Şiddetperest Millet, Terörist Devlet: İsrail
Filistin
ve Gazze yine kan revan içinde; 8-10 milyonluk nüfusa sahip İsrail
devleti bütün dünyanın gözü önünde Filistin topraklarında düpedüz
katliam yaparken, 1. 6 milyarlık İslam âlemi bu büyük insanlık suçuna
hiçbir ciddi müeyyideyle karşılık verememekte… Ne yazık ki insanlık ve
Müslümanlık imtihanımız berbat geçmekte… Tarih bizim bu hâl-i pür
melalimizi elbette not etmekte… İslam dünyasının -ki böyle bir dünyanın
gerçekten mevcut olup olmadığı da apayrı bir mesele- büyük bir kısmında
aymazlık, vurdumduymazlık, aldırışsızlık, duyarsızlık, bana değmeyen
yılan bin yaşasıncılık gibi gayr-i ahlâkî haller maalesef üst seviyede…
Bu yüzden, İslam âleminin aydınlık sabahlara uyanması hayli uzak bir
gelecekte…
***
Bizim durumumuz budur;
ama bugün karşı karşıya olduğumuz sorun da bir şizofrene dert anlatmak
kadar zor bir sorundur. Bilenler bilir, psikopatolojik rahatsızlıkları
bulunan insanla bir arada yaşamak hakikaten çok zordur; çünkü karşınızda
kimyası bozulmuş, akıl ve ruh sağlığı alt üst olmuş, bu yüzden de ne
zaman ne yapacağı belirsiz hâl almış bir insan vardır. Bu durum sadece
tek tek insanlar için değil, milletler ve devletler için de söz
konusudur. Mesela, İsrail hem millet hem devlet olarak hasta, yani
basbayağı ruh hastasıdır. Bugünkü İsrail halkı içinde insani, vicdani ve
ahlaki duyarlılıklarını yitirmemiş pek çok insan kuşkusuz vardır ve bu
insanlar için sözüm meclisten dışarıdır. Ancak Hz. Musa döneminde
Mısır’dan çıkıştan bugüne kadar geçen üç bin küsur yıllık zaman
diliminde İsrailoğulları ve Yahudilerin serencamına bakıldığında, ortaya
çıkan tablonun ruhsal hastalık tablosu olduğu rahatlıkla anlaşılır. Bu
hastalığın etyolojisi incelendiğinde, en temeldeki faktörün şiddetle
yoğrulmuşluktan naşi şiddetperestlik ve teolojik temelli teröristlik
teşhisine ulaşılır.
Yahudilikle ilgili
çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Baki Adam’ın belirttiği üzere Yahudi
teolojisi şiddet üzerine kurulmuştur. Daha açıkçası, Yahudilik Tanrı
Yehova’nın hem İsrailoğulları’nın düşmanlarına hem de bizzat “Benim
halkım” dediği İsrailoğulları’na uyguladığı korkunç şiddetin ikliminde
doğmuş ve şiddetle yoğrulmuştur. Karen Armstrong’un Yahudi kutsal
kitaplarındaki anlatımlara dayalı betimlemesine göre Yehova adeta terör
estiren, son derece zalim, kimlikkeş, tarafgir ve katil bir tanrıdır.
Orduların tanrısı, Yahova Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş
tanrısıdır. İflah olmaz derecede partizan bir tanrıdır bu; kendi
gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan,
basit bir kabile tanrısıdır.
Eski Ahit’te diye
anılan kutsal kitap koleksiyonunun tarihsel süreçte birçok farklı
kalemin katkısıyla son şeklini alıp kanonikleştiği birçok Yahudi
araştırmacı tarafından da kabul edilen bir husustur. Dolayısıyla
Yahudilerin farklı dönemlerde yaşadıkları kötü olayların derin travmatik
etkilerini kendi kutsal kitaplarına ve tanrı tasavvurlarına
yansıttıkları kuşkusuzdur. Tevrat’ta Yehova’nın çok kere şiddet yanlısı,
savaşçı ve intikamcı bir tanrı olarak tanımlanması önemli ölçüde
İsrailoğulları’nın sağlıksız ruh halleriyle alakalıdır. Eski Ahit’te
anlatıldığına göre Peygamber Samuel ilahi ferman olarak Kral Saul’e
şunları aktarmıştır: “Şimdi git, Amelekileri vur ve onların her şeyini
tamamen yok et, onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte
olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!” (I. Samuel,
15/2-3).
Baki Adam’ın
ifadesiyle, Tanrı Yehova çok kere de kendi halkını (İsrailoğulları)
şiddetle cezalandırmıştır. İsrailoğulları’nın maruz kaldığı kitlesel
şiddet, onların psiko-sosyal yapısını derinden etkilemiş, onları bir
bakıma şiddete bağımlı hale getirmiştir. Mısır’dan çıkış sürecinde
İsrailoğulları’nın şiddet eğilimleri dışa vurmuştur. Kimi zaman
birbirlerine şiddet uygulamışlar, kimi zaman da Musa’ya ve abisi Harun’a
saldırmışlardır. Tanrı Yehova ilkin onlara merhametli davranmıştır.
Çünkü onlar Tanrı’ya göre henüz eğitilmesi ve yetiştirilmesi gereken bir
çocuktur. Fakat İsrailoğulları’nın rehabilite olmak yerine daha da
hastalıklı hâle gelmeleri Yehova’nın sabrını taşırmıştır. Korkaklıkları,
sürekli sızlanmaları ve isyankâr davranışları karşısında Tanrı Yehova
onlara fiziksel şiddet de uygulamaya başlamıştır. Kimi zaman yer yarılıp
günahkârları yutmuş, kimi zaman gökten gelen bir ateş onları yakmış,
kimi zaman da yılanların saldırısına uğramışlardır.
