün yanında
Bu tablo gerçekten iğrenç ve tiksindirici bir tablodur! Yine bu tablo
ülkem, milletim, devletim veya en azından benim için utanç verici bir
tablodur! Geçmişteki sireti son derece kaypak ve karanlık olan Gülen’in
sevk ve idare ettiği bir örgütün yargıdan emniyete kadar devletin bütün
kritik kurumlarını ahtapot gibi sarmasına bunca yıldır göz yumulmuş
olması ve bugün itibariyle taşın içerisinde pirinç ayıklamak gibi berbat
bir durumla karşılaşılması, memleketteki milyonlarca insanın vicdanını
kanattığı gibi benim sinemi de yakmaktadır.
Geçmişte olduğu veçhile şimdilerde de sürekli olarak peygamberler
tarihine gönderme yapan ve bütün peygamberleri kendisi ve kendi
ekürisiyle özdeşleştiren, buna mukabil ülkesinin başındaki devlet ve
siyaset adamlarını “Firavunlar, Nemrutlar” diye nitelendiren Fethullah
Gülen günümüz Türkiye’sinde olup bitenleri de aynı minvalde
yorumlamakta, dolayısıyla başlarına gelen sıkıntıları tıpkı
peygamberlerin başlarından geçen ağır imtihanlarla bir tutmaktadır.
Hâlbuki bu şahsın ve şebekesinin bugüne kadarki serencamına kabaca göz
atıldığında, hiçbir zaman zayıfların, mazlumların yanında yer
almadıkları, aksine müdaheneci, müdaaracı ve tabasbuscu bir tavırla her
dönemde güçlünün yanında saf tuttukları derhal anlaşılır.
Darbelerde askerci
Bu gerçek bedahet düzeyinde malum ve meşhur olmasına rağmen, Gülen’in
12 Eylül 1980 darbesinden bir ay kadar sonra Sızıntı dergisinde
yayımlanan “Son Karakol” başlıklı başyazısının, “Ve, işte şimdi, bin bir
ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son
dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin
tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha
selam duruyoruz.” ifadeleriyle son bulduğunu, keza 28 Şubat döneminde,
“Genel Kurmayımızın çok değerli İkinci Başkanı, Sayın Komutanım” diye
başlayan mektubunda, “Devletimiz zaten kendisinin olan bu okulları
dilediği zaman devralabilir” diyerek Çevik Bir ve diğer askeri erkana
tabasbusta bulunduğunu bu vesileyle hatırlatmakta fayda vardır.
Yine bu vesileyle Gülen’in, “İsrail’de bomba tehdidi altındaki Yahudi
çocukları için yüreğimin yağları eriyor, onların başında patlayan
bombalar sanki içimde patlıyor” derken, Mavi Marmara gemisinde İsrail
askerlerince şehit edilen onca masum Müslüman ve memleket evladı için,
“O gemiyle yola çıkarken kime sormuşlar; İsrail’deki devlet
otoritesinden izin mi almışlar?!” mealinde sözler söylediğini de
hatırlatmak lazımdır. Bu arada, Mavi Marmara hadisesinde İsrail ve
devlet otoritesinden dem vuran Gülen’in 17 Aralık sürecinde kendi
ülkesinin başındaki siyasi figüre otorite atfetmek şöyle dursun, “Uzun,
Ağa” gibi çok çirkin sıfatlarla anmanın yanında beddua ve laneti vird-i
zeban hâline getirdiği de unutulmamalıdır.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Gülen ve ekürisinin dinî kisveli bir
hareket olarak peyda oldukları günden bu yana sürekli olarak güçlünün
yanında yer aldıklarını, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünün
fehvasınca, kendileri dışındaki tüm dinî grupları ve Kemalist/Laikçi
vesayetle mücadele eden Müslümanları bir çırpıda yalnız bıraktıkları,
hatta başörtüsü meselesiyle ilgili “Furuattandır” fetvasında görüldüğü
üzere bir kalemde sattıklarıda malumdur.
Vesayet kaderimiz mi?
Bütün bunlardan hareketle denebilir ki Gülen ve ekürisinin tuttuğu
saf peygamberler ve onların takipçilerinin safı değil, Hz. İbrahim
devrinde Nemrud’un, Hz. Musa devrinde Firavun’un, Hz. Peygamber devrinde
de Ebu Cehil ve Velid b. Muğire gibi isimlerin safıdır. Kırk yıllık bir
geçmişe uzanan, hâlen de olanca çirkefliğiyle gözümüzün önünde duran
onca habasetine rağmen bu şebekenin az çok hayırlı hizmetinden veya en
azından tabandaki mensuplarının masumiyetinden söz etmek kesinlikle saf
dillik, değilse art niyetliliktir. Kaldı ki tabanda bu şebekeye halen
sahip çıkan birçok kimse, sarhoşlarınher defasında kendi yakınlarına
değil de nefret ve kin besledikleri şahıslara küfretmesi gibi gayet
bilinçli bir tavır sergilemektedir. Aslında yediden yetmişe bütün herkes özellikle 17 Aralık’tan bu yana olup biten her şeyin yeterince farkında ve ayırdındadır.
Anadolu topraklarında narenciye ve hububattan daha çok Celali, Babai
isyancısının yetişmesi ve bu isyancıların çok kere Şeyh, Hacı, Hoca gibi
namlarla temayüz etmesi, akl-ı selim ve sağduyu sahibi herkesin
üzerinde durup düşünmesi gereken çok önemli bir meseledir. Vesayet bu
ülkenin ve milletin kaderi olmasa gerektir. Tek Parti vesayeti biter,
Asker vesayeti başlar; bu vesayet biter bitmez sözüm ona “Vaiz” ve
“Cemaat” vesayeti başlar. Bu son olsun; artık yeter!
20 Aralık 2014
20 Aralık 2014
Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/vaiz-ve-cemaat-vesayetine-de-hayir/haber-982872
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder