Vurun Ulan Vurun, Ben Kolay Ölmem!
Ahmed
Arif’in şiirlerini çok severim, hele de kendi sesinden dinlemeyi. En
çok da “Anadolu” şiirini severim. Bunun yanına “Otuzüç Kurşun” başlıklı
şiirini de eklemeliyim. Hele de yakın geçmişten bugüne bütün bir millet
olarak maruz kaldığımız alçakça saldırıları düşündükçe şu mısraları
özellikle zikretmeliyim:
Vurun ulan, vurun; ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm, karnımda sözüm var haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde, üç de kardaşını,
Üç nazlı selvi, ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden,
Kirve, hısım, dağların çocukları,
Fransız Kuşatmasına karşı koyanda…
Üstadın ilk dizesi,
içinden geçtiğimiz şu zor zamanlarda milletimizin metanetli duruşuna
tercüman olsa gerek. Bu topraklarda yaklaşık bin yıldır Türk milletine
vuran vurana; ama millet hâlâ dimdik ayakta… Ne var ki bu asil millet
haricî düşmanlardan çok, kısıtlı ve sınırlı imkânlarla koynunda besleyip
büyüttüğü yılanlar ve çıyanlardan muzdarip. İşbu habis yılanların
sonuncusu, Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle, “âlim ve hoca görünümlü bir
terörist, iblise ruhunu satan bir vaiz” müsveddesi ve insan demeye bin
şahit isteyen müptezel ekürisi ve avanesi…
Çiğ süt emmiş
insanoğlunun alçaklık kapasitesi o kadar geniş ki istiap haddi henüz
bilinmiyor ve kimi alçaklıklara dağ taş bile dayanmıyor. Bir taraftan
FETÖ, bir taraftan PKK, diğer bir taraftan DAEŞ’in Türk devletine ve
milletine karşı ardı arkası kesilmeyen alçakça saldırıları, “Vurun ulan
vurun, ben kolay ölmem” dizesini hatırlatıyor. Birkaç gün önce
Türkiye’yi ziyaret eden ve her hâliyle sahtekârlığın resmini çizen ABD
Başkan Yardımcısı Biden’ın özellikle Gülen alçağının Türkiye’ye iadesi
meselesiyle ilgili sözleri ise yine Ahmed Arif’in, “Ay Karanlık”
şiirindeki, “Dört yanım puşt zulası, dost yüzlü, dost gülücüklü,
cigaramdan yanar, alnım öperler; suskun, hayın, çıyansı, dört bir yanım
puşt zulası…” dizelerini hatırlatıyor.
Gerek Sayın
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tehditlere pabuç bırakmamanın
ifadesi olarak sıkça tekrar ettiği, “Biz bu yola kefenimizi giyerek
çıktık” sözünden, gerek Devlet Bahçeli’nin Yenikapı mitingindeki,
“Türkiye tüm güzellik ve görkemiyle yeni bir sefere Yenikapı’dan
başlamaktadır; Türk milleti kaderine sahip çıkmaktadır” sözünden,
gerekse Kemal Kılıçdaroğlu’nun önceki gün Artvin yolunda yaşadığı
suikast teşebbüsüne, “Bir canımız var, Allah’ın verdiği bir can; o da bu
vatana feda olsun” diye tepki vermesinden de anlaşılacağı üzere bu
millet hiçbir kahpelik ve kalleşliğe yenik düşmeyecektir. Başka bir
ifadeyle, Türk milleti 15 Temmuz darbe teşebbüsünde ortaya koyduğu asil
duruşu ve birliktelik şuurunu muhafaza ettikçe hiç kimse Türkiye’yi
terör, tedhiş, darbe gibi yollarla terbiye edemeyecektir.
Bütün bu ifadelerimiz
su katılmamış hamaset ve hamiyete hamledilebilir. Evet, bal gibi
hamaset, bal gibi de hamiyettir. Çünkü ben bu topraklarda dünyaya
geldim; Anadolu’yu ata yurdu, anavatan bildim; yemyeşil Giresun’u canım
gibi sevdim. Yine ben bu devletin imkânlarıyla yetiştim. Hâl böyleyken,
bir insanın yurdunu, milletini, devletini koruma gayreti hamasi retorik
yargısıyla burun kıvrılacak bir şey midir? Ezcümle, mademki Ahmed
Arif’in bir şiiriyle başladık, yine onun bir şiiriyle, Anadolu
şiirindeki şu dizelerle bitirelim:
Öyle yıkma kendini, öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol, içerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne, üstüne; tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile, dayan iş ile, tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile, dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım, namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım, oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden, gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Ağustos 2016
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/vurun-ulan-vurun-ben-kolay-olmem-1963
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/vurun-ulan-vurun-ben-kolay-olmem-1963
FETÖ Meselesini Dinî Bir Hikâyeye Dönüştürme Riski
FETÖ
meselesi 15 Temmuz gecesinden itibaren tüm görsel ve yazılı medya
organlarının değişmez gündem maddesi oldu ve hemen herkes bu mesele
hakkında uzun boylu konuştu. Bu meseleyle ilgili konuşmalar ve
yorumların çoğunlukla din referanslı olması dikkat çekici bir husustu.