***
İsrail’in hem
şiddetperest bir millet hem de teolojik temelli terörist bir devlet
olduğunu daha derinden anlayıp kavramak için Roger Garaudy’in İsrail,
Mitler ve Terör ile İlâhîi Mesajlar Toprağı Filistin adlı eserlerini
okumak gerekir. Bu vesileyle ilk eserin baş tarafındaki şu ifadeleri de
aktarmak gerekir: “İslâm’ın Yükselişi ve Çöküşü” adlı eserimde Müslüman
entegrizminin merkez üssü olan Suudi Arabistan’ı gözler önüne serdim. Bu
eserde, Amerika’nın Ortadoğu’yu istilasındaki hempası olan Kral Fahd’ı
İslamcılığı İslam’ın bir hastalığı haline getiren “siyasi fahişe” olarak
takdim ettim. Bir taraftan çocuk aldırma ve gebelikten korunmaya karşı
çıktığını açıklayarak “hayatı savunduğu”nu iddia ederken, diğer taraftan
Amerika’nın dayatmasıyla sürdürülen “pazar tektanrıcılığı”nın
kurbanları olarak yetersiz beslenme ve açlıktan her yıl on iki buçuk
milyon çocuk can verirken susan Roma Katolik entegrizmi hakkında iki
eser yayınladım. Bu kitaplarım “Allah’a İhtiyacımız Var mı?” ve (pazar
tektanrıcılığına karşı yazılmış olan) “Bir Din Savaşına Doğru mu?”
adlarını taşıyorlar. Üçlü çalışmamızın üçüncü kanadı olan “İsrail
Politikasının Kurucu Efsaneleri” ise “İsrail’in Allah”ı yerine, “İsrail
Devleti”ni koymaktan ibaret olan politik siyonizmin sapkınlığını
sergiliyor. Bu hâliyle İsrail devleti dünyanın geçici efendilerinin,
yani Batı tipi büyümenin temel taşı olan Ortadoğu petrollerini
sahiplenme gayesi güden Amerika Birleşik Devletleri’nin batmayan nükleer
uçak gemisi konumundadır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 19 Mayıs 2018
Birkaç 100 Fransız
Birkaç
gün önce Fransa’da İslam karşıtı bir bildiri yayımlandı. Başta eski
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere birçok siyasetçi ve
yazar-çizerden oluşan 300 kişilik bir güruhun imzasıyla yayımlanan
bildiride, “Din temelli şiddet ve Yahudi karşıtı fikirlere dayanak
oluşturduğu gerekçesiyle bazı ayetlerin ortadan kaldırılması” gerektiği
vurgulandı. Bu skandal bildiri söz konusu güruhun İslam’a ve Kur’an’a ne
kadar Fransız kaldıklarının ibretlik vesikasıydı. Fakat özellikle
Kur’an’a Fransız kalma durumu masumane bir cehalet veya aymazlıktan öte,
iflah olmaz bir hasımlıktı.
***
Bu hasmane tavır
karşısında “İslam barış dinidir” retoriğine sığınmak kesinlikle züldür.
Kur’an insanlık için “dünyada salah, ahirette felah” diyen bir ilahi
kitaptır; fakat bu dünyada fitne (zulüm) ve fesadın belini kırıp sulh ve
salahı hâkim kılmak için savaş kaçınılmaz olursa, bu amaç uğrunda
savaşmayı da emreden bir ilahi kelamdır. Evet, Kur’an’da Hz. Peygamber
ve ilk Müslüman nesille aynı muhitte yaşayan Yahudileri hem zemmeden hem
de onlarla savaşmayı emreden ayetler vardır. Fakat bu ayetlerin her
birinin Hz. Peygamber ve Müslümanlar ile Medine Yahudileri arasında
cereyan eden gergin olaylar dizisini muhtevi bir sosyolojik bağlam
içinde nazil olduğu malumdur. Dolayısıyla Kur’an’ın Yahudiler hakkındaki
beyanlarını doğru anlayıp yorumlamak için öncelikle ilgili ayetler
kendi nüzul bağlamlarına oturtulmalıdır. Bunun için de Hz. Peygamber ve
ilk Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin seyri mutlaka dikkate
alınmalıdır. Benî Kaynuka’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza isimli üç büyük
Yahudi kabilesinin Hz. Peygamber ve Müslümanlar aleyhine ne dolaplar
çevirdikleri, hatta sadece Benî Nadîrli Kâ’b b. Eşref’in yapıp ettikleri
dikkate alındığında, Kur’an’ın Yahudileri niçin zemmettiği
kendiliğinden anlaşılır.
Her neyse, bu tefsir
bahsini şimdilik kapatalım ve Kur’an’a Fransız kalan Fransızlara birkaç
kontra soru soralım: Hz. İsa, “Ey Kudüs! Peygamberleri katleden,
kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs!” (Matta 23/37) diye feryat
ederken acaba Yahudi düşmanlığı mı yapıyordu? Hz. İsa’yı canından
bezdirenler, “Ferisî” namıyla meşhur ham Yobaz Yahudi cemaati değildi de
yoksa Ümmet-i Muhammed miydi!? Öte yandan, bir zamanlar Seferad ve
Aşkenaz Yahudilerine reva görülen onca zulüm ve katliam, “Bir yanağına
vurana, öbür yanağını çevir” (Luka 6/29) diyen af ve merhamet abidesi
Hz. İsa’ya yaraşır bir ümmet olma gayretinden mi neşet etmişti? 1572’de
binlerce Protestan’ın katliyle sonuçlanan Aziz Bartholomew katliamı,
“Eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona
abanı da bırak” (Matta 5/40) diyen Hz. İsa’ya sadakat göstergesi miydi?
II. Dünya savaşından sonra Yahudilerin Tanrı’ya gücenip darılmalarına ve
basbayağı dargınlık teolojisi (Auschwitz teolojisi) kurmalarına vesile
olan Holocaust/Holokost (Nazilerin Yahudi soykırımı) felaketi acaba
kimlerin eseriydi?
