Din Algısında Yanlış Tabular Ne? | Nedir Ne Değildir? / Habertürk | 11 Ekim 2018
Toplumun İslam algısında yıkılması gereken tabular, doğru bilinen yanlışlar neler? İlahiyatçılar arasındaki fikir ve yorum farklarının dindeki kaynakları ne? Hangi hadis gerçek hangisi sahte nasıl ayırt edilir? Hadislerin dinde yorum farklarına etkisi ne? FETÖ gibi dini istismar eden örgütlerle mücadelede Diyanet'in rolü ne olmalı?
Mehmet Akif Ersoy sordu; Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof Dr. Hilmi Demir, Prof. Dr. Servet Bayındır, Prof. Dr. Caner Taslaman, gazeteci Yusuf Kaplan, Prof. Dr. Mustafa Öztürk yanıtladı.
Türkiye'yi ve Dünyayı Bekleyen Gelecek Ne? | Gerçek Fikri Ne? / Habertürk | 21 Eylül 2018
DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
DÜNYAYI VE TÜRKİYE'Yİ BEKLEYEN GELECEK NE?
İNSANLIK, DEVLETLER VE ÜLKELER BUGÜN NEREDE YARIN NEREDE OLACAKLAR? GELECEĞİMİZ AYDINLIK MI, KARANLIK MI?
EREN EĞİLMEZ SORDU, AKADEMİSYENLER PROF. DR. UĞUR BATI, PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK, DR. RAMAZAN KURTOĞLU, DR. UFUK URAS, GÜVENLİK POLİTİKALARI UZMANI METE YARAR VE SENARİST, YÖNETMEN MÜFİT CAN SAÇINTI ‘GERÇEK FİKRİ NE?’DE YANITLADI.
Kerbela’nın İslam Tarihindeki Önemi | Nedir Ne Değildir? / Habertürk | 18 Eylül 2018
Kerbela’da ne yaşandı, Kerbela’nın İslam tarihindeki önemi ne?
İslam tarihi boyunca mezhepler arasındaki ayrışma ve çatışmaların günümüze etkileri neler?
Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e kadar uzanan coğrafyada Selefilik ve Şiilik nasıl yayılıyor?
Mezhepsel kırılmaların uluslararası ilişkilere etkilere neler?
Mehmet Akif Ersoy sordu, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Doç. Dr. Ahmet Kasım Han, Dr. Lütfü Özşahin, Ahmet Turgut, Hasan Kanaatlı cevapladı.
Mehmet Akif Ersoy sordu, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Doç. Dr. Ahmet Kasım Han, Dr. Lütfü Özşahin, Ahmet Turgut, Hasan Kanaatlı cevapladı.
Vicdan Fıtrî Bir Sermayedir Ama Gün Gelir Tükenir
Vicdan
insanın belki de en değerli fıtrî sermayesidir. Vicdan selim fıtratın
şuur hâlindeki tezahürüdür de denilebilir. Derunî bir ahlâkî şuur olarak
vicdan her zaman hak, adalet ve hakkaniyetten yanadır. Bu bakımdan
vicdan insanın belki de en güvenilir ahlak hocasıdır. Çünkü o gerek
bireysel gerek toplumsal tutum ve davranışları ahlâkî açıdan hiçbir
kayırmada bulunmaksızın ve hiçbir çifte standarda yaslanmaksızın
değerlendirir. İnsan ahlâkî değerleri çiğnediği zaman, kendi nefsine
hâkim olabilecek güçlü bir “iç ben”in baskısına maruz kalır. İşte bu
baskı mercii vicdan diye anılır. Vicdan herhangi bir şey hakkında “evet”
veya “hayır” dediğinde aklın aksi yönde bir şey söylemesi pek mümkün
olmayabilir. Gerçi akıl bazen şeytanî his ve dürtülerle ayartılabilir ve
böyle bir durumda anarşist bir hüviyete bürünebilir. Ama vicdan aklın
fren sistemi olarak bu şekilde ayartılmaya pek müsait değildir.
***
Kanaatimce vicdan
akıldan daha nezih, temiz ve dürüsttür. Vicdan, akıl ve duyu arasında
bir derecelendirme söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana
aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Üstünlüğün
her daim vicdanda kalması onun selim fıtrata dayanıyor olmasındandır.
İşte bu üstünlüğünden dolayıdır ki vicdan akılla çatıştığında, aklın
talimatıyla hareket etmek caiz değildir. Çünkü bu minvalde hareket etmek
selim fıtratın derinden gelen sağduyulu sesine kulak tıkamak anlamına
gelir. İnsanın işlediği bir ahlâkî suç karşısında vicdanın tazibi
başladığında, aklın bu azabı dindirmeye yönelik mazeretlerinin pek kâr
etmemesi manidar olsa gerektir. Vicdan, haksızlık karşısında herkesi
adamakıllı sorgulayan, bu sorgulamasında “ama”lı, “fakat”lı hiçbir
mazeret kaydı koymayan bir güçtür. Dahası, vicdan kütlesi bulunmayan ama
etkisi her türlü dışsal otoritenin yaptırımından çok daha baskın olan
bir güçtür. Vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, sızı ve azap
sözcükleri olsa gerektir. Sızı ve azap, gayri ahlâkî bir cürüm işlendiği
anda başlar ve “keşke”lerle devam eder. Böyle bir durumda vicdan insana
suçlu olduğunu tam anlamıyla ikrar ettirir ve bu aşamadan itibaren
insan ne kendi vicdanının hâkimliğinden ne de kendi aleyhine verdiği
hükmün yürek ezici etkisinden kurtulabilir.
***
Vicdan ve
vicdanlılığın sevgi ve merhametle ilişkisi de önemli bir meseledir.
Sevgi kimi zaman zarar ve ziyanı faydasından çok daha büyük bir saçmalık
ve savrulma hâline dönüşebilir. Çünkü sevginin nesnesi çok iyi
olabileceği gibi çok kötü, hatta iğrenç de olabilir. Hâlbuki vicdan hep
iyinin yanında yer alır; kötünün karşısında sızlanır. Vicdan, sevgi ve
merhamet temelli bir duygu olarak kabul edildiği zaman özellikle ahlak,
adalet ve hakkaniyet konusunda şaşmaz terazi olma özelliğini kaybeder.
Çünkü insan kötü de olsa sevdiği şeyleri kayırır. Bu türden kayırmalara
çoğu zaman merhamet duygusu da çanak tutar halde olur. Ne var ki salt
sevgi ve merhametten çok kere maraz doğar. Bu yüzden, vicdanın nirengi
noktası sevgi ve merhamet değil, adalet ve hakkaniyet duygusu olmalıdır.
Peki, vicdan bitmez
tükenmez bir şey midir; yoksa bitip tükenebilen ve dahi ölebilen bir şey
midir? Kanaatimce vicdan bitimsiz ve ölümsüz değildir. Vicdanın da bir
limiti vardır; bu yüzden gün gelir bitip tükenebilir ve pekâlâ ölebilir.
İnsandaki vicdanı vicdansızlığa maruz kalmak bitip tüketir. İnsani
ilişkilerde hoyratlık, nobranlık, nankörlük ve hainlik alıp başını
gittiği zaman, vicdan ve merhamet sahibi insanın sabrı tükenir ve bu
yüzden de bilerek isteyerek kendi vicdanını bizzat kendisi öldürüverir.
Hatta yeri ve zamanı geldiğinde vicdanın behemehal katledilmesi gerekir.
Vicdan sahibi insan kendi vicdanını katlettikten sonra merhametsiz ve
acımasız hâle gelir. Çünkü vicdan ve merhametin hoyratça istismar
edildiğini görmek, kullanılmışlık duygusunu harekete geçirir ve bu duygu
intikamcı bir ruhu da beraberinde getirir. Sonuçta vicdanlı insan
alabildiğine vicdansız ve acımasız birine dönüşebilir. Böylece kendi
benliğini suçlama, sorgulama, kendi aleyhine tanıklık etme ve yine
gerektiğinde kendi nefsine savaş açıp ona ceza verme istidadını
kaybetmiş hâle gelir.