Ancak FETÖ’nün hemen her platformda din (İslam) açısından konuşulup
tartışılması pek faydalı ve anlamlı olmadı. Çünkü bu saatten sonra
FETÖ’nün sözde din anlayışının masaya yatırılması terminal evredeki
kanser hastasına ilk kez tanı konulmasından farksızdı. Kaldı ki vaktiyle
FETÖ bünyesinde yıllarını harcamış birkaç figürün neredeyse tüm
televizyon kanallarını tek tek dolaşıp dedikodu tarzında sayısız
saçmalık anlatması meselenin sulandırılması ve cıvık bir hâl alması gibi
menfi bir durum yarattı.
***
Başka bir ifadeyle,
söz konusu figürlerin itirafçı edasıyla anlattıkları saçma sapan
şeylerin, sözgelimi Fethullah Gülen’in pis tırnaklarının ve iç
çamaşırlarının teberrüken saklanıp kutsandığı yönündeki iğrenç
hikâyelerin magazin kıvamında olması işin ciddiyetinin gözden
kaçırılması riskine yol açtı. Bugün gelinen nokta itibarıyla FETÖ
meselesi sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, psikiyatri gibi çeşitli
alanların yanı sıra özellikle din-devlet-siyaset ilişkisi boyutuyla da
değerlendirilmelidir. Bütün bunlara uluslararası derin devlet yapıları
ve gizli servis irtibatları ile kriminal boyutlar da dâhil edilmelidir.
Tek boyutlu değerlendirmelerin eksik ve kadük kalması mukadderdir. Çünkü
karşımızdaki örgüt hem fikir/düşünce biçimi, hem örgütlenme modeli, hem
de ilişki ağı itibarıyla ahtapot misalidir.
FETÖ meselesinin tüm
boyutlarıyla ele alınıp etraflıca analiz edilmesi tek kişinin
başarabileceği bir iş değildir. Bu işin devlet tarafından
projelendirilip kurumsal düzeyde ve planlı şekilde yürütülmesi gerekir.
03-04 Ağustos 2016 tarihli Olağanüstü Din Şurası’nın sonuç
bildirgesindeki beyana göre Diyanet İşleri Başkanlığı FETÖ meselesinin
dinî boyutunu masaya yatırma işini üstlenmiştir. Ancak Diyanet’in
hareket kabiliyeti ve refleksleri ağır bir kurum olduğu, ince eleyip sık
dokuyayım derken enerji israfında bulunduğu bilinmektedir. Bu sebeple,
meselenin dinî boyutuna ilişkin çalışmalarda YÖK marifetiyle ilahiyat
fakülteleri, sosyal bilimler enstitüleri, hatta siyaset ve toplum
araştırmalarına yoğunlaşmış düşünce kuruluşları ve vakıflar gibi
kurumların da devreye sokulması ve ortaya çıkacak sonuçların mutlak
surette tatbik mevkiine konulması gerekir.
***
Eğitim-öğretim sahamız
ve müktesebatımızın ilahiyatla ilgili olması hasebiyle FETÖ meselesi
hakkında yazıp çizdiklerimizin din çerçeveli olması gayet tabiidir.
Ancak dikkat edilirse, bizim bu konuda ürettiğimiz metinler büyük ölçüde
FETÖ’nün yapısal özelliklerini, referans mercilerini ve bu yapıya
mensup alçakların dinî değerler, semboller ve kavramlar üzerinden neyi
gerçekleştirmek istediklerini ortaya koymaya yöneliktir. Gülen ve
ekürisinin manyaklıklarını sayıp dökerek meseleyi magazinleştirmek
hiçbir şekilde ilgi alanımıza girmemektedir. Ayrıca meselenin dinî
açıdan ele alınışında sadece sivrisineğin değil, FETÖ gibi
sivrisinekleri üreten bataklık zemininin de hesaba katılması ve
kritiklerin buna göre yapılması gerekir. Aksi halde bugün FETÖ gider,
yarın bir gün ÇETO gelir.
Burada anlatmaya
çalıştığımız husus, herhangi bir cemaati sırf cemaat olduğu için
bertaraf etmek gerektiği düşüncesini ifade etmemektedir. Kaldı ki böyle
bir düşünce hakikat tekelciliğinden ve dolayısıyla faşistlikten başka
bir şey değildir. Bizim düşüncemiz, zülfüyâra dokunma pahasına
geleneksel dinî düşünce kalıplarının kelâm (usûl-i din) açısından
adamakıllı sorgulanması gerektiğine dair bir tekliftir. Bu teklif son
derece önemlidir; zira son yazısında İlhami Güler’in de dikkat çektiği
gibi, “Bazı Sünnî âlimlerin kitaplarında “Hz. Peygamber ölmedi” iddiası
kayıtlı bulunduğu ve günümüzde kanaat önderi ya da din adamı sıfatıyla
anılan/tanınan birçok kişi bu iddianın doğruluğunu savunduğu halde,
FETÖ’cülerin, “Hz. Peygamber bizim olimpiyatlara katıldı; Fetullah
efendi yakaza hâlinde Hz. Peygamber’le görüştü” tarzındaki beyanlarının
aslında birer hezeyan olduğunu anlatmak ne kadar mümkün olabilir?
