Kanal A'da Mehmet Toprak'ın sunduğu 21 Haziran 2017 tarihli A Politik programına Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Kenan Alpay konuk oldu.
Kadir Gecesi | A Politik / Kanal A | 21 Haziran 2017 - Mustafa Öztürk
Kanal A'da Mehmet Toprak'ın sunduğu 21 Haziran 2017 tarihli A Politik programına Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Kenan Alpay konuk oldu.
Ruh-Beden-Zihin Dengesi | Gündem Özel / CNN Türk | 9 Haziran 2017 - Mustafa Öztürk
Gündem Özel, “ruh-beden-zihin” ilişkisini masaya yatırdı.
Daha mutlu huzurlu ve dengeli bir hayatı nasıl yaşarız?
Tüketim kültürünün dayattığı anlık hazların ötesine geçebilir miyiz?
Yaşam amacımızı nasıl bulur, ruh-beden ve zihin bütünlüğünü nasıl sağlarız?
Maddi ve manevi dünyayı dengelemek mümkün mü?
Deniz Bayramoğlu sordu,
sinirbilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan, psikiyatrist Mehmet Zihni Sungur, ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, uzman psikolog Merve Otçeken yanıtladı.
Etiketler:
CNN Turk,
Konuk Olduğu Programlar,
Sinan Canan,
Video
Gayri Siyasal İslamcılıklar
1960
sonrası Türkiye İslamcılığında başından beri aktif siyaset ve reel
politik angajmanlara mesafeli duran bir damar da vardır. Bu damardaki
faaliyetler fikir, şiir, edebiyat ağırlıklıdır. Ankara’da Edebiyat
Dergisi bürosu, Akabe Kitabevi, Mavera ve Hece gibi dergi çevreleri,
Saatçi Musa’nın dükkânı, Ercüment Özkan ve İktibas Dergisi, Said
Çekmegil ve Malatya çevresi, Atasoy Müftüoğlu’nun sohbet ortamları gibi
adresler bu damarın adeta sembolleşmiş mekânları arasındadır. Merhum
Sait Çekmegil, Ercüment Özkan ve Atasoy Müftüoğlu çizgisi hariç,
İslamcılığın fikir ve edebiyat ağırlıklı bu versiyonunda dinî-ilmî
alanla ilgili eleştirel yaklaşımlar ve yeni yorumlara pek sıcak
bakılmamakta, dahası, İslam geleneksel ve kültürel motiflerle bezeli
olarak ecdat yadigârı eserler ve emanetler misali arada bir tozu alınıp
itinayla saklanmaktadır. Haliyle, bu damarda dinî hayat büyük ölçüde
gelenek referansıyla kıvam bulmakta, “İslamcı” diye anılan bazı meşhur
şairler ise “Mızraklı İlmihali”ni temel dinî referans almaktadır. İşbu
kültürel İslamcı damarın ümmetçi İslamcılığa mesafeli ve aynı zamanda
Türk, Osmanlı, Nakşibendî motifleriyle bezeli muhafazakâr gelenekçi
zihniyetle aynı kavşakta buluşması ironik bir durumdur.