Ortaçağlarda Haçlı
seferleri, modern zamanlarda Bosna katliamları, Afganistan ve Irak
işgalleri ve dahi yüzyıllar boyu dünyanın dört bir yanında sömürgecilik
ve haydutluk faaliyetleri… Hâsılı, “Denizde kum, Hıristiyanlıkta cürüm”
dense yeridir. Hıristiyanlık tarihi aslında bir günah galerisidir.
Hıristiyan teolojisi, özellikle “teslis” akidesi ise dinler tarihindeki
en büyük skandallardan birisidir. İnsanlığa karşı işlenmiş sayısız büyük
cürmün hem varisleri hem failleri oldukları ve kendi dindaşları da
dâhil neredeyse tüm insanlık ailesinden özür dilemekle mükellef
bulundukları halde bugünkü Hıristiyan Batı dünyasının ve özellikle bu
300 Fransız’ın kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi sunup İslam’a ve
Kur’an’a çamur atma cüretinde bulunması çok büyük bir ahlaksızlık, hatta
alçaklıktır.
Gelinen bu noktada
bizim de İslam’a ve Kur’an’a Fransız kalmamızdan bahis açmamız, yani
çuvaldızı 300 Fransız’a batırırken hiç değilse toplu iğneyi de kendimize
batırmamız lazımdır. Malum, Kur’an’da savaşla ilgili pek çok ayet
vardır. Mesela, “Fitne ortadan kalkıp din Allah’ın oluncaya kadar
onlarla savaşın” (Bakara 2/193) mealindeki ayet tam da bu konuyla
alakalıdır. Ayetteki “fitne” kelimesi klasik tefsir ve fıkıh
kitaplarının pek çoğunda “şirk veya küfür” diye yorumlanır; dolayısıyla
küfrün/şirkin mevcudiyeti mutlak savaş sebebi sayılır. Hâlbuki bu ayet,
nazil olduğu sosyolojik bağlam içerisinde, “İnanca yönelik her türlü
baskı ve zulüm (fitne) ortadan kalkıp, insanların din ve inanç hususunda
Allah’tan başkasına hesap vermek zorunda kalmayacakları bir özgürlük
ortamı sağlanıncaya kadar o müstebid müşriklerle savaşın” buyurmakta ve
bu ilahi buyrukta inanç özgürlüğünün teminat altına alınması
amaçlanmaktadır.
***
Ama gelin görün ki
tefsir ve fıkıh geleneğindeki yerleşik kurala göre Kur’an yorumunda
itibar edilmesi gereken husus, sebeb-i nüzulle irtibatlı özel ve özgün
anlam değil, ayetteki lafızlara yüklenecek genel manadır. Hz.
Peygamber’in siret ve sünnetiyle iç içelik arz eden tarihî bağlam devre
dışı kaldığında, “fitne” kelimesi pekâlâ “küfür, şirk” diye
yorumlanabilir ve bu yorum üzerine “yeryüzünde küfür/şirk ortadan
kalkıncaya değin ehl-i küfürle savaşmak farzdır” gibi bir hüküm
kurulabilir. Nitekim IŞİD/DAEŞ isimli terör/tedhiş çetesi de bu ayeti
Konstantiniyye ve Rumiyah gibi propaganda dergilerinde aynen böyle
yorumlamaktadır. Daha doğrusu, DAEŞ yorum yapmamakta, bilakis Kurtubî,
İbn Kesîr gibi müfessirlerin yorumlarını harfi harfine aktarmaktadır.
İşte bu tablo, geleneksel din anlayışımız, Kur’an tasavvurumuz ve
tefsir-tevil paradigmamızla ilgili basmakalıp bilgilerimiz ve
ezberlerimizi gözden geçirip adamakıllı sorgulamamızı kaçınılmaz
kılmaktadır. Kanımca, “İslam’ın güncellenmesi” diye tabir edilen
meselenin özü de budur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Mayıs 2018
Serzeniş
İlim
âleminde, anlam ve çağrışım itibariyle en güzel, en sıcak kelimeler ve
kavramlardan biri, “müzakere”dir. Çünkü müzakere her şeyden önce
müşareket, müştereklik, işteşlik belirtir. Müzakere özellikle ilim
meclislerinde “akıl akıldan üstündür” atasözünü akla getirir ve bir
mesele hakkında karşılıklı görüşüp konuşmayı, fikir teatisinde bulunmayı
belirtir. Bu bakımdan müzakere ilmî alanda çok seslilik, çok renklilik,
zenginlik, verimlilik anlamına gelir. Sempozyum, çalıştay gibi ilmî
faaliyetlerde müzakere en az bildiri/tebliğ kadar önemlidir. Çünkü
müzakereci, tebliğ sahibinin gözden kaçırdığı, maddi hata yaptığı
yerlere dikkat çekebilir; tebliğde eksik kalan hususların tamamlanmasına
ilişkin tekliflerde bulunabilir veya tebliğde irdelenen konuya daha
farklı bir zaviyeden bakılmasına ilişkin ufuk açıcı önerilerde
bulunabilir ve bütün bunlar ilmî bir meselenin çok daha etraflı ve olgun
biçimde ele alınıp ortaya konulmasına ciddi katkılar sağlayabilir.
***
Ne var ki bütün
bunlar, “ilmî müzakere”nin olması gereken şekliyle ilgilidir ve reel
düzlem açısından ne yazık ki büyük ölçüde dilek ve temenniden ibarettir.
Müzakerenin bir de olan şekli vardır ki bu şekil özellikle bizim
İlahiyat akademyasında caridir. Hemen her sempozyumda bizzat tanıklık
ettiğimiz üzere bizim camiada müzakere daha ziyade çok tuhaf bir hırs,
ihtiras, şehvet-i kelam ve kifayetsiz muhterislik meselesi, hatta
“fırsat bu fırsat” modunda bir hesap görme psikolojisi ve dahi kırmızı
görmüş boğa psikolojisiyle icra edilen bir köylülük ameliyesidir.