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Ağustos 2016
Kırmızı Başlıklı Kızın Uzun Kollu Dedesi Fetullah
Uzun
zamandan beri Fetullah ve avenesince temsil edilen münafıklık ve din
sahtekârlığını kırmızı başlıklı kız masalıyla karikatürize etmişimdir.
Şöyle ki evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal pireler
berber iken bir varmış bir yokmuş… Benim gibi bazı kuşkucular hariç bu
ülkedeki sayısız insan bir zamanlar, yani 1960’lı yılların ortalarından
17/25 Aralık sürecine kadar tıpkı kırmızı başlıklı kız gibi pek safça
duygularla bu alçak Fetullah ve şebekesine kucak açıp elinden gelen her
türlü desteği verir, hatta sözüm ona Türkçe olimpiyatlarında üç beş
zenci veya çekik gözlü çocuk “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur”
şarkısını söyleyince milliyetçi duyguları coşup kendilerinden geçermiş;
bu arada sayısız sözde entelektüel, aydın ve akademisyen de kâh Abant
toplantılarına katılmak, kâh Zaman gazetesinde iki satır yazmak, kâh
Samanyolu gibi televizyonlarda bir kez olsun konuşmak için adeta sıraya
girermiş…
Bir tarafta bütün bu
aymazlıklar ve fırıldaklıklar yaşanırken, diğer tarafta milletin bazı
evlatları tıpkı hasta ninesini ziyarete giden kırmızı başlıklı kızın,
“Buralara kadar gelip bana yiyecek getirdiğin için teşekkür ederim.
Yaklaş da seni seveyim” diyen nine kılıklı kurttan işkillenmesi gibi
Fetullah ve avenesinden derin kuşku duyarmış. Zira kırmızı başlıklı
kızın, “Kolların neden bu kadar uzun büyükanne?” sorusuna, “Seni daha
iyi kucaklayabilmek için” diye cevap veren kurt gibi, FETÖ’nün de “Türk
Silahlı Kuvvetleri, yargı ve emniyet gibi tüm devlet kurumları abdestli,
namazlı insanlar tarafından idare edilsin ve böylece devlet ile imanlı
millet kucaklaşıversin” demesine bizim gibi kuşkucular hiç inanmamış,
ama ne hikmetse hemen hiç kimseyi bu konuda ikna etmeyi başaramamıştır.
***
Kırmızı başlıklı
kızın, “Kulakların neden büyük peki?” sorusuna gelince, Fetullah ve
avenesinden hareketle bu soruya verilecek en doğru cevabın, başta devlet
adamları olmak üzere belki milyonlarca insanın telefonlarını gizlice
dinleyip havuzda biriktirdiği ses ve konuşma kayıtlarını dış piyasada
CIA, Mossad gibi gizli servislerle paylaşmak, iç pazarda ise çok yönlü
şantaj malzemesi olarak kullanmaktan ibaret olduğu 17/25 Aralık
itibarıyla anlaşılmış ve fakat yine de gaflet uykusundan tam olarak
uyanılamamıştır. Kırmızı başlıklı kızın, “Gözlerin neden kocaman peki?”
sorusu da 17/25 Aralık sürecinde ve hatta daha öncesinde, kameralı
röntgencilikle sayısız insanın mahremiyetine ve harim-i ismetine tecavüz
olarak cevabını bulmasına rağmen gaflet yine ağır basmıştır. En nihayet
Fetullah, kırmızı başlıklı kızın, “Dişlerin neden sivri peki?” sorusunu
15 Temmuz darbe girişimi olarak cevaplamıştır. Bereket versin ki bu
aziz millet derhal imdada koşarak hem ülkeyi ve devleti hem de kendi
izzet ve şerefini korumayı başarmıştır.
Evet, Fetullah alçağı
ve avenesi yıllar boyu Allah deyip soru çaldığı, Peygamber deyip
röntgencilik yaptığı, ahlak deyip ahlaksızlığın en iyi temsilini ortaya
koyduğu halde ne yazık ki sayısız insan onca zaman bu yapıya yalakalık
yapıp yaranmaya çalışmıştır. Bir nebzecik basiret ve feraset dahi bu
alçak Fetullah ve avenesindeki haysiyetsizlik, karaktersizlik,
riyakârlık, sahtekârlık, münafıklık gibi sayısız rezileti fark ettirdiği
halde yıllar yılı bu melun yapıya kol kanat gerilmesi en azından benim
için halen kanayan bir yaradır. Binlerce insanın günahına giren, sayısız
ocak söndüren bu melunları onca zaman koruyup kollayan ve gönüllü
destekle palazlandıran her kim varsa Allah’ından bulsun!