***
Türkiye’de bir diğer
İslamcılık damarı daha var ki bu damarı temsil eden birçok kimse de
başlangıçta Mevdûdî, Ali Şeriatî gibi düşünürlerin tercüme eserlerini
okuyarak yetişmiş, fakat ilerleyen yıllarda Fazlur Rahman, Mehmed Said
Hatiboğlu gibi ilim adamlarının eserleri/fikirleri ile tanışmış ve
böylece dinî-ilmî alanda gelenekçi zihniyetle pek uyuşmayan yeni bir
perspektif kazanmıştır. Malum, Fazlur Rahman gerek Türkiye’deki siyasal
İslamcılığın gerekse muhafazakâr gelenekçi dinî anlayışın hemen her
varyantında “gâvur” muamelesi gören bir figürdür. Bu yüzden, Fazlur
Rahman ismine menfi bir sıfat eklemeden konuşmak, “modernistlik”, “yerli
oryantalistlik” gibi etiketlerle birlikte anılmayı peşinen göze almayı
gerektirmekte, üstelik bu durum Türkiye’deki İslamcılığın diğer
varyantlarıyla aynı kadraja girmeme gibi bir sonuç vermektedir. Hoş,
Fazlur Rahman da kendini İslamcı, hele de siyasal İslamcı olarak gören
biri değildir. Fazlur Rahman’ın dinî düşünce tarzı ile siyasal
İslamcılık arasında kan uyuşmazlığı bulunduğuna dair birçok kanıt
gösterilebilirse de kendisinin naklettiği şu anekdot meselenin
anlaşılmasına kâfidir: “Lahor’da lisansüstü çalışmalarımı sürdürürken,
Mevdûdî ne çalıştığımı sorduktan sonra, ‘Ne kadar çok (ilmî) çalışma
yaparsan amelî melekelerin o kadar çok körelir. Niçin gelip cemaate
(Cemaat-i İslâmî) katılmıyorsun?” demiş, o zaman benim cevabım şöyle
olmuştu: Ne olursa olsun, ben ilmî araştırma yapmayı seviyorum.”
Netice itibariyle,
İslamcılık günümüz Türkiye’sinde monoblok bir gövde olarak ele alınıp
tanımlanması pek mümkün görünmeyen bir söylemdir. Bilhassa Türkiye’nin
kendine özgü şartlarında bünyesine eklemlenen yeni unsurlar sebebiyle
eski muhalif karakterinden farklı bir hüviyete bürünen bu söylemin
birçok versiyonunda İslam siyaset ve iktidar sosyolojisinin konusu gibi
algılanır. Bir hocamızın yaklaşık iki ay kadar önce, “Siyasi Partiler ve
İslamcılık” başlığı altında yazdığı bir köşe yazısındaki şu ifadeler
hayli manidardır: “Ülkenin resmi ve anayasal düzeni İslamcı bir partinin
kurulmasına ve amacını gerçekleştirmek için çalışmasına izin vermiyor.
Peki, bu durumda siyaseti ve partiyi amaçları için kullanmak isteyen
İslamcılar ne yapacaklar? Makul, zamanında, yerinde, usulüne uygun
adımlar, söylem ve eylemlerle amaçlarına hizmet etmeye çalışacaklar.”
***
Hem bu ilginç ifadeler
hem de Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet ve AK Parti
tecrübeleri dikkate alındığında, siyasal İslamcılık diye tabir edilen
fikrî konsorsiyumun temsil kabiliyeti en yüksek versiyonunu konjonktürel
söylem güncellemesine dayalı olarak iktidara odaklanan ve siyasi
iktidarı toplumsal destek yoluyla kotarmaya çalışan pragmatik bir
düşünce tarzı olarak değerlendirmek mümkündür. Reel politiğin
dinamiklerine bağlı olarak kendine sık sık format atan ve dini
genellikle faydacı bir politika unsuru gibi konumlandıran bir düşünce
tarzına İslamcılık denilip denilmeyeceği de adamakıllı tartışılması
gereken bir meseledir. Son olarak, bugün itibariyle İslamcılık bakiyesi
olarak görülebilecek ya da bir şekilde İslamcılıkla
ilişkilendirilebilecek düşünce ve söylemlerin pek çoğunun, tıpkı II.