Vicdanın bitip
tükenmesi ve ölmesi genellikle yakın çevrenizdeki insanların size reva
gördükleri vicdansız ve acımasız muamelelerin neticesidir. İnsani
ilişkideki derin hukukun şu veya bu sebeplerle kavga, niza ve karşılıklı
hesaplaşmayla sona ermesinin ardından ister istemez “Artık hınç ve
intikam zamanı” evresine geçilir. Böyle bir evreye geçildiğinde vicdan
artık tüm özgül ağırlığını kaybetmiş, dolayısıyla bitip tükenmiş ve
ruhunu teslim etmiş demektir. Bu safhadan sonra vicdanın dirilmesi pek
mümkün değildir. Genellikle vicdansızlıktan müşteki olan veya “Vicdan
öldü mü?” diye dert yanan kimseler çoğunlukla kendi hoyratlıklarının
ağır bedellerini ödemenin can yakıcılığı karşısında vicdan diye bir
şeyin varlığını hatırlama ihtiyacı duyarlar. Diğer bir ifadeyle, başka
insanlara her türlü hoyratlığı reva görenler vicdansız ve acımasız
muamelelere maruz kaldıklarında “Vicdan yok mu?” diye sızlanıp adeta
ağıt yakmaya başlarlar. Münâvî’nin Feyzü’l-Kadîr adlı eserinde,
“Kibirliye karşı kibir sadakadır” (el-kibrü ale’l-mütekebbiri
sadakatün) şeklinde ilginç bir rivayet yer alır. Bu rivayetten
hareketle, “Vicdansıza karşı vicdansızlık sadakadır” demek de herhalde
mümkün ve mubah olmalıdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Ekim 2018
Felsefî Düşünce Alanında Cari Açık Sorunumuz
Epey
zamandır bu köşede dinî konularla ilgili yazılar pek yazmıyorum. Çünkü
artık din konusunun haraç-mezat alınıp satılan bir metaya dönüştüğüne,
bu konuda sürekli konuşmanın bir nevi lafazanlık anlamına geldiğine,
özellikle sükseli vaaz retoriklerinin yorgunluk ve usanç ürettiğine
inanıyorum. Bu yüzden, son zamanlarda doğrudan doğruya dinî konularla
ilgili yazılar yazmaktan mümkün mertebe imtina ediyorum. Daha önceki
birkaç yazıda ölüm, hüzün gibi konular üzerinde durmam bizi seven birçok
insanın, “Hoca ilmî alanla ilgili çalışmaları askıya almış olmalı…”
mealinde bir endişe ve kaygıya sevk etmiş görünüyor. Bu vesileyle
belirtmek isterim ki ilmî çalışmalarımda duraksama veya askıya alma gibi
bir durum söz konusu değil… Bilakis tefsir çalışmasıyla ilgili
meşguliyet kesintisiz olarak devam ediyor; hatta kimi zaman sabahlara
kadar tefsir çalışması sürüyor. Üstelik tefsirin ilk cildi -inşallah- bu
ayın sonlarına doğru okuyucuyla buluşuyor. Ama takdir edersiniz ki
sürekli olarak aynı konu üzerinde çalışmak hem zihnen hem bedenen yorucu
ve yıpratıcı oluyor. Hele bir de atak hâlindeki hastalıklarınız sizi
her dem hırpalıyorsa, işte o zaman tükenmişlik sendromu baş gösteriyor.
Hem bu sendromun üstesinden gelmek hem de ilmî çalışmaların zihnî
yorgunluğunu kısmî olarak hafifletmek için hayata ve insanlık hâllerine
dair yazılar yazmak az çok rahatlatıcı oluyor.
***
Hayata dair
yazılarımdaki genel muhtevanın sözgelimi Dale Carnegie’in “Üzüntüyü
Bırak Yaşamaya Bak” kitabına uygun şekilde değil de insan ruhunun
sancılarına ve sıkıntılarına parmak basıyor olması temelde fıtrî yapım
ve hayata pesimist bakışımla alakalıdır. Aslında insanoğlunun hayata
gözlerini açmaya ve yaşamaya mecbur/mahkûm kılınmış bir varlık olması,
varoluş hikâyemizi en başından sorgulamaya açık hâle getiriyor ve tam bu
noktada derin anlam arayışı baş gösteriyor. Şayet varlık ve hayat
konusunda anlam boşluğu oluşmuş ve bu boşluk doldurulamamışsa, nihilist
savrulmalar kaçınılmaz hâle geliyor. Sanırım sayısız insan varlık ve
hayat konusunda bu tür savrulmalarla ömür tüketiyor. Ne yazık ki din
dilimiz ve dinî söylemlerimiz varoluşsal savrulmaları bertaraf
edebilecek bir mahiyet ve muhteva arz etmiyor. Bu konuda kendisinden
istimdatta bulunacağımız kelam ilminde ise hâlen zat-sıfat gibi
konularla meşgul olunuyor. Bütün bunların yanı sıra dinî söylem ile
gerçek hayattaki eylem arasındaki uyuşmazlık (mübayenet) çok can yakıcı
bir sorun olarak karşımızda duruyor. Din üzerine konuşmak ne yazık ki
ahlâkî değer üretmiyor.
Öte yandan, insanın
hayat macerası adeta birbiri ardınca sökün eden ağır imtihanlarla
geçiyorsa, ister istemez teodise ve kötülük sorunuyla ilgili yakıcı
sorular zihne üşüşüveriyor. İşte o zaman İmam Gazâlî’nin “leyse
fi’l-imkân ebdau mimmâ kân” (İmkân dâhilindeki âlemler içerisinde bu
âlemden daha iyisi yoktur) şeklindeki aşırı optimist (iyimser) görüşüne
acı acı gülümsemek gerekiyor. Gazâlî’nin, “Âlemdeki her şey son derece
güzeldir; bundan daha güzeli olamazdı” demekle aynı kapıya çıkan bu
sözü, insan hayatındaki yakıcı ve yalın acıları aşağılamak gibi bir
anlam içeriyor. Kısacası, teodise ve kötülük sorunu gibi çetrefil
meseleler hâlen ikna edici cevaplar bekliyor. Benzer şekilde ilâhî
adaleti merhametle, iyiliği mutlak kudretle bağdaştırmaya çalışmak da
ciddi güçlükler içeriyor. Mu’tezile’nin “vücûb alellah” fikrini
eleştirmek maksadıyla kurgulanan ihve-i selâse (üç kardeş) hikâyesinden
örnek vermek gerekirse, bu hikâyeye göre üç kardeşten ilki mümin,
ikincisi kâfir, üçüncüsü de çocuk olarak ölüyor. Mümin kardeş epeyce
yaşıyor ve cennetle ödüllendiriliyor. Kâfir de yetişkinlik çağında
ölüyor ama küfrü yüzünden cehennemlik oluyor. Çocuk ise azaptan
kurtuluyor, fakat cennete giremiyor. Bu yüzden, “Ey Rabbim! Bana ömür
verseydin de sana itaat ederek yaşayıp cennete girseydim” diyor. Allah
ona, “Seni yaşatsaydım günah işleyip cehennemlik olacaktın. Bunu
bildiğim için sana merhamet edip çocuk yaşta canını aldım” diye cevap
veriyor. Bu cevap üzerine üçüncü kardeş cehennemden, “Rabbim! Peki,
niçin benim canımı masum bir çocukken almadın da onca sene yaşattın?”
diye serzenişte bulunuyor.