***
15 Temmuz tarihine
kadar özellikle ilahiyat camiasından Fetullah’ın din bataklığı hakkında
güçlü bir ses çıkmamasına gelince, bu sessizlik ve suskunluk kanımca
gaflet ve dalalet kapsamında mütalaa edilmelidir. Birçok siyasetçi, iş
adamı ve akademisyenin yıllar boyu FETÖ ile dirsek temasında bulunması
ise gafletten öte, kazan kazan aritmetiği, parlak ikbal beklentisi ve
kariyer hedefi gibi çıkarlara odaklı hıyanet kapsamında
değerlendirilmelidir. Peki ya geçmişte FETÖ’nün hemen her davetine
iştirak eden, dinlerarası diyalog gibi ilhâdî projelere katkı veren,
hatta Fetullah’ın müctehid olduğuna dair müstakil eserler telif eden
kişilerin bugün yine sütten çıkmış ak kaşık gibi arz-ı endam etmelerine
ne demeli?.. Son söz olarak Ömer Lekesiz’in şu ifadeleri isabetli olsa
gerektir: “Hani FETÖ başı vatansever bir İslam âlimiydi? Onu bu sanla
parlatmak için müstakil kitap yazanlara, gazete yazıları döşeyenlere bu
günah dünya ve ahirette yeterli gelecektir.”
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Ağustos 2016
Kitap | Kur'an, Vahiy, Nüzûl
İlginçtir, Kur’ân-ı Kerîm diğer bütün kutsal metinlerden daha fazla ilmî
çalışma ve araştırmaya konu olduğu, belki de bütün kitaplardan daha
fazla hakkında konuşulduğu, üstelik mastar veya isim olarak yetmiş kadar
ayette anıldığı ve on beş asırdır müslümanların dilinde vird-i zeban
gibi dolaştığı halde “Kur’ân” lafzının hangi dilden, hangi kökten
türediği ve tam olarak ne ifade ettiği meselesi halen netleştirilebilmiş
değildir.
Sipariş Seçenekleri
kitapyurdu
babil.com
PTT Kitap
Sipariş Seçenekleri
kitapyurdu
babil.com
PTT Kitap
İndirilmiş Din ile Uydurulmuş Din Söylemi
Son
zamanlarda sıkça duyduğumuz “indirilmiş din-uydurulmuş din” söyleminin
patenti kime aittir, bilmiyorum. Ancak ben bu sükseli söylemdeki
“indirilmiş din” tabirinin anlam coğrafyasıyla ilgileniyorum ve bilhassa
“İndirilmiş din budur” demenin ilmî açıdan hesabı verilebilir bir
söylem olup olmadığı meselesini tartışmak istiyorum. Anladığım
kadarıyla, “indirilmiş din” tabiri paradigmatik olarak dinî alanı
gelenekten arındırma ve hüküm kaynağı olarak doğrudan doğruya nassa,
hususen Kur’an’a başvurma anlayışını ifade ediyor. “Uydurulmuş din” ise
dinî alanda katı gelenekçiliğe ya da gelenek fetişizmine işaret ediyor.
İslamiyet’in ilk
asırlarından itibaren dinî düşüncenin gelenekçilik ve yenilikçilik diye
ifade edebileceğimiz iki fikrî damar arasındaki gerginlik zemininde
kendini ürettiği, sözgelimi Ehl-i hadis ekolünün gelenekçi, Ehl-i rey
ekolünün de şu veya bu şekilde yenilikçi damarı temsil ettiği
söylenebilir. Bu iki ekol arasındaki ilmî ve fikrî gerginliğin son
yüzyıllara kadar İslam dünyasını taşıdığı halde son birkaç yüzyıldaki
çok boyutlu umumi krizin aşılmasında yetersiz kaldığı, bu yüzden de dinî
düşüncenin rekonstrüksiyonu noktasında arayışlar başladığı tespitinde
bulunulabilir ve “indirilmiş din-uydurulmuş din” retoriği de bu yeni
arayışlar kapsamında değerlendirilebilir.
***
Ne var ki “indirilmiş
din” tabiri çok tehlikeli bir noktayı imlemektedir. Öncelikle, herhangi
birimizin “indirilmiş din” adına “uydurulmuş din” eleştirisi yaptığı
iddiasında bulunması, kendini -haşa- Allah’ın yerine koyması anlamına
gelir. Çünkü “İndirilmiş din budur” demek, bir bakıma, “Allah din
konusunda ne kastettiyse, ben de tam olarak onu söylüyorum” demektir.
Bunun içindir ki tefsir geleneğinde birçok büyük müfessir herhangi bir
ayetle ilgili farklı görüşleri ve kendi tercihlerini zikrettikten sonra
“vallâhu a’lem bi-murâdih” (Ne kastettiğini en iyi bilen, Allah’tır)
demeyi ilke edinmiştir.
Mutlak hakikati
temellük iddiasında bulunmak ve tek hakikatçi dille konuşmak
hiçbirimizin haddi değildir. Kaldı ki içimizden birinin “indirilmiş din”
dediği şey, bir diğerimiz için “uydurulmuş din” olarak görülebilir.
Diğer taraftan, her birimiz hata ve nisyan ile malul bir beşeriz.