Müzakere geleneğimiz “kifayetsiz muhterislik” kadar, salt
“kifayetsizlik” illetiyle de mualleldir. Sözgelimi, tebliğci bir ekol ya
da mezhebin İslam düşünce tarihindeki izdüşümlerini irdeler ve bu
konuda müzakereciden ilmî/fikrî katkı bekler; ama bir de bakarsınız ki
müzakereci zat kendisine ayrılan sürenin neredeyse tamamını, bir Türkçe
öğretmeninin kompozisyon sınav kâğıtlarını okuma tarzından farksız
değerlendirmelerle heder eder. Yani müzakere etmekle yükümlü olduğu
bildirideki fikir örgüsünü anlamaktan aciz oluşunu, metindeki virgül,
noktalı virgül eksikliklerini tespitle kapatmayı hedefler ve nihayet
kendince altın vuruş olarak gördüğü, “Tebliğci konuyu anlamamış”
mealindeki bir spot cümleyle tebliğcinin defterini dürdüğünü zanneder.
Evet, aynen böyle,
tıpkı bir karikatür gibi, sayısız müzakere ve müzakereci gördüm ben bu
bizim camiada. En sonuncusuna da daha birkaç gün önce denk geldim ve ne
yazık ki bana ait bir tebliğin sözde müzakeresi/müzakerecisi olarak
şahitlik ettim. Programda, “Zâhirî Anlayışın İslam Düşüncesinde ve
Çağdaş Selefîlikteki İzdüşümleri” başlıklı bir tebliğ sunmuş ve tebliğin
giriş kısmında Zâhirî anlayışın ilk ve ibtidai örneklerine sahabe
devrinde de rastlanabileceğine ilişkin bir tespit çerçevesinde,
Kur’an’daki “siyah iplik-beyaz iplik” tabirinin sahâbî Adî b. Hâtem
tarafından bilindik iplik olarak anlaşılmasından ve Hz. Peygamber’in Adî
b. Hâtem’e, “inneke le-arîzü’l-kafâ” (Not: Bu nükteli ifadenin manası
için hadis kaynaklarına bakılabilir) diye mukabelede bulunmasından söz
etmiştim. Bu noktada, “Zâhirî okuma ve anlamanın ilk, iptidai, yani
henüz tam şekillenmemiş ve sistemleşmemiş örneği” anlamında kullandığım
“ilk ve primitif örnek” tabiri, “müzakereci profesör” tarafından, “Sen
sahabeye ilkel dedin” şeklinde değerlendirildi ve işte tam bu kertede
keçileri kaçırmak mukadder hale geldi. Her neyse, o gün orada, bütün bu
garabetlere tanıklık eden birçok genç İlahiyatçı araştırmacıdan biri,
iki gün önce şahsıma ithafen kaleme aldığı bir şiir gönderdi. “Serzeniş”
başlıklı şiir, o gün orada yaşadıklarımız da dâhil ilim camiamızın
umumi manzarasını şöyle tasvir ediyordu:
***
Ehl-i ilme sual eyledim bir gün/Âlem-i ilimde ahvâl nasıldı?
Gözünde bir efkâr, yüzünde hüzün/Önce bir âh çekip, şöyle söz aldı:
Her zamanki gibi sığlık revaçta/Ben itidal derim; gözler hep uçta
Cefâkârlar sanki boşa kulaçta/Mesnetsiz delilden sıdkım sıyrıldı
Akıl uyur; zâhirîlik ayılır/İlmin özü tenkit, küfür sayılır
İlim diye ezbercilik yayılır/Kupkuru nakilden sıdkım sıyrıldı
Kör taklide revan ehl-i taassup/Niyeti gayeyi göz ardı tutup,
Her söylediğime buluyor bir kulp/Söz çarpıtan dilden sıdkım sıyrıldı
Ben gitmek diyorum, o durmak anlar/Ben gövde diyorum, o tırnak anlar
Ben hedef diyorum, o parmak anlar/Cühelâ - cahilden sıdkım sıyrıldı
Dedim usûl - yöntem? Dedi anlamam/Dedim maksat - bağlam? Dedi tınlamam
Dedim akıl - izan? Dedi boş kelam/Körkütük gafilden sıdkım sıyrıldı
Kırmızıyı gören boğa misali/Anlamadan saldırıyor ahali
Bilmem ki onlar mı, ben miyim deli/Üslûbu rezilden sıdkım sıyrıldı
Lâ havle çeksem de dayanmıyor can/Devamlı önyargı, daim suizan
İllallah eyledim laf anlatmaktan/İdrak ı zelilden sıdkım sıyrıldı
Hakan’ım, dedim ki: Hocam aldırma/Başını ilimden aman kaldırma
Dedi ki: haklısın, velakin amma/Tahsilsiz tahsilden sıdkım sıyrıldı.
Hakan Atalay
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 5 Mayıs 2018
Zâhirî-Selefî Din Yorumu
Bugün,
29 Mayıs Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi (Kuramer) tarafından
İstanbul’da (İSAM Konferans Salonu, Üsküdar/İstanbul) düzenlenen
“Zâhirî-Selefî Din Yorumu” konulu sempozyumdayız. Prof. Dr. Sönmez
Kutlu’nun (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) “Zâhirî İslam
Anlayışının Zihniyet Analizi: Epistemolojik, Teolojik ve Kültürel
Temelleri” başlıklı konferansıyla açılacak sempozyum programı iki
oturumdan oluşmaktadır. İlk oturumda, “Zâhirî Anlayışın Fıkha ve Fıkıh
Usûlüne Yansıması” (Prof. Dr. H. Yunus Apaydın, Erciyes Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi) ve “Selefî Akımların İslam Algısında Zâhirî-Lafzî
Yorumun Yansımaları” (Prof. Dr. M. Zeki İşcan, Atatürk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi) başlıklı bildiriler sunulacaktır. İkinci oturumda
ise “Günümüz Zâhirî-Selefî Çevrelerin Hadis Algısı ve Literalizm Sorunu”
(Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
ve “Zâhirî Yaklaşımın İslam Düşüncesi ve Çağdaş Selefîlikteki
İzdüşümleri” (Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi) başlıklı bildirilerin sunumu yapılacaktır.