Meşruiyet döneminde olduğu gibi Türkçülük, Osmanlıcılık gibi
bileşenlerinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu bakımdan, günümüz
Türkiye’sinde, “Gerçek manada İslamcılık nedir, hakiki İslamcı kimdir?”
gibi soruların tam cevabını bulmak hayli zordur. Kanımca, bugün yapmamız
gereken iş, İslamcılık üzerine daha fazla kafa yormayı bırakıp vaktiyle
hazır bulduğumuz İslam ve müslümanlık içinde ilmî, fikrî ve ahlâkî bir
cehdle yeniden ihtida etmemiz gerektiğini anlamak ve bunun gereğini
yerine getirmeye odaklanmak olmalıdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Haziran 2017
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/gayri-siyasal-islamciliklar-4309
İslamcılık ve Muhafazakar Demokratlık
Yakın
geçmişte ve günümüzde kimilerince “ölüm ilanı” verilen, kimilerince de
en kısa sürede ölmesi gerektiği düşünülen İslamcılık, 1960’lı yıllardan
itibaren Mevdûdî, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Ali Şeriatî gibi
müslüman düşünürlerin tercüme eserlerinden istifadeyle ümmetçilik ideali
etrafında kurgulanan ve İslam’ın devlet, siyaset, ekonomi gibi
alanlarda da söyleyecek sözü bulunduğuna bu sayede muttali olan Türkiye
İslamcılığı olsa gerektir. 1970 yılında Milli Nizam Partisi ile başlayıp
bugün AK Parti ile devam eden hareket birçok kimse tarafından Türkiye
İslamcılığının siyasi sürümü olarak kabul edilir. Fakat hem Milli Görüş
ve hem de AK Parti çizgisince benimsenen genel dinî söylem Mevdûdî,
Seyyid Kutub, Şeriatî gibi fikir adamlarının anlatmaya çalıştıkları
İslam ve İslamcılıktan ziyade, Necip Fazıl, M. Şevket Eygi gibi
isimlerin dil ve ifade tarzlarında karşılık bulan ve her ne kadar
retorikte “asr-ı saadet”, “ümmet” gibi dinî motifler belirgin olsa da
temel gıdasını Selçuklu ve bilhassa Osmanlı’ya dair zengin
tahayyüllerden alan bir millî muhafazakârlığa karşılık gelir. Merhum
Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’nin tanıtım toplantısında (8
Şubat 1970) yaptığı konuşmada, “Açıkça ilan ediyorum ki bizim partimizin
kurucuları Sultan Fatih Hazretleri, Sultan Yıldırım Hazretleri, Sultan
Murad… Sultan Abdülhamid’dir” demesi bu konuda az çok fikir verir.
***
Cumhuriyet döneminde
Kemalist merkezin öteden beri din ve dindar kitlelerle başı pek hoş
olmadığından, Erbakan Hoca’nın liderlik ettiği siyasi hareket birçok yol
kazası yaşadıktan sonra laik rejimle didişmenin faydadan ziyade zarar
ürettiğini anlayınca mümkün mertebe rejimin sinir uçlarına dokunmamak ve
bu konuda çok hassas davranmak durumunda kalmıştır. Özellikle 28 Şubat
sürecinde Milli Görüş’ün derin yaralar alması bu siyasi hareketin
kendini sorgulamasına yol açmıştır. Bu kritik sorgulama parti bünyesinde
gelenekçi-yenilikçi ayrışmasını doğurmuş ve sonunda yenilikçi kanat
bağımsızlığını ilan edip Adalet ve Kalkınma Partisi olarak siyaset
sahnesindeki yerini almıştır. AK Parti dönemi birçokları tarafından
İslamcılığın iktidarla imtihanı gibi algılanmıştır. Fakat İslamcılıkla
ilgili en son tartışmalar bağlamında, AK Parti’nin yönetim kadrosuna
yakın oldukları bilinen bazı yazarlar bunun yanlış bir algı olduğunu,
çünkü Ak Parti’nin kuruluş günlerinden bu yana kendisini hiçbir zaman
İslamcı bir parti olarak tanımlamadığı gibi İslamcılık düşüncesiyle de
herhangi bir irtibatının bulunmadığını açıkça vurgulamışlardır.