Kısacık hayat hikâyemizde kaç kez yanıldığımızın haddi hududu
belirsizken, hangi cüretle “İndirilmiş din bizden sorulur” derecesine
konuşabiliriz? Dinî alanda söylediğimiz hemen her şey, özellikle aklımız
ve düşünce tarzımızı şekillendiren tarihsel koşullara bağlı birer
yorumdan ibarettir. Kur’an’ın herhangi bir ayetine verdiğimiz mana ve
meal de yorum alanına dâhildir. Her meal düpedüz te’vil, yani çeşitli
anlam ihtimallerinden birini tercihten ibarettir.
***
Metin içi ve metin
dışı deliller ve karinelere istinaden farklı görüşler arasında tercih
yapabileceğiniz gibi yeni bir görüş de üretebilirsiniz. Ancak kendi
görüşünüzü “indirilmiş din”, başka görüş ve tercihleri “uydurulmuş din”
diye kategorize edemezsiniz. Çünkü murad-ı ilâhînin zuhur ettiği mahal
ve makam siz değilsiniz. Aynı şekilde İslam ilim geleneğindeki bir yorum
ve ictihadı tenkit edebilirsiniz; fakat topyekûn geleneğe “uydurulmuş
din” diyemezsiniz. Ayrıca “uydurulmuş din” gerekçesiyle tasfiye
ettiğiniz geleneğin boşluğunu kendi öznelliğinizle doldurduğunuzu ve bu
dolguyu da “indirilmiş din” diye sunduğunuzu itiraf etmelisiniz.
Öte yandan,
“indirilmiş din” dediğiniz yorumun bilgi tabanını, “Bu ayet şunu
söylüyor” deme imkânınızı ve hatta Kur’an’daki herhangi bir kelimeyle
ilgili anlam stokunuzu bile geleneğin devamlılık ve taşıyıcılık işlevine
borçlu olduğunuzu bilmelisiniz. Hâliyle, geleneğe karşı topyekûn
inkârcı tutumun, kendi atanız ve babanızı inkârdan pek farklı olmadığını
bilmekle mükellefsiniz. Babanızın bazı huylarını sevmeyebilir ve
eleştirebilirsiniz; fakat şu huyları ve davranışları hoşuma gitmiyor
diye babanızı reddetmenin kendinizi soysuzlaştırmak anlamına geldiğini
de bilmelisiniz. Ayrıca gelenek karşıtlığını takıntı haline
getirdiğinizde, bu tutumun sümük-i şerifçileri çoğaltacağını göz ardı
etmemelisiniz. Uzun lafzın kısası, fiyakalı retorikler üretirken,
şehvet-i kelamın keyfi kadar muhtemel polemiklerin toplumsal tabandaki
maliyetlerini de hesaba katmakla mükellefsiniz.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Ağustos 2016
Cemaat Kavramının Talihsizliği
1960’lı
yılların ikinci yarısında kayıt dışı bir dinî yapı olarak ortaya çıkan
Gülenci hareket zaman içerisinde hem siyasi iktidarlara yanaşmak, hem de
askeri erkâna yalakalık yapmak suretiyle palazlandı ve nihayet kırk
yıllık macerasını ekmeğini yiyip suyunu içtiği vatana ihanetle
noktalayan bir örgüt olarak kodlandı. Özellikle Tek Parti döneminde dinî
alana yoğun baskı uygulanması bu tür merdiven altı ve kayıt dışı dinî
yapıların oluşumunda önemli rol oynadı. Ancak bu yapılar salt oluşmakla
kalmadı, zaman içerisinde kendilerine özgü dinî anlayışlar da oluşturdu.
Bu durum mezhep içinde mezhep, meşrep içinde meşrep peyda olması gibi
bir sonuç doğurdu. Rûm 30/32. ayetteki küllü hizbin bimâ ledeyhim
ferihûn ifadesinde işaret edildiği gibi, her cemaat kendine özgü
meşrebinden gayet memnun ve mutluydu.
Aslında bu, “Sizin
dininiz size, bizimki bize” diye ifade edilebilecek bir ayrışma
tablosuydu. Bu tabloda toplumun kahir ekseriyetince benimsenen Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi teorik düzeyde kapsayıcı ve kuşatıcı bir
mezhebi ifade etse de pratik düzeyde birlik ve bütünleşme adına hemen
hiçbir anlam taşımaz oldu. Çünkü cemaat kavramı artık dinî alanda birlik
ve bütünleşmeyi değil, irili ufaklı gruplar halinde bölünmeyi ifade
ediyordu. O kadar ki birimizin, “Ben Ehl-i Sünnet mezhebindenim” demesi
bile hemen hiçbir şey ifade etmiyor; çünkü Sünnîliğin sıhhat ölçütleri
muhtelif cemaatlerce belirleniyor, dolayısıyla her birimizin itikaden
cemaatler nezdinde akredite edilmesi gerekiyordu.