***
Sempozyumda sunulan
bildiriler Prof. Dr. Mehmet Erdoğan (Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi), Prof. Dr. Hasan Hacak (Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi), Prof. Dr. Sıddık Korkmaz (Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Fethi Kerim Kazanç (Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Zekeriya Güler (29 Mayıs
Üniversitesi Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesi), Prof. Dr.
Mustafa Ertürk (İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi), Prof. Dr.
Osman Bilen (Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) ve Prof. Dr.
Ali Rıza Gül (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
tarafından müzakere edilecektir. Bildiriler ve müzakereler çerçevesinde
serimlenecek bilgi, görüş ve değerlendirmelerin özellikle Temel İslam
Bilimleri alanında yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapan genç
araştırmacılar için ufuk açıcı olacağı şüphesizdir. Bu vesileyle
programın avâm-ı nâsa hitap eder tarzda olmadığını, çünkü muhtevada dinî
hikâye, menkıbe ve kıssa bulunmadığını özellikle belirtmek gerekir.
Zâhirîlik, ilmî ve
akademik araştırmalarda genellikle muayyen bir fıkıh mezhebi olarak ele
alınır ve çok büyük ölçüde İbn Hazm’ın birkaç eserinden hareketle
analizler yapılır. Oysa Zâhirîlik genelde İslam’ı, özelde nassları
(ayetler ve hadisler) ve şer’î ahkâmı anlama tarzı olarak çok geniş bir
tanımlamadır ve bu tanımlama ilk dönem Hâricî fırkalardan Ehl-i Hadis ve
Selefiyye’ye, Dâvûd b. Ali’nin tesis ettiği Zâhiriyye mezhebinden
Şâfiîlik, Hanbelîlik ve günümüzdeki cihatçı Selefî hareketlere kadar çok
çeşitli mezhep, ekol ve başka yapıları kuşatır. Metodolojik açıdan
bakıldığında ise Zâhirîlik nassları ve şer’î ahkâmı anlama/açıklama
hususunda metin-merkezci ve lafız-beyan eksenli yaklaşımları içeren bir
tanımlamadır.
Zâhirî anlayış
genellikle nassın kendine özgü hususiyetlerinden bağımsız olarak,
öznenin nassa yaklaşım biçiminden hareketle değerlendirilir. Hâlbuki bu
anlayış her şeyden önce Kur’an metnindeki dil, üslup ve ifade tarzıyla
ilişkilidir. Bilhassa emir-yasak içerikli nasslardaki beyanlara
bakıldığında, bu beyanların çok zahir ve sarih olduğu, sözgelimi
Kur’an’da “tilke hudûdullâh” gibi lafızlarla kesin sınırlar ve kayıtlar
konulduğu hemen anlaşılır. Bu tür bir açık hitap tarzı karşısında,
muhatabın kendini kışladaki asker gibi hissetmesi gayet tabiidir. Ne var
ki İslam düşünce geleneğinde, başta İhvân-ı Safâ ve İsmâilî filozoflar
olmak üzere Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve daha birçok
mutasavvıf “zâhir”e burun kıvırarak hep “bâtın”la ilgilenmişler ve bu
seçkinci eğilime paralel olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasında
zâhir-bâtın, avâm-havâs gibi kategorik ayrımları çok önemsemişlerdir.
Özellikle tasavvuf kültüründe rağbet gören bu meşhur ayrımdaki temel
kabul zâhirin “avâm”a, bâtının” havâs”sa hitap ettiği yönündedir.
***
İlâhî hitabın
Arabî-lisânî kalıplar içinde somutlaşmış bir metin olması ve bu metnin
fıkıh geleneğinde hukuk kodu gibi kullanılması anlam, yorum ve hüküm
istinbatında verili bir unsur olarak “zâhir”e riayet edilmesini
kaçınılmaz hâle getirir. Başka bir ifadeyle, bilhassa fıkıh ve kelam
disiplinlerinin normatif karakterli olması, dilde verili bir unsur
olarak ilk planda “zâhir”i esas almayı gerektirir. Öte yandan, Ehl-i
Hadis ve Selefiyye ekolünde dinin nass, haber ve selefi taklitten ibaret
görülmesi ve aynı zamanda İmam Şâfiî’den İbn Hazm’a uzanan Zâhirî
çizgide genel olarak dinde, özel olarak Kur’an ve Sünnet’te tüm hayat
olaylarıyla ilgili bir delilin bulunduğu fikrinin benimsenmesi nassların
hemen her tikel/fer’î/cüz’î konu veya sorunda dahi referans metni
olarak kullanılmasını icap ettirir. Bütün bunlar Zâhirîlik çerçevesinde
tartışılması gereken önemli meselelerdir. Gerek dinî-ahlâkî kimliğimizin
teşekkülünde gerek hayat pratiğimizin tanziminde her bir fer’î
meseleyle ilgili olarak nassa başvurmak zorunda olup olmadığımız ve dahi
nassı hukuk kodu gibi kullanmakla nereye varacağımız meselesini de bu
vesileyle teşrih masasına yatırmak gerekir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Nisan 2018
FETÖ Meselesinde Sorumsuzluk ve Sululuk
FETÖ
ve elebaşısı hakkında epey zamandan beri yazı yazmadım; çünkü artık
yazmaktan usandım. Beni bu konu hakkında konuşmak ve yazmaktan usandıran
temel sebeplerden biri, geçmişte Gülen’in teveccühüne mazhar olmak ya
da en azından onunla aynı fotoğraf karesinde yer almak için adeta
birbiriyle yarışan birçok kişinin bugün, “Kimin FETÖ’cü olduğunu en iyi
ben bilirim” edasıyla konuşup yazacak kadar pişkin olmasıdır. Hele de
yıllar boyu Gülen alçağının yanı başında ömür tüketmiş olan birkaç
bilindik şahsın, bu alçağın alçaklıklarını sanki daha dün fark
etmişçesine, gayet saf, bön, masumane tavırlarla konuşması, üstüne
üstlük “Filan üniversite rektörü, falan bürokrat FETÖ’cü!” diyerek
muhbirliğe soyunması yok mu, vallahi dayanılmaz kahırdır.