Aynı camiaya mensup
diğer bazı yazarlara göre ise AK Parti döneminde iktidar tecrübesini
yaşayan eski İslamcılar bir kriz içerisine girerek İslamcılığı faydalı
bir öteki olarak araçsallaştırmış ve reddedilmesi gereken bir olgu
olarak görmüşlerdir. Bu iktidar tecrübesi geçmişte maruz kalınan
engellemeler ve kısıtlamalardan kurtulmanın yolunu liberal ve demokratik
söylemler etrafında şekillenen tezlerde aradığı ve bulduğu için,
İslamcılık dilinde sessizleşme ve fakirleşme yaşanmış, İslâmî
referanslar siyasal bir dil kaybına maruz kalmıştır. Her ne kadar
İslamcı aktörlerin yaşantısında dinî unsurlar görünse de siyasal ve
entelektüel dilde İslâmî referansların pek kullanılmaması ve bu dilin
gittikçe suskunlaşması iktidar pratiğinin İslamcılığı zaafa uğrattığı
kanaatine argüman oluşturmuştur.
Bu tespitlerin yabana
atılmaması gerekir. Zira AK Parti’nin ilk zamanlarında Erdoğan’ın
bireysel düzeyde İslam’ı referans gösterirken siyasî referans olarak da
demokrasiyi telaffuz ettiği bilinmektedir. Yine aynı süreçte partinin
muhafazakâr demokrat çizgiyi takip edecek bir parti olarak tanımlandığı
da bilinmektedir. Bu tanımlama, bir değerlendirmeye göre jakoben
Kemalist geleneğin mabetler ve vicdanlara hapsetmek istediği dinî
görünürlüğü siyasal alandan çekerek bireysel ve toplumsal alanda
kristalize etme gayretidir. Bu arada İslam depolitize edilerek dinin
toplumsal alandaki görünürlüğü muhafazakârlığa yedirilmiştir.
Dolayısıyla AK Parti’nin muhafazakârlık söylemi temelde siyasi meşruiyet
kaygısıyla belirlenmiştir. AK Parti’nin muhafazakârlık söylemi Kemalist
merkeze yönelik olarak, “Siyasal İslamcılıkla ilişkimiz yok” mesajı da
içerir.
***
Muhafazakârlık,
Cumhuriyet tarihindeki rolü itibariyle İslamcılığa meşru dil servisi
verebilecek en işlevsel ve risksiz söylemdir. Çünkü bu söylem katı
laikçi Cumhuriyet ideolojisi açısından İslamcılığın radikal talepler ve
beklentilerinden vazgeçtiği teminatı anlamına gelirken, birçok
İslamcının hâlâ İslamcı bir parti olarak görmek istediği AK Parti
açısından da kendi varlığını riske etmeme stratejisini ifade etmektedir.