***
İşte bunun gibi
teolojik ve felsefî problemler varlık ve varoluş üzerine düşünüp
dertlenen insanın beynini/zihnini zonklatıyor. Yaz tatilinde şezlonga
kurulup güneşin tadını çıkarır gibi yaşamak ve hayattan azami nispette
zevk almak emeline sahip insanlar nezdinde ise bu tür sorunlara kafa
yormak muhtemelen abesle iştigal gibi bir mana ifade ediyor. Öte yandan,
varoluşsal sorunlar felsefî boyutlu olunca teolojik argümanlar tek
başına kâfi gelmiyor. Ne yazık ki bu toprakların çocukları bilhassa
felsefe alanında fikir, görüş ve kavram üretemiyor. Dilimizin kelime ve
kavram dağarcığı derin felsefî konuları tartışmaya pek elverişli
görünmüyor. Dolayısıyla felsefî içerikli hemen her görüş ve kavram
özensiz tercümelerle Batı’dan ithal ediliyor. Bu yüzden de felsefî
düşünce alanında ciddi bir cari açık sorunu ortaya çıkıyor. Bütün bunlar
bir yana, günümüzde hem deizm, ateizm, nihilizm gibi akımların giderek
yaygınlaşması hem de genç kuşağın geleneksel din anlayışına esaslı
tepkiler koyması teolojik düzlemde üretilen görüş ve fikirlerin sadra
şifa olmamasının yanında İlahiyat alanında özellikle felsefe ayağının
yetersiz kalması gibi sorunlarla da yakından ilintili görünüyor. Bu
yüzden, ne yapıp edip felsefî düşünce alanındaki cari açıklarımızı
kapatmamız, bu alanda imal-i fikirde bulunmamız icap ediyor. Kısacası,
felsefeyi sevmek gerekiyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 6 Ekim 2018
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/felsefi-dusunce-alaninda-cari-acik-sorunumuz-8101
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/felsefi-dusunce-alaninda-cari-acik-sorunumuz-8101
Geçmiş Zaman Olur Ki...
Yaş
kemale erdikçe insan ister istemez hayatı başa sarmak, özellikle de
çocukluk çağlarındaki doyumsuz neşe ve mutluluğu yeniden yaşamak ister.
Hemen her yetişkin insanda mevcut olduğunu düşündüğüm bu istek ve
arzunun önemli bir sebebi, yaş ilerledikçe hayattaki zevkler ve
lezzetlerin gitgide azalıp bayatsıdığını fark etmek, hemen her tatta
kekremsilik hisseder hâle gelmektir. Bir diğer önemli sebep ise olgunluk
çağlarından itibaren hem zamanın eskisinden daha hızlı akıp gittiğini
düşünmek hem de her yeni günü bir öncekinin tekrarı gibi vehmetmektir.
Aslında bu bir vehim olmaktan çok, olgunluk ve yaşlılık çağlarına özgü
bir gerçekliktir. Çünkü olgunluk, hele de yaşlılık çağlarında insanın
algı ve idrak kadrajına yeni denebilecek türden şeyler pek girmez.
Tabiatıyla her yeni gün bir öncekinin sanki aynısıymış gibi yaşanır ve
bu durum zaman akıp gittikçe hayata karşı bıkkınlık duygusunu
canlandırır.
***
Ne var ki ölüm
modernitenin de etkisiyle çok daha soğuk yüzlü göründüğünden, nice insan
hayattan nasibini yeterince almış, hatta yaşamaktan yorulup usanmış
olsa dahi, “Artık bu kadarı kâfi; göçüp gitme vakti geldi” demek yerine
olanca bezginlik ve bitkinliğine rağmen yine de kenarından köşesinden
hayata tutunmaya çalışır. Kimi yaşlı insanların bir ayak çukurda olduğu
halde mal mülk, bağ bahçe gibi dünyevi metalar ile tûl-i emellere ram
olması herhalde ölümü biraz daha öteleme arzusundandır. Ölümü öteleme
arzusu ise uhrevî âlemin bilinmezlerle dolu bir âlem gibi tasavvur
edilmesiyle alakalı olmalıdır. Bu noktada, ahiret gününe iman dilde
kalan değil de gönülden kopan bir iman olsa, “ölümden köşe bucak
kaçılmaz, dünyaya bu kadar ram olunmazdı” demenin yanlış bir tespit
sayılmayacağı umulur.
Her neyse, “geçmiş
zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünü kimi zaman yürek burkucu bir
serzenişe dönüştüren şey nedir, diye sorulsa, benim bu soruya vereceğim
cevap, “çocukluk çağına özlem” şeklinde olur. Çünkü çocukluk, tıpkı
benim çocukluğum gibi travmatik geçse dahi yine de hayâli cihan değer
bir çağdır. Dahası çocukluk, annemizin elinden bir dilim yağlı ekmeği
kapar kapmaz sabahtan akşama kadar eve barka adım atmadığımız, hayattan
memattan yana hemen hiçbir endişe ve kaygı taşımadığımız, ayrıca hem
zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamadığımız hem de “Zaman niçin böyle
sakız gibi uzuyor da hemencecik büyüyemiyoruz?” diye düşünmekten
kendimizi alamadığımız ve fakat her şeye rağmen küçücük mutluluklarla
mest olduğumuz çağlardır.
Çocukluk çağlarındaki
hayat algısı, “Allah dünyayı sanki çocuklar katıksız mutluluk içinde
gülüp oynasın diye yaratmış” gibi çok naif bir düşünceyi akla getirecek
kadar saf ve berraktır. Aslında saflık ve berraklık çocukluktaki hayat
algısından ziyade, bizatihi çocukluğa özgü masumluktandır. Masumiyet ne
kadar fazlaysa mutluluk da o kadar saf ve katıksızdır. Çocukluk çağı
sona erdikten sonra masumiyet biteviye azalır ve zaman ilerledikçe insan
hayat kavgasında binbir çeşit kire bulaşır. Kimi insan az kimi insan
çok bulaşır ama sonuçta herkes bulaşır. Hayat kire bulaştığı, insan
insana kir bulaştırdığı nispette hem mutluluk azalır hem de dert ve
keder çoğalır. Bu yüzden, benim yetişkinlik ve olgunluk çağlarımla
ilgili olarak, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” denebilecek bir
anı/hatıra galerim maalesef yoktur. Hayatımın gençlik sonrasına ait
hatıraların hemen hepsi insan kirine bulaşmanın gam yüküyle doludur.
Bende epey bir kir/pas bırakan bazı kimseler var ki bunlar can bedenden
çıkıncaya değin nefretle anılıp kendilerine taalluk eden hak-hukukun
asla helal edilmemesi lazım gelen insanlar sınıfına mensuptur. Hâl
böyleyken, “ve-lemen sabera ve ğafera” (Şûrâ 42/43) fehvasınca sabretmek
ve affetmek esas olmalıdır. Fakat bunu başarabilmek, yani sinede
biriken nefreti sabırla bastırıp diri bir vicdanla affedici olabilmek
hakikaten çok zordur.