***
Bütün bu tiksinç hallere rağmen bir kez
daha FETÖ ve elebaşısı hakkında yazma gerekçem, son günlerde tanıklık
ettiğimiz sorumsuz birtakım açıklamalar ve sululukla eşdeğer bazı
yazılardır. Sorumsuz açıklamalardan kastım, devlet katında ve üst düzey
sorumluluk makamında bulunan kimi zevatın, “Milli Eğitim Bakanlığı
bünyesinde FETÖ’yle mücadele nihayete erdi”, “Askeri Okullar tam
manasıyla FETÖ’den temizlendi” türünden gevşek beyanlarda bulunması ve
daha dün bu tür beyanlarda bulunan birinin bugün çıkıp, “Hazırlık
aşamasındaki yeni OHAL kararnamesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki üç
bin kripto FETÖ’cü ihraç edilecek” şeklinde bilgiler paylaşmasıdır.
Başta devletin en kritik kurumlarına sızma becerisi olmak üzere
sinsilik, habislik ve lüzûcîlikte (yapışkanlık) eşi benzeri görülmedik
kabiliyetlere sahip olan FETÖ’nün hangi mucizevi yöntemle kökünün
kazındığı(!) hakikaten merak konusudur.
Sululuk meselesine gelince, bu tabirle
kastettiğim şey birkaç gün önce ulusal bir gazetede yayımlanan
“Fethullah Gülen olsam” başlıklı yazıdaki akla ziyan muhtevadır. Yazara
göre Gülen, ‘Peşiman oldum, nadim oldum, bir dahi işlememeğe azm u cezm
eyledim’ diye yüksek sesle ala meleinnas ahd vermelidir… Gülen,
Türkiye’ye, köyüne dönmelidir. Zaten kaç yıl daha yaşar ki insan.
Bildiğini de anlatır, teşkilata sadece eğitim ve öğretim hizmetinde
olmalarını emreder ve bir de dünya çapında güçlü bir İslam âlimleri
yetiştirme ve İslam araştırma merkezi ve üniversiteyi kurar. Bu merkez
ve üniversite dünyada benzeri olmayan bir kalitede müessese olur.
Türkiye’ye dönünce ve iktidar ile iyi münasebetlerini tesis edince,
eminim, ona muamele de iyileşecek, böylece dış güçlerin tesirinden uzak
olarak hayatının son günlerini yurtta geçirecek, teşkilatın asıl hizmeti
yeniden canlanacak ve bir uluslararası İslam âlimleri yetiştirme
projesi faaliyete girecektir. Malum tevbe meşrudur, itiraf ve itizar
hükme medardır.”
***
Evet, tevbe meşrudur; fakat unutmamak
gerekir ki tevbe ve istiğfarın raci olduğu mercii insanlar değil,
Allah’tır. Ayrıca, Allah’ın hakkı ile kulların hakkını birbirine
karıştırmamak lazımdır. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın hakkını
çalan, yine sayısız insanın hayatlarını karartan, 15 Temmuz gecesi
yüzlerce vatan evladının canlarına kıyan bir alçak hakkında millet ve
devlet adına af teklifinde bulunmak, üstüne üstlük bu alçağın yeni bir
İslam araştırmaları merkezi ve üniversite kurmasından dem vurmak, en
hafif tabirle sululuk yapmaktır. Korkarım, bahse konu sorumsuzluklar ve
sululuklar giderek çoğalacak, FETÖ’yle mücadele gitgide cıvıklaşacak ve
belki de hepten çivisi çıkacaktır. Gerek balık hafızalı olmamız, gerekse
dün söylediğimizi bugün tekzip etmekten pek hicap duymamamız FETÖ’yle
mücadelenin sulandırılmasına yönelik endişelerimizi arttırmaktadır. Son
olarak, iki gün önceki bir futbol müsabakasında yaşanan berbat olaylar,
toplumsal kimyamızın bozulduğu yönündeki yaygın algıyı maalesef haklı
çıkarmaktadır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 21 Nisan 2018
Zübde-i Âlem, Züppe-i Âlem
Şeyh
Gâlib, bir Mevlevi dedesine yaraşır engin gönüllülükle, “Hoşça bak
zâtına kim zübde-i âlemsin sen; merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
(Hoşça bak kendine ki kâinatın özüsün sen; varlık âlemindeki bütün her
şeyin özüsün sen) demiş ve bu dizelerinde insanoğlunu müthiş
yüceltmiştir. İhtimal ki Şeyh bardağın sırf dolu tarafına bakarak, güzel
düşünüp güzel konuşmak istemiştir. İmam Gazâlî ve Şehâbeddîn Sühreverdî
gibi mutasavvıflar da insanı “Allah’ın halifesi” olarak görmek
istemişlerdir. İslam tasavvuf kültüründeki bu pozitif anlayış muhtemelen
“insan”ı gönlünden yakalamak, ona hep iyi tarafını hatırlatmak ve
böylece sınırsız şer üretme potansiyelini mümkün mertebe işlevsiz kılmak
gibi ulvî bir amaca yöneliktir.
***
Tasavvufî irfanın
insanoğlunu hayırsızlıktan el çektirip hayırlı bir varlık olmaya
yöneltme çabası elbette çok kıymetlidir. Ama gerçekte insan denen
varlık, Şeyh Gâlib’in nitelediği gibi “zübde-i âlem” filan değil, aksine
ve belki de “züppe-i âlem”dir. Kanımca insanoğlunun en büyük vehmi,
kendini dev aynasında görmesi, kendini çok önemsemesi ve çok değerli bir
varlık zannetmesidir. Oysa Allah’ın uçsuz bucaksız kâinattaki muhteşem
işleri ve şaheserleri içerisinde insan hem nicelik hem nitelik
itibariyle sanki bir parazit gibidir. Kaldı ki insanoğlunun yeryüzü
sahnesine çıktığı günden beri kan dökme ve fesat üretme iştahı hiç
kesilmemiştir. Nitekim bu bizim “züppe-i âlem” her zaman olduğu gibi
bugün de “Füzeler geliyor” naraları atarak dünyayı bir kez daha yangın
yerine çevirmenin eşiğine gelmiştir.