AK Parti döneminde
dindarlara geniş alan açılıp rahat nefes alma imkânı sağlanmasıyla
birlikte birçok cemaat, kendisine rakip veya hasım gördüğü diğer
cemaatler ve dinî grupları saf dışı edip kendi nüfuz alanını genişletmek
için mafyavari yöntemlere tevessül etmeye başladı. Bu durum bir bakıma
rahat batması sendromuydu. Fethullahçı örgüt ise hem mülevves tabiatı
hem de gizli yapılanmasıyla bambaşka bir arızaydı. Çünkü bu örgüt ceviz
ağacı gibi kendi gölgesinde hiç kimseye rahat nefes aldırmıyordu.
Aslında diğer cemaatler de bencillik ve özseverlik bakımından pek farklı
sayılmazdı; ancak bunların mecmuu, palazlanma safahatını henüz
tamamlamadığından pek göze batmadı ve tehlike algısına konu olmadı.
Merdiven altı ve kayıt
dışı dinî yapılarla ilgili en temel sorunlardan birisi bin küsur yıllık
dinî ilim, hüküm ve kaynak hiyerarşisinin alt üst edilmesi ve buna
bağlı olarak dinin istismar aygıtına dönüştürülmesidir. En ciddi
istismar ve manipülasyon, cemaat yapılarında dinin lahûtî kaynağına
alternatif nâsûtî otoriteler ve hiyerarşiler tesis edilmesidir. Tıpkı
FETÖ’nün başındaki Fetullah gibi, diğer cemaatlerde de şeyhler, pirler
ve üstatların birer “Şârî” kabul edildiği hemen herkesin bildiği bir
şeydir. Öyle ki bir cemaat kendi şeyhinin ağzından çıkan sözü sübut ve
delaleti kati nas gibi telakki etmekte, bir diğer cemaat ise pirinin
şer’î ahkâmla çatışan beyanlarında derin hikmetler aranması gerektiğini
düşünmektedir. Fakat sonuçta her bir cemaatin müntesipleri mutlak
sadakatle bağlandıkları fanilerin bir kez olsun yanılabileceğini
kabullenmemeye sanki ant içmişledir. Cemaat tezgâhından geçen insanların
mankurtlaşması işte böyle bir şeydir.
Bu açıdan
bakıldığında, kimi zaman sezaropapistlik, kimi zaman da idare-i
maslahatçılık açısından tenkit edilen Diyanet’in özellikle açık
kimliğinden dolayı hem denetlenebilir hem de sorgulanabilir bir müessese
olduğu söylenebilir. Diyanet’e ait din söylemlerinde yavanlık gibi bazı
sorunlardan söz edilebilirse de sonuçta tüm sorunlarına rağmen bu
kurumun hiçbir cemaatle mukayese edilemeyeceği kesindir. Aynı hüküm
imam-hatipler ve ilahiyatlar için de geçerlidir. İmam hatip okulları
özellikle 1980’li yıllardaki enerjisinden çok şey kaybetmiş olabilir;
keza ilahiyat fakülteleri ilmî performans açısından yetersiz
görülebilir, hatta umumi tembellikle de itham edilebilir. Ancak bu iki
kurumun fabrika ayarları farklı görüşler ve yönelimleri benimsemiş
insanları bir arada tutma işlevine sahiptir. Dolayısıyla bu kurumlar
tornadan çıkmış ve mankurtlaşmış tipolojiler üretmemektedir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ağustos 2016
Sâdeddin Köpeklik ve Postalseverlik Geleneği
Selçuklular
ve Osmanlılardan bugüne değin Anadolu coğrafyasında entrika, kumpas ve
ihanet girişimlerinin ardı arkası kesilmiyor. Hırsızın çok kere evin
içinde olması ve bu yüzden kapının kilit tutmaması nedendir, tam olarak
bilinmiyor. Bu kötü gelenek kısmen devlet babacılık, törecilik ve örf-i
sultânîcilikle, kısmen de İran/Acem devlet geleneği ve Bizans
müesseselerinden etkilenmişlikle ilgili olabilir. Son derece önem arz
eden bu konunun etraflıca araştırılması gerekir. Türklerin İslam’ı kabul
ettikleri günden bu yana dinî değerlerin ferdî düzeyde çok etkili
olduğu ve dönüştürücü rol oynadığı tartışma götürmemekle birlikte,
kurumsal düzeyde, bilhassa devlet geleneğinde İslam’ın yüzey
cilalamaktan ve çok kere de istismar konusu olmaktan fazla bir işlev
görmediği söylenebilir.
Bu tuhaf durum,
Ertuğrul dizisinden tanıdığımız Sâdeddin Köpek figürüyle
örneklendirilebilir. İranlı tarihçi İbn Bîbî, Köpek’in cömert ve
hoşsohbet biri olarak halka çok iyi davrandığını, mazlumlara yardım edip
zalimleri şiddetle cezalandırdığını, özellikle iktâ sahiplerinin haksız
vergi almalarını önlediği için çiftçiler tarafından çok sevildiğini
aktarır. Buna mukabil aynı Köpek devlet işlerinde soysuz, müfsit, hain
ve habis gibi sıfatlarla muttasıf bir kumpas ve entrika piri olarak
karşımıza çıkar. II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in atabegi Şemseddin
Altunaba’yı öldürtmek, İzzeddin Kılıcarslan’ın annesini boğdurtmak,
Tâceddin Pervâne’nin Ankara’da recmedilerek öldürülmesini sağlamak,
Kemâleddin Kâmyâr’ı katlettirmek gibi kumpaslara imza atan Köpek,
Selçuklu tahtına oturmak ve bunun için de hanedana mensubiyetini
ispatlamak adına kendisinin I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in gayrimeşru çocuğu
olduğu iddiasında bulunacak kadar da soysuzlaşır. Ancak sonunda
sultanın şaraphanesinde şarabdâr ve adamları tarafından katledilir;
cesedi demir bir kafes içine konularak Kubâdâbâd Sarayı’nın kale burcuna
asılır ve böylece su testisi su yolunda kırılır.