***
Kuşkusuz ben de bazı
insanlara kir bulaştırmışımdır. Bu yüzden, Hz. Yûsuf’un dediği gibi,
kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Fakat şundan kesinlikle eminim ki
geçmişte az çok hukukum bulunan insanlarda benim bıraktığım kir, onların
bende bıraktığı kirden çok daha azdır. Çünkü ben fıtrat olarak fazlaca
duygusal ve saf bir insanımdır; muhasebecilikten pek anlamadığım için
koltuk değneği veya yürüyen merdiven işlevi görecek şekilde kullanılmaya
müsait bir tarafım da vardır. Hâsıl-ı kelam, elli küsur yıllık hayat
maceramda birçok vefasız ve hayırsıza ait olanca kirin üstüme başıma
bulaştığına defalarca şahit olmuş ve bunun acısını derinden
yaşamışımdır. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözü sırf
çocukluk çağı için geçerlidir, deyişim işte bundandır. Çünkü yetişkin
insan oldukça kirli bir varlıktır. Bu sebeple, mümkün mertebe kire
bulaşmamış bir insan olmak ve temiz kalmaya çalışmak azmine sahip herkes
çocukluk çağındaki saflığını aramaktan ve ne kadar çok gadre,
nankörlüğe uğramış olursa olsun bu saflığın peşinde koşmaktan asla
vazgeçmemek zorundadır. En azından “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan
değer” sözünün başka insanlarla yaşadıklarımızda değil de sırf kendi iç
dünyamızda az çok karşılık bulması için çocukluk çağındaki saflığa özlem
duymak ve onu yeniden yakalamaya çalışmak lazımdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 29 Eylül 2018
Hazreti Hüzün
Son
zamanlarda yeniden üstüme çullanan uykusuzluk illetinden dolayı bu
satırları yazdığım sabaha karşı kulağımın dibinde H. Zahra’nın “Broken
Ones” (Kalbi kırıklar) şarkısı ile Farid Farjad’ın “Golha” (Güller) adlı
yürek sızlatan keman eseri bana refakat ederken hayatın adeta zımpara
gibi insanı törpülemesi üzerine düşünüyorum. Hayat zımparasından çokça
nasiplenmiş biri olarak içimdeki şeytanın “Neden ben?” şeklindeki
vesvesesini de bu arada zihnimden def etmeye çalışıyorum. Allah’a
güvenip tevekkül eden bir mü’min için böyle bir istifhamın çok tehlikeli
olduğuna, çünkü bu istifhamın ardından şikâyet, sitem ve serzeniş
seanslarının başlayacağını iyi biliyorum. Madem ki hayatta yaşanan acı
tatlı bütün her şey insan içindir; öyleyse kendi hayat hikâyemizi ve
hayat maceramızdaki acı çekme kariyerimizi pek de merkezileştirmemek,
dolayısıyla kendimizi fazlaca önemsememek gerekiyor. Kaldı ki bizim
dışımızda akıp giden hayatta nice dramlar ve trajediler yaşanıyor…
***
Hayatın zımparası kimi
zaman insanı süründürüp canından bezdiren bir hastalık, kimi zaman
eşten dosttan görülen hayırsızlık, kimi zaman yar/yârenden hiç
beklenmedik ihanet ve sadakatsizlik şeklinde kendini gösterir ve bütün
bunlar size gerçekten büyük hüzün verir. Kur’an’da da hatırı sayılır bir
kelime olarak kendine yer edinen ve kırk küsur ayette geçen hüzün
(hazen) aslında yitip giden ve kaybedilen hatırlı şeylerin ruha
çöktürdüğü derin gam olarak tasavvur edilebilir. Hüzün kimi zaman
içerleme, kimi zaman gücenme hâli yaratan ve aynı zamanda insanın
hamlığını da alan tarifi çok zor bir histir. Hüzün, St. Augustine’in,
“Zaman nedir?” sorusuyla ilgili olarak, “Birisi sormadığı takdirde
zamanın ne olduğunu bilirim; yok eğer bu konuda soran birine açıklamaya
çalışırsam, işte o zaman bilmem/bilemem” demesine benzer şekilde, kendi
kendinize az çok tarif edebildiğiniz, ama “Hüzün nedir?” diye
sorulduğunda pek tarif edemeyeceğiniz çok tuhaf ve aromatik bir histir.
Bütün bunlara rağmen
hüzün kimi insanlara çok yakışan bir duygu hâlidir. Bu yüzden, sanırım
sonradan kazanılan değil, kimi insanlarda fıtrattan verili olan bir
histir. Bu bakımdan, sözgelimi terazi burcu gibi “gülelim oynayalım kâm
alalım dünyadan” diye özetlenebilecek bir burca sahip insanların
kendilerine hüzün atfetmesi zannımca hüzün değil, olsa olsa lüks ve
keyif azlığına, hatta kariyer kaygısına dayalı çiğ acı ve ham kederden
ibarettir. Çünkü hüznü hakkıyla yaşamak dille söylendiği kadar basit ve
kolay bir şey değildir. Hüzün kimi zaman insanın kendi içine dönüp
varlık ve varoluşa, hayatın amacına dair büyük soruların cevabını arayıp
sorgularken bütün benliğini içinde bulduğu ruh hâlidir. Üstelik hüzün
gelip geçici değil, daimîdir. Hüznün mekân tutup yuva yaptığı yer ise
gözler ve yüzdeki derin çizgilerdir. Acı kanayan yaradır, hüzün ise
kanamayan yara olup belki de yıllar boyunca yaşanan onca acının, gadre
ve ihanete uğramışlığın, aldatılmışlığın, sayısız hayal kırıklığının
gözlerinizin içinde yuvalanması ve hayattaki son nefesi verinceye değin o
yuvadan bir daha çıkmamasıdır. Hüzün sizi bir taraftan durgunlaştırır,
bir taraftan da bakışlarınızın derinliğine yerleştikçe yarı cana sokup
bırakır. Bütün bunlara rağmen yine de asil bir duygudur hüzün; vakurdur,
olgundur ama aynı zamanda buruk ve suskundur. Hüzün sükunetli bir
histir. İnsanı yoğurur, pişirir. Bu yüzden, çiğ acı ve ham kederden çok
farklı bir şeydir. Hüznün refiki yalnızlık hissidir. Kalabalıklar içinde
kendini yapayalnız hisseden insana yoldaş, belki de en yakın
arkadaştır. Hüzün öyle bir duygudur ki gözlerinizin içi gülerken bile o
gülen bakışta dahi “Ben hâlâ buradayım” demeyi başarır.
***
Hüzün acıyı bal eyler
gibi yaşamak zorunda kalmanın damlamaz ve ıslatmaz gözyaşlarıdır.
Geçmişte kalan ve bir daha aynıyla yaşanmayacak olan birçok şeyi
derinden özletip hatırlatan, yine geçmişteki pek çok yaşanmışlığın asla
yeniden yaşanmayacağını bilmenize rağmen nafile yere geri çağırmanıza
sebep olan bir garip duygudur hüzün. Beklenmedik bir an ve zamanda
kapınızı çalmasında sakınca olmayan, hatta size derinlik katan ama
içinizde yuva yaptığı takdirde kanamamakla birlikte kabuk bağlamaz bir
yara hâlini alan ve nihayet misafir gibi geldiği gözleriniz ve
yüzlerinizdeki derin çizgilerin tapusuna da el koyan bir duygudur hüzün.
Onca yıllık hayatta yaşanan sayısız acıların ve hatırı sayılır
kayıpların yekvücut olup gözünüze ve yüzünüzdeki derin çizgilere gelip
yerleşmesi ve bir daha da geri gitmemesidir hüzün...
Kur’an’da “Ben
üzüntümü ve hüznümü sırf Allah’a arz ediyorum” (Yûsuf 12/86) diyen Hz.
Ya’kûb’tur hüzün. “Senetü’l-Hüzün”de hem biricik Hatice’sinin kaybına
yanan hem de amcası Ebû Tâlib’e şehadet getirmeden göçüp gitti diye
hayıflanan Rasûlullah’tır hüzün. Bu yüzden hüzün aynı zamanda “Hazret-i
Hüzün”dür. Gençlik çağlarımızda Ahmet Özhan’dan dinlediğimiz bir
şarkıda, “hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına
vurur” diye anlatılan duygudur hüzün… Evet, hüzün gönlün kıyısına vurur
ama yaş kemale erdikçe daha bir şiddetli vurur. Çünkü olgunluk
çağlarında hayat ileriye değil de geriye bakarak yaşandığından hüzün
artık daimî yoldaş olur. Bu çağlarda hüzün gelir baş köşeye kurulur ve
yürek de yoruldukça yorulur…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 22 Eylül 2018
Ölülere Dua ve İstiğfar Niyetiyle Kur'an Okunur Mu?
Uhrevî
âleme irtihal etmiş müminlere dua, istifğar ve af/mağfiret istirhamında
bulunmak gibi niyetlerle Kur’an okunmasının meşru olup olmadığı, İslam
geleneğinde öteden beri tartışılan bir konudur. Bu meselenin günümüz
Türkiye’sinde de zaman zaman tartışmaya açıldığı malumdur. Bilhassa
ölünün ardından dua maksadıyla Kur’an okuma meselesinin yanında namazda
teşehhüd/tahiyyât duası okumanın meşruiyetini tartışmaya açmak,
Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılmanın ve namazda okunacak sureler ya da
ayetlerin Türkçe anlamlarını bilerek okumanın bu ibadetin ruhuna daha
uygun olduğunu savunmak gibi fikirler özellikle sosyal medya
mecralarında sık sık dolaşıma sokulmaktadır. Dinî alandaki pek konuda
geleneksel kabullere olumsuz bakan çağdaş yaklaşımın dua ve sevap
niyetiyle Kur’an okunması konusunda sıklıkla öne sürdüğü itiraz
gerekçelerinden biri, “Kur’an dua niyetiyle okunup ölülerin ruhlarına
sevap bağışlanması gibi maksatlarla nazil olmuş bir kelam değildir”
şeklinde formüle edilir. Kur’an’ın ölülere değil, dirilere okunması
gerektiğine ilişkin görüş çerçevesinde kimi zaman vecize gibi
dillendirilen gerekçelerden biri de Yâsîn 36/70. ayetteki “Diri olan
kimseleri uyarman için…” ifadesidir. Ancak Kur’an’daki pek çok ayette
müminler “diri”, kafirler ve müşrikler “ölü” diye nitelendirilir. Neml
27/80, Rûm 30/52 ve Fâtır 35/22 gibi ayetler dikkate alındığında “ölü”
ve “ölülük” tabirlerinin hak ve hakikati idrak yetisi körelmişlik hâlini
ifade ettiği anlaşılır. Dolayısıyla Yâsîn 36/70. ayette geçen
“hayy”(diri) kelimesi de istiare yoluyla kemal-i akıl, aklıselim ve
sağduyu sahibi kimse anlamına gelir ve dolayısıyla “men kâne hayyen”
(Diri olan kimseler) ifadesi bir teşbih-i beliğ olarak, “idraki açık ve
canlı kimse” gibi bir anlam içerir.