Kendimi bildim bileli,
“insanoğlu”na karşı karamsarımdır. Ancak yine de Şeyh Gâlib’in
ifadelerindeki kadar abartılı olmasa da hep iyi olana bakmaya
çalışmışım, “İnşallah daha iyi olacak…” diyerek kendimi avutmuşumdur.
Bununla birlikte, insanoğlunun şu üç günlük hayatta bitmez tükenmez ham
hayaller ve tûl-i emellerle bir oraya bir buraya savrulup durmasını, çok
amansız ve acımasız şekilde birbirini kırmasını hiç anlamamış,
anlayamamışımdır. Bu arada, bizim Diyanet’in birkaç sene önceki bir
kutlu doğum programı vesilesiyle insanın pek “onurlu varlık” olduğundan
dem vurmasını da sululuk olarak algılamışımdır. Yeri gelmişken
hatırlatalım ki Kur’an’da “insan” kelimesi belirlilik takısıyla geçtiği
ayetlerin kahir ekseriyetinde, “nankör, zalim, cahil” gibi sıfatlarla
zikredilir. İsrâ 17/70. ayetteki ve-lekad kerremnâ benî âdem
ifadesinde ise “Biz Âdemoğlunu peşinen onurlu, saygın kıldık” değil,
“Biz Âdemoğluna pek çok lütuf ve ihsanda bulunduk” denilmek istenir ve
bu ifade birçok müfessir tarafından, “Ama insanoğlu bunca lütuf ve
ihsanın şükrünü ifa etmedi” diye izah edilir.
Schopenhauer’in
ifadesiyle, insanın hayat sahnesindeki arzusu sınırsız, talepleri bitmez
tükenmezdir; üstelik her tatmin edilmiş arzu bir yenisini üretir. Bu
dünyada imkân dâhilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu
dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin
dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez. Peki, şimdi biraz durup
düşünelim, bunca tatminle nedir insanın eline geçen? Çok kere her gün
bitip tükenmez çaba ve sürekli tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda
bekleyen ölümle boğuşarak zorla elde edilen bu hayatın safi
sürdürülmesinden başka hiçbir şey! Bu hayatta her şey dünyevî mutluluğun
boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan
eder…
***
Hayat kendisini
sürekli bir aldanış, bir hile ve desise olarak sunar. Eğer vaat ettiyse
sözünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer
olduğunu gösterinceye kadar… Kâh umutla kâh umut beslenen şeyle
aldanmamızın sebebi budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir.
Her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri,
bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat
bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde
damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını,
hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine ve insanın mutlu olmak
için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem
hayatın genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o fikri
uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şekilde tanzim
edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan hiçbir şeyin çabamıza
değmediğine, bütün uğraş ve didinmelerimizin beyhude, dünyanın her
bakımdan müflis, hayatın da asla maliyetlerini karşılamayan bir iş
olduğuna kani olabilmeliyiz. Dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan
pekâlâ yüz çevirebilir… Ne var ki bütün bunlara rağmen insanoğlu
birbiriyle didişme, birbirini yeme, yeryüzündeki tüm doğal kaynakları
talan etme ve bütün gezegeni yangın yerine çevirme azminden bir adım
geri atmamaya yeminli görünmektedir. Bu acayip hâl insanoğlunun “zübde-i
âlem” değil, “züppe-i âlem” olduğunu ima etmektedir. Nitekim Kur’an’ın
tanıklığına göre melekler de e-tec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve-yesfiku’d-dimâ’ derken buna benzer bir şey söylemek istemişlerdir. Vallâhu a’lem.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 14 Nisan 2018
Destursuz Bağa Girenler
Öncelikle
başlıktaki ifadenin, sivri dili ve iğneleyici üslubuyla tanınan
şairimiz Orhan Şaik Gökyay’ın bir kitabına göndermede bulunduğunu ve
bizi takip eden birçok insanın rahatsız olacağını bilmeme rağmen bugün
bu yazıda Gökyay’ın üslubuna benzer bir üslup kullanmak durumunda
olduğumu peşinen arz edeyim. Geçen hafta bu köşede yayımlanan
“Mâtüridîlik Meselesi” başlıklı yazımı şu mealdeki ifadelerle
noktalamıştım: Dinî alandaki çok boyutlu sorunlarımız muayyen bir
itikâdî/fıkhî mezhep şablonunu bugüne taşımak veya belli bir mezhep
formasyonunu esas almakla çözülmez. Eğer böyle bir hazır çözüm formülü
olsaydı, Hanefî-Taliban gibi melez kimlikler ve mensubiyetler ortaya
çıkmazdı. Bu bakımdan biz dinî ve fikrî düzlemde de özgürlük alanını
genişletmek, demokratik kültürü özümsemek zorundayız.
***
Fatma Barbarosoğlu’nun
isabetli tespitiyle, “okuduğunu anlamayan, anlamadığı metin üzerinden
yazarına hakaret edenlerin sayısı gittikçe artıyor. Mesele ahlaki mi
yoksa mental mi? Korkarım her ikisi de… Algı düzeyi düşük, anladığını
genellikle yanlış anlayan insanlar daha saldırgan oluyor… “Mâtüridîlik
Meselesi” başlıklı yazım bu tespiti maalesef teyit etti. Yazıda geçen
“çoğulculuk” ve “demokratik kültür” gibi kavramlar her nedense kimi
çevreleri çok rahatsız etti. Bazıları adeta kırmızı şal görmüş boğa gibi
saldırıya geçti; bazıları şehirlerarası yolcu otobüslerinin mola
mekânlarındaki wc kapılarına yazılan küfür mottolarını anımsatan
yorumlarla meseleye iştirak etti; bazıları da “demokratik kültür
prostata da iyi gelir mi?” gibi ifadelerle zevzekliğini ifşa etti; ama
bu “bazıları”nın pek çoğu gerçek kimliklerini izhar edemedi.