Nitekim dinin muhafazakârlık düzeyinde toplumsallaştırılması hem geniş
toplumsal tabanın dinî hürriyet havasını teneffüs etmesine, hem de “din
devleti” korkularının giderilmesine önemli katkılar sağlamıştır. AK
Parti’nin “yeni muhafazakâr demokratlığı”na ilişkin dikkat çekici bir
analize göre geçmiş siyasi çizgisini sahiplenmeyen ve bu tutumu
“değişim” diye ifade eden bir siyasi hareketin “muhafaza etme”yi temel
değer olarak kodlayan muhafazakârlıkta karar kılmasının beraberinde
getirdiği ironi herhalde Türk siyasetinin “sui generis”lerinden biri
olmaya adaydır. Değişimden veya en azından mutedil tempoda olmayan hızlı
değişimden haz duymamakla maruf olan muhafazakârlığın reel politik ve
pratik düzlemde değişimi vaktiyle sembolleştiren bir siyasi partiye
ideoloji olarak seçilmesi Kemalist obskürantizmin dayattığı sinikliğin
bir tezahürü olsa gerektir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17 Haziran 2017
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamcilik-ve-muhafazakar-demokratlik-4255
İslamcılık Neydi, Ne Oldu? (I)
Son günlerde yeniden tartışmaya açılan İslamcılık düşüncesi hakkında bu köşede yazmayı düşünmüyordum; fakat Sebîlürreşad dergisinin
son sayısında (Haziran 2017, sayı: 1017) “İslamcılık” ile ilgili bir
makalemin yayınlanmasından sonra makaleyi gözden geçirip biraz
genişlettim ve üç haftalık bir yazı dizisi olarak burada da paylaşmak
istedim. Malumunuz, İslamcılık son yıllarda şu veya bu vesileyle gündeme
taşınıp tekrar tekrar tartışılan bir meseledir. 17/25 Aralık bürokratik
darbe girişiminden birkaç ay kadar önce FETÖ’nün o dönemdeki meşhur
kalemşörlerinden Mümtaz’er Türköne’nin “İslamcılık öldü!” iddiasında
bulunduğu ve bu iddianın hararetli bir tartışma konusu olduğu pek
çoğumuzun hafızasından henüz silinmiş değildir. 16 Nisan 2017
referandumunun hemen akabinde de birilerinin, “AK Parti radikal
İslamcılarla yollarını ayırmalıdır” şeklinde bir çıkış yapması üzerine
İslamcılık meselesi yeniden tartışmaya açıldı ki bu son tartışmanın
dumanı hâlâ tütmektedir. AK Parti’nin radikal ve/veya siyasal
İslamcılarla yolunu ayırıp ayırmaması reel-politikle meşguliyetten
hazzetmeyen bizim gibi insanları pek ilgilendirmemektedir. Bizi
ilgilendiren mesele, “İslamcılık aslında nedir? Sabit ve standart bir
İslamcılık modelinden söz etmek mümkün müdür?” meselesidir.
İslamcılık
düşüncesinin ortaya çıkışı genellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısıyla
tarihlendirilir ve bu düşünce İslam dinini inanç, ahlak, siyaset, devlet
ve hukuk gibi birçok bakımdan hayata hâkim kılma, müslümanlar arasında
birlik ve dayanışma tesis ederek İslam âlemini Batı karşısındaki çok
yönlü mağlubiyetten ve taahhur badiresinden kurtarma odaklı bir arayış
olarak tarif edilir. Bu tarifte İslam temel referans olarak kodlanmış
görünmekle birlikte, İslamcılık aslında XIX. yüzyıl itibariyle
müslümanların dünya üzerindeki en büyük siyasi gücünü temsil eden
Osmanlı devletini kurtarma ideolojisi olarak tebarüz eden bir düşünce
biçimidir. Dolayısıyla İslam siyasi bir ifade tarzı olarak bu düşüncenin
ideolojik setindeki işlevsel ve etkili bir araç mesabesindedir.
İslamcılığın ilk defa Namık Kemal ve Ali Suavi gibi isimlerce temsil
edilen Yeni Osmanlılar arasında gündeme gelmesi bu tespiti destekleyen
bir veri olarak değerlendirilebilir. Keza ilk nesil İslamcılıktaki
ittihad-ı İslam idealinin aslında bütün bir İslam dünyasının Osmanlı
devletinin liderliğinde birleşip bütünleşerek kurtuluşa ereceği fikrine
karşılık geldiği bu vesileyle not edilmelidir. Ayrıca II. Meşrutiyet
dönemindeki İslamcılığın Türkçülük ve muasırlık gibi fikriyatı da
muhtevi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Mısır’da Muhammed
Abduh’un siyaset ağırlıklı el-Urvetü’l-Vüskâ projesinin anlamlı bir
sonuç vermeyeceğine kanaat getirdikten sonra hocası Cemâleddin
Afgânî’yle yollarını ayırıp topyekûn kurtuluş reçetesini ıslah-tecdit
temelinde tanzim etmesi ve bu yeni/yenilikçi reçetedeki dinî
referansların Reşid Rıza, Ferid Vecdi, Mustafa el-Merâğî gibi
takipçileri tarafından “neo-selefî” diye nitelendirilebilecek bir
yaklaşımla daha da güçlendirilmesi İslamcılık düşüncesine farklı bir
boyut katmış ve bu boyutuyla İslamcılık Mehmed Âkif gibi isimlerce
Türkiye’nin düşünce iklimine de taşınmıştır. Böylece İslamcılık bir
taraftan siyasi ideolojik karakteri zayıflarken diğer taraftan fikrî ve
ilmî tarafı ağır basmaya başlayan bir hüviyet kazanmıştır. Ancak
Türkiye’de laik rejiminin kurulması ve Tek Parti yılları İslamcılık
adına bir bakıma kayıp yıllar olmuştur. Demokrat Parti’nin iktidar
yıllarında ise İslamcılıktan ziyade, popüler ve folklorik İslam güç
kazanmıştır.