***
Son dönem İslam
dünyasında dua ve sevap niyetiyle Kur’an okumaya dair olumsuz görüş
genellikle Selefî ve Vehhâbî çevrelerce dile getirilir. Bilhassa son
dönemde rağbet gören bu görüşün aksine Türk-İslam kültüründe hemen her
vesileyle özellikle Fâtiha okunması çok yaygın bir gelenektir. Mezar
taşlarındaki “Ruhuna el-Fâtiha” ifadesi bu geleneğin belki de en meşhur
görsel simgesidir. Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki birçok dinî
müesseseye ait güncel fetva metinlerinden edindiğimiz kanaate göre
gerek Allah’tan af ve mağfiret istirhamıyla gerek vird ve tesbihat
maksadıyla Fâtiha okuma geleneği daha ziyade Türk-İslam kültürüne mahsus
bir uygulama gibidir. Çağdaş Vehhâbî ve Selefî çevrelere ait dinî
literatürde ise duanın akabinde veya ölülerin ruhlarına bağışlamak üzere
Fâtiha okumanın bidat olduğu açıkça belirtilir, hatta bidat bu
çerçevede büyük bir masiyet (günah) olarak değerlendirilir.
Bu görüş kimi zaman
İbn Teymiyye’nin çeşitli eserlerinden yapılan alıntılarla desteklenir.
Ancak İbn Teymiyye Kur’an okuyup sevabını anne babasına ve uhrevi âleme
göçmüş müslümanlara bağışlamanın meşru olduğu kanaatindedir. Bizzat
kendi ifadesiyle, “sahih haberlerde bildirildiğine göre Rasûlullah
ölünün namına sadaka verilmesini ve yine onun için oruç tutulmasını
tavsiye etmiştir. Âlimler bu ve benzeri haberlerden hareketle hem mali
hem namaz, oruç ve Kur’an tilaveti gibi bedeni ibadetlerden hâsıl olan
sevapların müslüman ölülere bağışlanabileceğine hükmetmişlerdir ki bu
görüş Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hanîfe tarafından da benimsenmiştir. İmam
Mâlik ve İmam Şâfiî’nin kanaatleri aksi yönde olmakla birlikte bu iki
imamın taraftarlarından bir kısmı da aynı görüşe iştirak etmiştir. Buna
mukabil diğer bazı âlimler “İnsan ancak kendi çabasının karşılığını
görür” mealindeki Necm 53/39. ayeti delil göstererek ölülere Kur’an
okuyup sevabını bağışlamanın hiçbir anlam ifade etmediğini
söylemişlerdir. Ne var ki Allah bu ayette “İnsana ancak kendi amelleri
fayda verir” dememiş, aksine “İnsan ancak kendi yapıp ettikleri şeylere
maliktir; bunun dışındaki amellerde hak sahibi değildir” demiştir. Bu
sebeple, bir başkası kendi amelini bir insana bağışladığında bu bağış o
insana fayda verir.”
***
Sonuç olarak, başta
Haşr 59/10 ve İbrahim 14/41. ayetler olmak üzere Kur’an’daki birçok
ayette müslümanların hem kendileri hem anne-babaları hem müminler ve hem
de kendilerinden önce gelip geçen din kardeşleri için Allah’a dua
ettikleri ve hatta bu minvalde dua etmeleri gerektiği bildirilir.
Özellikle İbrahim 14/41. ayetteki, “Rabbimiz, beni, ana-babamı kıyamet
günü mağfiret eyle” ifadesi çok dikkat çekicidir. Bize göre bu ayet
Allah’tan af ve mağfiret talebiyle Kur’an okunmasının meşruiyetine dair
en güçlü delillerden biridir. Kur’an okumak suretiyle Allah’tan talep
edilen af ve mağfiretin karşılık bulup bulmayacağı biz kulların
bilebileceği bir şey değildir. Konunun bu tarafı hukûkullahla ilgilidir.
Kur’an tilavetinin sevap olarak ölüye ulaşacağı yönündeki görüş sonuçta
engin ilâhî rahmete ilişkin bir ümit ve beklentinin yansımasıdır. Bu
konuda başvurulan delil ise kıyastır. En’âm 6/12. ayette “Rahmeti
kendine ilke edindi” ve A’râf 7/156. ayette “Rahmetim her şeyi
kuşatmıştır” buyuran Cenâb-ı Hak mümin kullarına hitaben dualara icabet
edeceğini de bildirdiğine göre O’na yönelik en güzel dua ve niyazların
yine O’nun kelamıyla yapılması kuşkusuz daha uygundur. Bize kendi
kelamında nasıl dua edeceğimizi öğreten Cenab-ı Hakk’ın dua ayetlerini
okuduğumuz zaman O’nun nezdinde karşılık bulacağı umulur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Eylül 2018
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/olulere-dua-ve-istigfar-niyetiyle-kuran-okunur-mu-7923
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/olulere-dua-ve-istigfar-niyetiyle-kuran-okunur-mu-7923
Tefsirden Küçük Bir Kesit
Bakara
2/2. ayette geçen “müttakîn” nitelemesi hem dinî terminolojide hem
gündelik dilde “dinî emirler ve yasaklara riayet hususunda titizlik
gösteren, samimi ve duyarlı dindar” anlamında kullanılan bir
sıfat/isimdir. Fakat “müttakîn” lafzının medlulü bu ayette öncelikle
mü’minler ve muvahhidlere karşılık gelir. Çünkü ayet ilk planda
Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu vurgulamakla inkârcılar zümresine cevap
verir mahiyettedir. Buna mukabil İslami gelenekte, özellikle tasavvuf
kültüründe takvâ ve müttakî kelimeleri “derin dindarlık” denebilecek
özel bir anlam kazanmıştır. Özellikle Medenî surelerdeki bazı ayetlerde,
mesela Bakara 2/177 ve 189. ayetlerde takvâ ve müttakî kelimelerinin
“gerçek dindarlık” ve “samimi dindar” manasına geldiği söylenebilir. Bu
noktada “takvâ”nın inanç düzeyinde şirk ve küfürden sakınmayı,
dinî-ahlâkî yaşantıda ise titiz ve samimi olmayı ifade ettiği tespitinde
bulunmak mümkün olabilir. Dolayısıyla “takvâ” ve “müttakî” kelimelerine
İslâmî gelenekte yüklenen hususi anlamın temelsiz olmadığı
söylenebilir. Fakat özellikle Mekkî surelerde “mü’min” ile “müttakî”nin
medlul yönünden birbirine muadil şekilde kullanıldığını da belirtmek
gerekir. Medenî surelerde ise durum biraz değişmektedir. Bu yüzden,
“müttakî” ile “mü’min” lafızlarının birbirinden farklı dindarlık
tecrübelerini ifade edip etmediği meselesine açıklık kazandırmak
gerekir.
***
Bize göre “müttakî”
ile “mü’min” sıfatlarının özellikle Mekkî surelerdeki anlam ve
kullanımları nezâir kabilinden, yani “cennet”in dâru’s-selâm,
dâru’l-mukâme gibi farklı isimlerle anılması kabilindendir. Kaldı ki
bazı ayetlerde, sözgelimi Sâffât 37/81, 111, 122, 132. ayetlerde Hz.
Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. İlyas’tan tek tek söz
edilir ve bu peygamberlerden her biri, “O bizim mü’min kullarımızdan
idi” şeklindeki ifadeyle “mü’min” diye nitelendirilir. Peygamberlerden
her biri “mü’min kul” diye anıldığına göre “mü’min” aynı zamanda
“müttakî” demektir. Kaldı ki Bakara 2/180. ayette, ölüm vakti yaklaştığı
zaman örfe (maruf) uygun şekilde anne-baba ve yakın akrabaya vasiyette
bulunmanın müttakîler için bir vecibe olduğu bildirilir. Ayetteki
“müttakîler için bir vecibedir” ifadesinin “vasiyet ortalama mü’minler
için vecibe değildir” şeklinde bir anlam taşımadığı izahtan varestedir.
Müttakî lafzının Mekkî
sureler ve ayetlerde çoğu zaman cennet vaadiyle birlikte zikredilmesi
dikkat çekicidir. İlgili ayetler, Mekke döneminde şirkten sakınmak ve
muvahhid olmak uğruna ödenen ağır bedellerin ancak cennet mükâfatıyla
telafi edileceğini belirtir ve aynı zamanda tevhid davasına sadakat ve
sebatkârlığa dair teşciî/teşvik mesajı içerir. Buna mukabil müttakî
lafzının Medenî sureler ve ayetlerdeki kullanımları cennet vaadinden
ziyade pratik hayatta dinî, ahlâkî ve insani duyarlılıklara davet
mesajları içerir. Mesela, örfe/marufa uygun şekilde anne-babaya ve yakın
akrabaya vasiyette bulunmak (Bakara 2/180), karşılıklı olmak şartıyla
haram aylar ve savaş hukukuna riayet etmek (Bakara 2/194), boşanmış
kadınlara örfe/marufa uygun şekilde bir tür nafaka olarak maddi destekte
bulunmak (Bakara 2/241), ahde vefa göstermek (Âl-i İmran 3/76), hayırlı
ameller işlemek (Âl-i İmrân 3/115), antlaşmaya sadakat göstermek (Tevbe
9/4), dürüst davranmak (Tevbe 9/7) gibi hususlarla ilgili emirler ve
tavsiyelere uyan kimseler “müttakîn” diye nitelendirilir.
Öte yandan,
“mü’minler” nitelemesi Medenî surelerde, “Ey iman edenler” mealindeki
müvâcehe hitaplarının doğrudan muhatabı olan ilk müslüman toplumun
geneline yönelik bir isim/isimlendirme olarak vaat ve mükâfattan ziyade,
mükellefiyetler bağlamında zikredilir. Bu durum, Medine döneminde nazil
olan surelerde “müttakî” nitelemesinin dinî ve ahlâkî duyarlılığa
işaret meyanında kullanıldığı, dolayısıyla genel “mü’min” kategorisinden
az çok farklı bir dindarlık kategorisine işarette bulunduğu yönünde bir
tespit yapmamıza imkân tanıyabilir. Müttakî nitelemesinin Medine
dönemine ait surelerdeki birçok ayette ahlak temelli dindarlığa atıfta
bulunur şekilde kullanılması, bu dönemde müslüman toplumun ganimet gibi
dünyevi nimetlere kavuşup rahatlaması, buna bağlı olarak Mekke
dönemindeki sıkı dayanışma, fedakârlık ve diğerkâmlık ruhunun azalmaya
başlaması ve aynı zamanda toplumsal yapıda birtakım ahlâkî sorunların
ortaya çıkması gibi sosyolojik olgularla irtibatlandırılabilir. Enfâl
suresinin ilk ayetlerine konu olan ganimet tartışması, Cuma suresinin
son ayetine konu olan dünyevileşme sorunu, Hucûrat suresindeki birçok
ayete konu olan fasıklık, iki mü’min grup arasında kavga ve çatışma,
alaya alma, lakap takma, sû-i zan, gıybet, tecessüs (ayıp ve kusur
arama) gibi sorunlar “müttakî/müttakîn” nitelemesinin Medenî sureler ve
ayetlerde niçin ahlâkî ve insani duyarlılığa davet bağlamında
kullanıldığı hakkında az çok fikir verir.
***
Diğer taraftan,
Hucurât suresinin 13. ayetinde “Allah katında en değerliniz, daha
takvalı olanınızdır” ifadesiyle Allah katındaki değer/kıymet ölçütünün
dinî-ahlâkî duyarlılık olarak belirlenmesi ve surenin “ancak ve ancak”
anlamındaki hasr edatıyla başlayan 15. ayetinde gerçek manada
mü’minlerin, “Allah’a ve elçisine yürekten inanıp güvenen, inançlarında
şüpheye mahal vermeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat eden
kimseler var ya işte gerçek müminler onlardır. İşte onlardır iman
hususunda özü-sözü bir olanlar!” diye tanımlanması, müslümanlık
pratiğindeki gevşeklik sorununun daha nüzul döneminde baş gösterdiği, bu
yüzden “takvâ” ve “müttakî” gibi lafızların “ihlaslı mü’min” manasına
bu dönemde evrildiği yönündeki tespitimizi destekleyici karineler
içerir. Sonuç olarak, İslâmî gelenekte “müttakî” kelimesine yüklenen
“samimi dindar” manasının Medenî surelerde karşılık bulduğu
söylenebilir. Kanaatimiz o ki bilhassa tasavvufî gelenekte “müttâkî”
kelimesine çok özel anlamlar yüklenmesinde, tarihî süreçte ortaya çıkan
sorunlu ve sakat müslüman tipolojisi önemli rol oynamıştır. Ehl-i Sünnet
kelamında kabul gören “amel imandan cüz değildir” anlayışının da
etkisiyle ahlakî/amelî açıdan gevşek müslümanlıkların yaygınlık
kazanmasına bağlı olarak, sıkı ve samimi dindarlık ile mevsimlik ve
alaca dindarlık arasında kategorik ayrıma gidilmesi, ayrıca geniş
kitlelerce çok önemsenen fıkıh ve ilmihal dindarlığında formalizmin ağır
basmasından dolayı “derin dindarlık” açığının kapatılmak istenmesi gibi
saiklerle “takvâ” ve “müttakî” kelimeleri çok özel kavramsal içerikler
kazanmıştır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 8 Eylül 2018
Tefsir ve Popülizm
Tefsir
hem Kur’an’ın anlam arkeolojisiyle ilgili bir ilim ve hem de bu alanda
yürütülen ilmî faaliyetin adı olarak “popülizm” kavramıyla yan yana
gelmesi mümkün olmayan bir şeydir. Keza tefsir alanında ortaya konulacak
eser de popüler beklentilere hizmet edecek bir şey değildir. Fakat 20.
yüzyılın başlarından itibaren gerek dinî düşüncede ıslah-tecdit
söyleminin başını çeken çevreler, gerek Kur’an metninden modern bilim
devşirme veya ayetlerden bilimsel keşif üretme faaliyetine girişen bazı
kimseler ne yazık ki tefsir ilminin popüler bir ilgi alanına dönüşmesine
büyük katkı vermişlerdir. Modern dönemdeki tefsir tarihi kitaplarında
“ictimai tefsir” diye kategorize edilen yönelime göre tefsir, “tefsir”
için değil “halk” içindir.
***
Bu görüş ve anlayışın
iyi niyete dayandığında hiçbir şüphemiz yoksa da ortaya çıkardığı
sonuçlar hem Kur’an’a ilgi duyan hemen herkesin tefsir alanında kendini
salahiyet sahibi olarak görmesine hem de tefsirle ilgili eserlerde halk
memnuniyetinin çok önemli bir amaç olarak gözetilmesine sebebiyet
vermiştir. Buna benzer bir durum özellikle siyer ilminin de başına
gelmiştir. Bereket versin ki kelam ve fıkıh gibi ilimler gerek konu
gerek kavramsal içerik itibariyle özel ihtisas ve teknik bilgi birikimi
gerektirdiğinden, bu iki ilim dalının popülizm furyasından etkilenme
oranı tefsir ve siyer gibi ilimlere nispetle daha düşük düzeyde
kalabilmiştir.