***
Tanpınar Beş Şehir’de
Konya ve Anadolu Selçuklularıyla ilgili olarak şunları aktarır:
“Kösedağ Muharebesi’nden sonra genç hatta çocuk yaşta tahta çıkan ve bir
türlü rüşt sahibi olamayan gölge hükümdarların, İlhânîler tarafından
yarlıkla (fermanla) nasbedilmiş veya nüfuzları teyit edilmiş sözü
padişahtan bile üstün vezirlerin, emirlerin, naiplerin, pervanelerin
devri başlar. İki merkeze birden bağlı olmanın sebep olduğu entrikalar,
iç harpler, aşiret hoşnutsuzluk ve isyanları birbirini kovalar.
Muhteris, maceraperest şehzadeler, her an dışarının müdahalesini
memleket üzerine çekerdi. Kimi Moğol saraylarından hükümdarlık dilenir,
kimi Bizans’tan aldığı yardımla tahta geçer… Bitmez tükenmez
entrikaları, isyanları, ihanetleriyle, zehir, hançer ve yay kirişleriyle
ölümleri -zamanın örfüne göre sülâleden prensler kendi yaylarının
kirişiyle boğulurdu- biri sönünce öbürü kurulan aristokrat ve çoğu büyük
âlim, vezir ailelerinin hususî politikalarıyla Anadolu tam bir Ortaçağ
sonu yaşar. Hoyrat ve şehevî II. Keykubad bir ziyafet sofrasında lalası
tarafından Altınordu yolunda zehirlenir. IV. Kılıç Arslan kendisini
tahta çıkaran Muînüddîn Pervane tarafından bir ziyafet sofrasında
-şüphesiz Moğolların tasvibiyle- boğulur.
***
Osmanlı’ya gelince,
III. Ahmed devrinde Patrona Haliller -ki Patrona isyanı, kızının düğünü
münasebetiyle İstanbul’a gelen Sadâret Kethüdâsı Mehmed Paşa’nın
kaymakam paşayı ve yeniçeri ağası Hasan Ağa’yı isyan hakkında uyardığı
halde âsilere karşı ciddi güvenlik tedbiri alınmaması gibi yönleriyle 15
Temmuz darbe teşebbüsünü anımsatır-, III. Selim devrinde Kabakçı
Mustafalar ve II. Süleyman devrinden (1687-1691) Sultan Abdülaziz
dönemine kadar Yeğen Osman, Kara Murad, Hüseyin Avni gibi paşaların
“postalseverlik” diye de ifade edebileceğimiz sayısız entrika, kumpas,
isyan ve ihanete imza attıkları malumdur. Diğer taraftan Osmanlı devlet
geleneğinde kardeş katliyle ilgili meşhur uygulamalar, on dokuz
şehzadeyi boğdurtmak suretiyle kardeş katli rekorunu elinde bulunduran
III. Mehmed gibi padişahlar ve gün yüzü görmeyen şehzadeler de bambaşka
trajik mevzulardır. Sözün özü, bu topraklar sadece küffârın değil,
içimizdeki hainlerin de döktüğü şehit kanlarıyla sulanmış bir vatandır.
Devletle ilgili hainlik geleneğinin kökünü kazıyıp kıyamete kadar
sonlandırmak mümkün olmasa dahi bundan böyle hainler konusunda bir an
bile tedbirsiz davranmamak ve FETÖ’cüler gibi tescilli hainleri hukuki
nizamdan sapmaksızın en ağır şekilde cezalandırmak devletin boynuna borç
olmalıdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 30 Temmuz 2016
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/sadeddin-kopeklik-ve-postalseverlik-gelenegi-1721
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/sadeddin-kopeklik-ve-postalseverlik-gelenegi-1721
Bin Nasihat Bir Musibetten Evlâ Olsun Artık!
Gönül
isterdi ki bin nasihat bir musibetten evla olsun; ama maalesef olmadı.
Dahası, FETÖ’cü alçakların darbe teşebbüsü “bir musibet bin nasihatten
evladır” sözünü bir kez daha doğruladı. Uzun zaman boyunca kendilerini
barışçıl eğitim gönüllüleri olarak lanse eden ve son zamanlara kadar
hoşgörü, alçakgönüllülük gibi yumuşak kavramlarla konuşmayı yeğleyen
aşağılık Gülen ve mankurtları din ve dinî değerler üzerinden sayısız
insanı ayartmakla kalmadı, pervasız talepkarlık ve arsızlığını vatana
millete hizmet ambalajıyla siyasete pazarlamayı da başardı.