Bu dönemde ortaya çıkan Necip Fazıl İman ve Aksiyon, Çöle İnen Nur, İman ve İslam Atlası
gibi eserlerle folklorik İslam ve halk dindarlığına kendince kitâbî bir
boyut katmaya çalışmış, fakat onun sahih ve muteber olarak gördüğü
İslam daha ziyade Türk-İslam sentezine dayalı bir muhafazakârlık
olmuştur. İlginçtir, bu muhafazakârlık şimdilerde hayli kabarık bir
damar olarak yeniden karşımıza çıkmış durumdadır. Muhafazakâr Türk
müslümanlığının bariz özelliklerinden biri, Nakşibendîlikle özdeş bir
Sünnîlik vurgusudur ki buradaki Sünnîlik tasavvuf-tarikat geleneğindeki
biat (inâbe), rabıta, tevessül, velayet, mehdiyet gibi birçok konudaki
ciddi sorunlarına rağmen kendisini hakikatin yegâne temsilcisi olarak
görmekte, İslam’ın başka bir yorumunda da az çok hakikat payı
bulunduğuna ihtimal dahi vermemektedir.
Necip Fazıl’ın Doğru Yolun Sapık Kolları
adlı eserine bakıldığında, hem Demokrat Parti yıllarındaki Türkiye
İslamcılığının ne kadar popülist ve sekter karakterli olduğu, hem de
Abduh, Reşid Rıza gibi ıslah-tecdit temelli İslamcılığın sapkınlıkla eş
tutulduğu görülebilir. Kısacası, Necip Fazıl’ın mazlum tarih söylemi,
iktidar fetişizmi ve intikamcı tazmin eğilimleri etrafında şekillenen
millî-dinî düşünce tarzı şayet İslamcılıksa, Işıkçılık ve Saadet-i Ebediyye
çizgisi de bal gibi İslamcılık olarak tanımlanmalıdır. Bugün itibariyle
genelde İslam’ı, özelde Sünnî akideyi müdafaa söylemleriyle ön plana
çıkan bazı çevrelerin zihin dünyalarındaki İslam ve İslamcılık da hemen
hemen aynı tarzdadır. Öte yandan, Necip Fazıl’ın İslâmî sembollerle
mezcedilmiş Türklük/Türkçülük ve milliyetçilik hassasiyetleri günümüzde
hayli sıklaşan ve mehter gibi nostaljik sembollere yoğun atıflarla bir o
kadar da vülgerleşip sığlaşan retorikle kıyaslandığında, günümüz
Türkiye’sinde pek çok kimsenin İslamcılık zannettiği din motifli düşünce
tarzının gerçekte Demokrat Parti dönemindeki popüler ve folklorik din
anlayışından pek farklı bir şey olmadığını söylemek mümkün olur ki
evliya, menkıbe, kıssa ve hurafe merakı bu anlayışın olmazsa olmazıdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Haziran 2017
Bahse Girerek İnanmak ve Pragmatist Mümin Olmak
Bundan
önceki birçok yazımda gerçekten yaşanmaya değer bir hayat sunma
bakımından iyi bir sınav vermediğimizden söz ettim ve birçok okurumuzun
bu yazılarla ilgili olarak, “İyi de hocam, çözüm ne?” türünden yorumlar
yazdığını gözlemledim. Öncelikle belirtmeliyim ki ben bu köşede Güzin
Abla hizmeti vermiyorum. Malum, Güzin Abla’nın dil dizgesinde,