İşin gerçeği, tefsir
metinleri günümüz okuyucusunun ortalama memnuniyet standartları dikkate
alındığında, sıkıcı denebilecek türden metinlerdir. Çünkü tefsir her
şeyden önce suyun kaynağındaki berraklığa ulaşmanın peşindedir. Bu
yüzden de müfessir çoğu zaman bugünle değil, on beş asır ötesine uzanan
bir geçmişle iç içe olmak mecburiyetindedir. Fakat dil, tarih ve
rivayete dayalı bilgiler üzerinden herhangi bir ayetin nüzul ortamındaki
ilk ve aslî manasını ortaya koymakla yetinme durumunda iki muhtemel
sorun kendini gösterir. İlk sorun, günümüz okuyucusunun Kur’an’daki
hemen her ayetin anlamıyla ilgili bilgisinin meallere dayanması ve bu
meallerdeki anlam tercihlerinde de çoğunlukla geç dönemlere ait Sünnî
tefsir edebiyatında genel kabul gören yorumların esas alınması sebebiyle
nüzul ortamındaki ilk ve aslî mananın kuvvetle muhtemel olarak
yadırganması, hatta bunun “icat çıkarmak” gibi algılanması sorunudur.
İkinci sorun,
ayetlerdeki ilk ve aslî manaları aktarmakla yetinmenin Kur’an’ı kendi
nüzul ortamına gömmek gibi değerlendirilecek olmasıdır. Bu yüzden,
tefsir çalışmasında ilk olarak ayetlerin ilk ve özgün anlamlarının
ortaya konulması amaçlanmalı, ardından geleneğin ürettiği yorumlar
tartışılmalı, daha sonra da ilk anlam ekseni dikkate alınarak Kur’an’ın
bugüne dair ne söylemek istediği meselesine odaklanılmalıdır. Bu üç
aşamalı izah tarzı her bir ayetin tefsir ve te’vilinde uygulanabilir
olmamakla birlikte çalışmanın geneli bu minvalde planlanmalıdır.
Popülizm meselesine
dönersek, şahsi kanaatim odur ki tefsir çalışmasının her şeyden önce
ilmî olmasına özen gösterilmeli, okuyucu memnuniyeti ön planda tutularak
kısa ve kolay okunabilir bir metin üretilmesi yönünde çaba sarf
edilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında, tefsir çalışmamızın bir-iki ay
içerisinde yayımlanacak ilk cildi okuyucuyla buluştuğunda birçok
okuyucunun memnuniyetsizlik izhar edecek olması kuvvetle muhtemeldir.
Çünkü hemen her ayetin tefsirinde okuyucunun karşısına çıkacak lügat,
irab ve belâgat, kıraat gibi konularla ilgili teknik bilgiler ve
tahliller hem sıkıcı hem de okuma açısından yorucu olarak
değerlendirilebilir. Ancak tefsir diye anılan ve roman tadında okunan
metinlerin tefsir hüviyetinde olmadıklarını da bu vesileyle not etmek
gerekir.
***
Tefsir çalışmamız çok
hacimli olduğu/olacağı gerekçesiyle de eleştirilecektir. Fakat bu
yöndeki eleştiriler bizim fikrimizi değiştirmeyecektir. Fikrimiz şudur:
Tefsir ne kadar geniş hacimli olmayı gerektiriyorsa o kadar hacimli
olacak, eserin tümü belki 15-20 cildi bulacaktır. Dolayısıyla hacim
konusunda da okuyucu memnuniyetine dayalı popüler hesaplar yapılmayacak,
bu minvaldeki beklentiler dikkate alınmayacaktır. Hacmin genişlemesi
tefsir çalışmasında gözetilen amaçlarla çok yakından irtibatlıdır.
Mukaddimesinde de belirtileceği üzere bizim çalışmamızın üç temel amacı
vardır. Birincisi, Kur’an’ın kendi nüzul ortamındaki ilk ve özgün
anlamını ortaya çıkarmak; ikincisi, tefsir geleneğinde ayetlerin ne
şekilde yorumlandığı ve hangi konularla irtibatlandırıldığı gibi
meseleleri ele alıp eğer varsa ilk ve özgün anlamdan sapmalara işarette
bulunmak ve bu arada söz konusu sapmaların sebep ve sonuçları üzerinde
durmak; üçüncüsü ise Kur’an’ın tarih-üstü mesajını yakalamak ve bu
mesajın günümüz dünyasıyla irtibatını kurmaktır. İşte bu üç farklı amaç
kaçınılmaz olarak metin hacminin genişlemesine yol açmaktadır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 1 Eylül 2018
Ey Pâdişah-ı Lem Yezel, Cana Cefa Kıl Ya Vefa…
Mutasavvıf
şair İbrahim Tennûrî (ö. 887/1482) meşhur manzumelerinden birine, “Cana
cefa kıl ya vefa, kahrın da hoş lütfun da hoş; ya dert gönder ya deva;
kahrın da hoş lütfun da hoş…” mısralarıyla başlar. Bu manzume günümüzde
ilahi olarak okunur. Ne yalan söyleyeyim, ben ilahi okumayı sevmediğim
gibi dinlemekten de hoşlanmam. Ama benim ilahi sevip sevmemem bir
kenara, Tennûrî’nin bu manzumesinin salt ilahi olarak icra edilmesi,
gerçekten talihsizliktir. Çünkü bu manzume, her şeyden önce, hayat
sahnesinde yaşadığımız iyi-kötü tecellileri nasıl anlamamız, kaderin
cilveleri karşısında nasıl davranmamız gerektiği hususunda çok derin bir
öğretinin veciz ifadesidir. Dolayısıyla bir ilahiye kurban edilmeyecek
kadar önemli ve değerlidir.
Tennûrî, “Gelse
celalinden cefa yahut cemalinden vefa, ikisi de cana safa; kahrın da hoş
lütfun da hoş…” derken, bir taraftan Âmentü’deki “ve-bi’l-kaderi
hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ”ya gönderme yapmakta, bir taraftan da
Allah’tan gelen lütfa gösterdiğimiz memnuniyet kadar yine O’ndan gelen
kahrı da misafirperverlikle karşılamamız gerektiğini anlatmaktadır.
Burada sergilenen tavır tam bir tevekkül, teslimiyet ve rıza tavrıdır.
Bu tavır aynı zamanda Tennûrî’nin “Ey Pâdişah-ı Lem Yezel” diye hitap
ettiği Cenâb-ı Hak ile hukukumuzun sadece “iyi gün dostluğu” üzerine
kurulmaması gerektiğini de hatırlatır. Kaldı ki Allah bize bu âlemde
dikensiz gül bahçesi vaadinde bulunmamış, bilakis hâl-i hayatımızda
kimimizin payına az, kimimizin payına çok düşen birçok sıkıntıyla
karşılaşacağımızı ve bu şekilde sınanmamızın kaçınılmaz olacağını beyan
buyurmuştur.
Bu ilâhî beyanı içeren
Bakara 2/155. ayetin başındaki “ve-leneblüvenneküm” lafzı “blv” (belâ)
kökünden müştaktır. Bu kökteki temel anlam yıpratmak, hırpalamaktır.
Belli ki hayatta yıpranmak ve hırpalanmak kaçınılmazdır. Hele de siz
senaryosuz, oyunsuz, özellikle insani ilişkilerde maskesiz, hesapsız,
ajandasız ya da kısacası saf ve düz yaşamaya çalışan bir insansanız,
hayattaki yıpranma ve hırpalanma katsayınızın çok daha yüksek olması
mutlak kaçınılmazdır. Hayat sahnesinde senaryosuz ve ajandasız dolaşan,
senaryo yazıp kendi senaryosunu oynamayı pek başaramayan insanlar için
bu hayat söz konusu ayetin sonundaki “ve-beşşiri’s-sâbirîn” ifadesinde
de işaret edildiği üzere sabırla katlanılması gereken bir tecrübe olmak
zorundadır. Tennûrî “Kahrın da hoş” derken, zannımca, hayatın
katlanılası tarafına gönderme yapmaktadır.