İnternet ortamı ve
sosyal medya mecraları destursuz şekilde bağa girmeyi, yani perde
arkasından tahkir, tezyif etmeyi çok cazip hale getirdi. Ne var ki aynı
ortam ve imkân, toplumsal bünyede giderek yaygınlaşan fodulluk,
nobranlık, ayarsızlık, şımarıklık, laubalilik, lafazanlık, saldırganlık
gibi bir dizi ahlaki arızamızı da gözler önüne serdi. Belki de kalite
düzeyimiz eskiden beri böyleydi ama geçmiş yıllarda iletişim
teknolojilerinden yoksunluğumuz bugün ortalığa saçılan olanca
çirkefliğimizin fark edilmesini engelliyordu. Yani kolay iletişim ve
erişimle ilgili imkânsızlıklar bizim pek muhterem insanlar gibi
algılanmamızı sağlıyordu. Ama artık internet neredeyse hepimizi
sobeleyip gerçek yüzümüzü ortaya çıkardı.
Her neyse, çirkeflik
bahsini şimdilik kapatmak ve “Çoğulculuk, özgürlük ve demokratik kültür
gibi kavramların Mâtüridîlikle ilgili bir yazıda ne işi var? Yetti be!”
diyerek feveran eden muhteremlerin bu denli köpürmesi münasebetiyle
özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar hakkında birkaç şey söylemek lazım
gelir. Bu meyanda ilkin söz konusu kavramlardaki semantik örgünün devlet
ve siyasi düzen meselesine indirgenemeyeceğini belirtmek gerekir.
Özgürlük, çoğulculuk gibi kavramlar dinî alandaki tartışmalar için de
bahis konusu edilebilir. Kaldı ki bir mezhep veya bir dinî ekol teorik
düzeyde ne kadar özgürlükçü bir yapıya sahip olursa olsun, tatbik
alanında pekâlâ totaliter bir karaktere büründürülebilir.
Bunun tarihteki en
çarpıcı örneklerinden biri, Bağdat Mu’tezilesi ve Mihne hadisesidir. Bu
hadise ister toplumdaki bölünme tehlikesine karşı ön alma, ister Ehli-
hadis ve muhafazakâr ulemanın halk üzerindeki nüfuzunu kırma, ister daha
başka bir sebeple olsun, sonuçta özgürlükçü söylemleriyle tanınan
Mu’tezile ekolü devlet desteğini arkasına alarak “Kur’an mahlûk mu değil
mi?” şeklindeki tuhaf ve tuzak bir soruyla Ahmed b. Hanbel gibi
âlimleri sorguya çekip eziyet etmiştir. Halku’l-Kur’an tartışması
ilerleyen zamanlarda kelâmî-felsefî karaktere büründürülmüş, fakat
tartışmanın Mihne dönemindeki entelektüel seviyesi 1980’li yılların
Türkiye’sindeki “siyasi şube” sorgulamalarından öteye gitmemiştir.
***
Dinî alandaki en temel
ihtiyaç, farklı görüş ve yorumların rahatça dillendirilip sapkınlık,
ilhad gibi etiketlerle etiketlenmediği çoğulcu ve özgürlükçü bir
sosyolojik vasata duyulan ihtiyaçtır. Çünkü böyle bir vasatta marjinal
görüşler de dillendirilebilir ve kendini ifade imkanı bulabilir. Bunun
için öncelikle tek hakikatçi dil ve üslubu terk etmek, yani İbn
Âbidîn’in vecize gibi ifadesiyle, “Bizim görüşümüz yanlış olması
muhtemel doğrudur; muhalifimizin görüşü ise doğru olması muhtemel
yanlıştır” (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Riyad 2003, I. 139)
demeyi bilmek gerekir. Tam bu noktada, tüm şer’î hükümlerin kesin
delillere dayanmadığı, bir kısmının zanna tabi kılındığı yönündeki
görüşün klasik dönem usul ulemasının büyük çoğunluğunca benimsendiğini,
“Musavvibe”yi temsil eden birçok usul âliminin, “Re’y ve ictihada konu
olan hususlarda Allah katında muayyen bir doğru yoktur. Doğru,
müctehidin ulaştığı kanaatten ibarettir” şeklindeki görüşü açıkça
dillendirdiğini, hatta İmam Gazâlî’nin, “Her müctehid isabet etmiştir”
dediğini de hatırlatmak gerekir. Yeri gelmişken, Gazâlî’nin “İslam’da
Müsamaha” adıyla Türkçeye de çevrilen Faysalü’t-Tefrika adlı eseri şiddetle tavsiye edilir.
İtikâdî konularda
birbirinden farklı metotlar ve anlayışlara sahip olan Selefiyye, Ehl-i
Sünnet ve Felâsife gibi muhtelif ekoller ve grupların mutaassıp
temsilcileri arasında ayarsız ve acımasız şekilde süregiden tekfircilik
Gazâlî’yi çok rahatsız etmiş ve bu durum Faysalu’t-Tefrika adlı
eseri kaleme almasına sebebiyet vermiştir. Dinî alandaki tartışmaların
mahiyetine ilişkin geniş bir ufuk ve perspektif sunan bu eser okunduğu
takdirde hem özgürlük, çoğulculuk gibi kavramların din-diyanet
konularıyla alakası, hem de “demokratik kültür”ün dinî alandaki
tartışmaların seviyesine ne tür katkılarda bulunacağı az çok
anlaşılabilir; hatta demokratik kültürün “hazımsızlık” ya da “farklı
görüş dispepsisi” gibi rahatsızlıklara çok iyi geldiği bizzat tecrübe
edilebilir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 7 Nisan 2018
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)