Aslında din sadece
FETÖ’de değil, dinî semboller ve referanslar kullanan birçok cemaat ve
harekette de hem meşruiyet kazanma hem de aklanma işlevi gören bir
aparat mesabesindedir. Türkiye’deki dinî cemaatler ve hareketlerin pek
çoğu kendi işini avukata havale edip başkasının işleriyle meşgul olan
kimselerden müteşekkil tüzel kişilikler gibidir. Başka bir ifadeyle, bu
cemaatler asıl işlerini ve işlevlerini rafa kaldırıp olmadık işlere
burun sokmakla mümeyyizdir. Birçok üst düzey kamu kurum ve kuruluşunda
ehliyet ve liyakatten ziyade “bizimkiler” ölçütüne itibar edilmesi ve
bürokratik mekanizmanın bir bakıma aşiret sistemi gibi işletilmesi
çeşitli cemaatlerin devlet içerisinde derebeylikler kurup istedikleri
gibi at oynatmalarına imkân sağlamaktadır. Bugün kamu kurumlarında
vaziyeti kurtarmak adına yapılan geniş çaplı tasfiyeler durumun
vahametini ortaya koymaktadır.
Cemaatler uzun
zamandan beri dinden ziyade dünya işleriyle meşgul olmakta, tabir
caizse, din üzerinden devşirdikleri sermayeyi dünyevî alanlara
yatırmakta, özellikle de devletin kritik kurumlarında ve çeşitli
bakanlıklarda kolonileşmeye çalışmaktadır. Bu arada kendilerini
Diyanet’e alternatif olarak takdim etmeyi de elden bırakmamaktadır.
Diğer taraftan son zamanda kendisini siyasi iktidar nezdinde akredite
olmuşluk vasfıyla tanıtan yeni bir oluşum itikat tashihciliğine
soyunarak hem nüfuz alanlarını genişletme gayretiyle ön plana çıkmakta,
hem de husumet besledikleri veya kendilerine rakip gördükleri grupları
yaftalamak suretiyle darbe fırsatçılığı yapmaktadır. Dahası, 17/25
Aralık hadisesi patlak verdiğinde, bekle-gör politikasıyla, “Bakalım, bu
kavgada kim galip gelecek” diye uzun süre bekleyen, hükümetin galebe
çaldığı kesinlik kazanınca FETÖ aleyhine kükreyen birçok dinî grup,
şimdilerde demokrasi nöbeti adına bülbül gibi şakımaktadır.
15 Temmuz vakası gibi
ikinci bir musibet bin nasihatten evla olmasın dileğiyle şunu
belirtmeliyim ki tüm cemaatler kendi sivil alanlarına çekilmeli, bundan
böyle siyaset, hükümet ve devletle senli-benli ilişki kurmak suretiyle
kabak tadı vermelerine müsaade edilmemelidir. Aksi halde FETÖ örneğinde
olduğu gibi şımarıp arsızlaşmaları ve palazlandıkça devletin başını
ağrıtmaları kaçınılmaz görünmektedir. FETÖ gibi patolojik yapıların
devlete sızıp yuvalanmasında siyaset geleneğimizdeki kötü
alışkanlıkların başat rol oynadığı kesindir. Bu alışkanlıklardan biri,
dinî cemaatlerin birer aşiret gibi görülmesi ve kendileriyle
ivazlı-garazlı ilişkilere girilmesidir. Siyaset ile dinî cemaatler
arasında bu tür bir ilişki kurulduğu sürece, “Lanet olası FETÖ nasıl bu
hale geldi” diye yakınmak nafiledir. Yine siyaset ve devlet ile
cemaatler arasında ahbap çavuş ilişkisi bulunduğu sürece, icap-kabul ve
alışveriş prosedürünün işlemesi de gayet tabiidir. Haliyle, geçmiş
yıllardaki birçok KPSS sınavlarında olduğu gibi sayısız insanın hakkının
yenilmesi ve sonuçta binlerce mağdurun/mazlumun ahından dolayı ağır
maliyetler ödenmesi mukadderdir.
Bu vesileyle, 15
Temmuz darbe teşebbüsünün devlet katında serinkanlı ve teennili şekilde
değerlendirilmesi gerektiğini de belirtmek gerekir. Tüm FETÖ’cülerin
iflahı kesilmeli, ancak darbe fırsatçılarına da prim verilmemelidir.
Özellikle insanların şahsi husumet ve hesaplaşma arzusuyla birbirleri
aleyhinde muhbirlik yapmak gibi ahlaksızlıklara tevessül edebileceğini
dikkate alarak kurunun yanında yaşın yanmamasına azami özen
gösterilmeli, dolayısıyla soruşturma prosedürü somut bilgi, belge, tanık
gibi maddi unsurlar refakatinde işletilmelidir. Yok eğer devlet
“Kavgada yumruk sayılmaz” derse, bu durum sapla samanın birbirine
karışmasına yol açmanın yanında aşağılık FETÖ’cülerin ekmeğine de yağ
sürebilir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Temmuz 2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)