“Kanaatimce…, Bildiğim kadarıyla…” diye başlayan yumuşak ifadeler pek
bulunmaz. Bilakis, “İşin o tarafı beni hiç ilgilendirmiyor… Sen şunu
şöyle yap, böyle yap!” gibi çok keskin ve köşeli ifadeler kullanılır;
sorunların çözümü de genellikle acı hap gibi sunulur. Maalesef, benim
böyle hap gibi çözüm formüllerim yok. Ama yazılarımda bir taraftan kendi
sorunlarımızı anlatırken, bir taraftan da sorunların üstesinden gelme
yollarına işaret ettiğimi düşünüyorum. Bu yazımı da aynı tarzda
yazdığımı belirterek asıl konuya giriyorum.
***
Bilindiği gibi
Kur’an’da genel olarak gayba, özel olarak dâr-ı bekaya inanmayanların
temel özellikleri arasında dünyevileşmeden, yani “Gülelim oynayalım kâm
alalım dünyadan…” (Nedim) dercesine yaşama ve dünyevî nimetlerden azami
nispette haz alma felsefesinden söz edilir. Tekâsür suresinin ilk
ayetinde -bir yoruma göre- daha çok mal mülk, servet, prestij sahibi
olmak için dünyaya abanma sevdasının inkârcıları çok fena oyaladığı
belirtilir. Bugünkü genel ahvalimizi kritik ettiğimizde dünya ve hayat
algımızın o günkü dünyaperestlerden pek farklı olmadığını, dolayısıyla
Kur’an’ın bilhassa değer açısından dünya ile kıyaslanması gayri kabil
olarak tanımladığı ahirete inandığımızı söyleyip ahiret yokmuş gibi
yaşadığımızı, üstelik üç günlük dünya uğruna yapıp ettiğimiz sayısız
reziletle bu foyamıza bizzat kendimizi şahit kıldığımızı söylemek
insafsız bir değerlendirme olmasa gerektir. Peki, bu büyük arızamız
neyle alakalıdır? Kanımca bu multifaktöriyel bir arızadır; fakat başat
faktörlerden birinin inanma şeklimiz ve gerekçemizle yakından ilişkili
olduğunda kuşku yok gibidir.
İnanma
şeklimiz/gerekçemiz derken kastettiğim şey, bahse girerek inanmak, yani
inancın temel konusu olan gayba bir nevi zar atmaktır. Hıristiyan
gelenekte, bahse girerek inanmayı kitâbî düzeyde formüle eden isim
Pascal’dır. Düşünceler adlı eserinde yer alan bahis argümanına göre
Tanrı ya vardır ya yoktur. Acaba hangi görüşe meyledeceğiz? Akıl bu
hususta karar mercii olamaz. Sonuçta bu konuyla ilgili olarak bir talih
oyunu oynanır ki bunun neticesi de yazı veya tura olacaktır. Siz hangi
taraf için bahse gireceksiniz? Mademki bir şıkkı seçme zorunluluğu var; o
zaman menfaatimize en uygun olan şıkkı arayalım… Tanrı’nın varlığı
şıkkını seçtiğiniz takdirde ne kazanıp ne kaybedeceğinizi tartalım. Bu
şıkkı seçerek bahsi kazanmış olursanız, her şeyi kazanmış olursunuz. Yok
eğer kaybederseniz, gerçekte hiçbir şey kaybetmiş olmazsınız. O halde,
hiç tereddüt etmeyin ve Tanrı’nın varlığı lehine bahse girin.
İslam geleneğinde de
gayba iman hususunda bahse giren âlimler vardır. Mesela, Gazâlî halka
yönelik bazı eserlerinde iman konusunu pragmatik açıdan anlamlı kılmak
adına bahis argümanını kullanmıştır. Bazı kaynaklarda Hz. Ali’nin de,
“Şayet sizin iddianız doğru çıkarsa, o zaman hepimiz sonsuz azaptan
kurtuluruz. Yok eğer bizim söylediğimiz doğru çıkarsa, o zaman siz
sonsuz azaba mahkûm olurken, biz kurtuluruz” dediğine dair bir rivayet
aktarılmıştır. Ancak siyer ve muteber hadis kaynaklarındaki bilgilerin
tarif ettiği Hz. Ali dikkate alındığında, hatta Hz. Ali hakkındaki
bilgilerin çok az bir kısmının sahih olduğu varsayıldığında dahi
“irfanın babası” diye nitelendirebileceğimiz bu büyük sahâbînin bahis
argümanına dayalı bir inancı ilkesel olarak tasvip ettiğini söylemek çok
kolay olmasa gerektir. Bununla birlikte Mehmet Bayrakdar Hoca’nın
Pascal Oyunu adlı kitap çalışmasında Pascal ve Gazâlî’nin yanı sıra Hz.
Ali de bahisli inanç konusuna dâhil edilmiştir.
***
Konu inanma konusu
olduğuna göre öncelikle “inanç” ile “iman”ın aynı şeyler olmadığını
vurgulamamız lazımdır. Gerçek manada iman, derin bir güven duygusuna
dayanır. Nitekim Türkçede de kullanılan emin, emniyet, emân, emanet,
teminat gibi kelimelerin tümü iman kavramıyla karındaştır. Bahis
argümanıyla inanmak, inancın nesnesi hakkında bir nevi zar atmak ve
kumar oynamaktır. Kaldı ki inanç konusunda bahse girmek Cenâb-ı Hak’la
bir tür menfaat ilişkisi kurmak anlamı taşır. Bu ilişkideki menfaat iki
boyutludur. Birisi azaptan kurtulmak, diğeri mükâfata nail olmaktır.
Kur’an’ın cennet/mükâfat, cehennem/azap ile ilgili ayetleri dikkate
alındığında, menfaat/çıkar ilişkisine dayalı inancın insânî durum
açısından az çok anlaşılabilir olduğundan söz etmek mümkündür. Bununla
birlikte Kur’an’daki dehşetli azap tasvirlerinin çok büyük çoğunlukla
müminlerden öte, İslam’ın yoluna taş koymayı meslek edinmiş inkârcılarla
ilgili olduğunu, ayrıca cennet tasvirleriyle ilgili ayetlerdeki
muhtevanın kronolojik seyir içerisinde somuttan soyuta evrildiğini,
nüzul döneminin son safhalarında nazil olan Tevbe suresinde ise cennetle
ilgili bir dizi nimet zikredildikten sonra, “Allah’ın hoşnutluğu çok
daha önemli ve değerlidir” (ve-rıdvânun minellâhî ekber) mealinde bir
ifadeye (Tevbe 9/72) yer verildiğini gözden kaçırmamak lazımdır. Sözün
özü, bahis argümanıyla inanmak, kayıp-kazanç ve çıkar hesabına
dayandığından kişiyi gerçek iman sahibi kılmaktan uzaktır. Üstelik ucuz
bir inanma tarzıdır. Böyle bir inanç tarzının ahlaklı dindarlığa temel
oluşturması ve inançla ahlakın birbirine refakat ettiği erdemli bir
yaşantıya imkân sağlaması çok zordur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Haziran 2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)