Kanaatimce Âmentü’deki
“ve-bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî” ifadesini “ve-bi’l-kaderi lütfihî
ve kahrihî” diye anlayıp yorumlamakta beis olmasa gerektir. Şimdi Âmentü
ve kader dedim diye birileri çıkıp, “Hocam, biz sizi Mu’tezilî meşrep
bilirdik; meğer siz kadere inanıyormuşsunuz…” diyebilir. Evet, ben
kadere inanan, hem de sıkı inanan biriyim. Her şeyden önce, bu âlemdeki
iyilik (hayır) kadar kötülüğün de (şer) ontolojik temelinde ilahi
iradeyi göremeyecek kadar kör biri değilim. Burada kaderin neliğine dair
bir benzetme yapmak gerekirse, kader denen şey sizin menzile varmak
için kullanmak zorunda olduğunuz tek yol güzergahıdır. İşte bu yol
güzergahı, başta dünyaya gelip gelmeme meselesi olmak üzere ana babamız,
milliyetimiz ve genetiğimiz hakkında hiçbir tercihte bulunmaksızın
kendimizi bu dünyada bulmuş olmamızdır.
Bu noktada kader
tarafından çepeçevre kuşatılmışızdır. Yani biz ister beğenelim ister
beğenmeyelim, bu hayatta kat etmek zorunda olduğumuz yolun güzergahı
bizden önce, bize sorulmadan belirlenmiş durumdadır. Bu belirlenmişlik
içinde bize tanınan özgürlük imkânı yol güzergahındaki işaret
levhalarını ve trafik kurallarını dikkate alarak araç kullanmaktır.
Lakin yola çıktığınız an itibariyle kaza bela riski yine de hep vardır.
Siz yolda ne kadar dikkatli olursanız olun, kurallara ne kadar uyarsanız
uyun, kimi zaman başka birinin dikkatsizliği veya kurallara
riayetsizliği ne yazık ki “geliyorum” demeden gelen bir kazaya sizi
maruz bırakır. Çünkü kader yazılımında bu da vardır. Sonuçta yaşadığınız
şey sizin kaderiniz ve/veya kazanızdır. Gerçi kader kelimesinin
semantiğinde matematiksel hesap manası da vardır; ama bilindik anlamıyla
kaderde matematik hesaplamaya yer yoktur. Zira hayat sahnesinde
yaşadığımız kaderde iki kere ikinin herkes için dört ettiğine dair bir
gerçeklik yoktur. Hâsılı, kimi arkadaşlar her ne kadar bizim Âmentü’deki
“kader”i Mu’tezile kabristanlığına gömmeye çalışsalar da kader ve
kazamız hep hayattadır ve anbean bizimle birlikte dolaşmaktadır. Vallâhu
a’lem.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 25 Ağustos 2018
İnsan Tabiatının Kötü Tarafına Dair
Kur’an’ın
açık beyanına göre insan tabiatında iyilik kadar kötülük de verilidir,
yani her ikisi de yaratılıştan gelir. Şems 91/7-8. ayetlerdeki
“ve-nefsin ve-mâ sevvâhâ fe-elhemehâ fücûrahâ ve-takvâhâ” şeklindeki
ifadeler belki de bunun en açık delilidir. Burada zikri geçen “nefs”
kelimesi tasavvuf geleneğinde “şeytanın işbirlikçisi” olarak telakki
edilen, hatta bazen “pisboğaz domuz”a, bazen “cadı”ya, bazen de
“kişiyi/erkeği baştan çıkaran kadın”a benzetilen ve sonuçta süflî
arzuların kaynağı olarak gösterilen lanetli bir varlık değil, bir bütün
olarak insanın ta kendisidir. Bununla birlikte “insan” denen varlığın
tabiat/fıtrat açısından kötülük (şer) ve günahkârlığa daha yatkın
olduğunu söylemem gerekir. Kuşkusuz bu benim şahsî kanaatimdir. Çünkü
ben insan söz konusu olduğunda “eşref-i mahlukat”çı değilimdir. Daha
açıkçası Kur’an’ın beyanlarını az çok anlamaya başladığım zamandan beri
işbu “eşref-i mahlukat” tabirinin aslında bir terane olduğu fikrine
kailimdir.
H H H
Kur’an’ın gerçekte ne
dediğini takvim yaprağının arka sayfasından okuyup öğrenenlere bu
meyanda söyleyecek bir sözüm yok; fakat Kur’an bilgisine ve tefsir
ilmine az çok hürmeti olanlara derim ki gerek altmış küsur ayette geçen
“el-insan” kelimesi, gerek Tîn suresi 4. ayetteki “ehsan-i takvîm”
tabiri, gerekse İsrâ suresi 70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem”
ifadesi, daha yaratılış aşamasında peşinen bahşedilmiş bir “eşref-i
mahlûkat, izzet, onur” payesine mi yoksa ehl-i küfür, nankör, şükürsüz
insan tipolojisine mi işaret ediyor, buyrun biraz araştırın ve neticeyi
kendiniz görün. Mesela, açın Kurtubî ve İbnü’l-Cevzî gibi müfessirlerin
tefsirlerini ve bu ayetlerin ilk müslüman nesillerce nasıl anlaşıldığını
bizzat kendiniz öğrenin.
Ben insanoğlunun
tabiatı konusunda kötümser biriyim. Bu yüzden, “Kime iyilik ettiysen
ondan sakın kendini” sözünü epeydir kulağıma küpe etmiş biriyim. Batılı
bir filozof “İnsan Doğası Üzerine” adlı eserinde mealen şöyle der: Bizim
sözde medeni dünyamız şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla,
avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla, akademisyenlerle [not: bu benim
eklememdir] ve daha bilmediğim daha başkalarıyla karşılaştığınız büyük
bir maskeli balo gibidir. Bu insanların birçoğunun göründükleri gibi
olmadıkları bir vakıadır. Aslında pek çoğunun suratında bir veya birkaç
maske, onun arkasında da servet veya tazminat avcısı vardır… Kadınlar
nispeten daha önemsiz görünen seçimler yaparlar ve genellikle derin
sevgi, sadakat, uysallık, evcimenlik, hizmet ve mahcubiyet gibi maskeler
takarlar.
Malum, nice kadın ve
erkek ömür boyu bir yastıkta kocamak üzere kendilerine mahrem bir dünya
kurarlar ve hele de bu dünya dillere destan bir aşk üzerine kurulmuşsa,
ilk zamanlar birbirlerine çok büyük sözler veren çiftler kendi özel
dünyalarında tüm mahremiyetleri yaşar, sırlarını paylaşırlar. Ama yine
bir gün gelir, eşler ve/veya birbirlerini sevenler arasında birtakım
sorunlar baş gösterir; derken onca yıllık yaşanmışlığa ortak olan bu
insanlar birbirlerine karşı içten pazarlıklı hesaplar yapmaya, en az
birkaç hamle sonrasını öngören hesap görme satrancını kurmaya başlarlar.
Bu durum kimi zaman sözüm ona derin muhabbet ve sadakatin “artık bitti,
tükendi” gibi ifadelerle noktalanması şeklinde son bulur ve bu safhanın
akabinde geçmişteki sözde büyük sevginin yerine çok kere nefret ve hınç
ikame olunur. Kimi zaman da sorunlar zaman içerisinde bir şekilde
bertaraf olur, ardından sanki hiçbir kötü şey yaşanmamışçasına, “Nerde
kalmıştık?” der gibi tekrardan yola revan olunur. Fakat ne tuhaftır ki
bütün bu kir ve kirliliğe rağmen yine sevgiden, sadakatten ve eski
zamanların güzelliklerini tekrar yaşamaktan dem vurulur. Hâlbuki bazen
küçük bir sorunda dahi birbirlerini kırıp dökmek veya alabildiğine
hırpalayıp bîtap düşürmek üzere konuşlanan eşler ve sevgililerin onca
kirli hesap kitaptan ve birbirlerini alabildiğine yıpratmışlıktan sonra
sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devamdan söz etmeleri insan
tabiatındaki baskın çiğlik ve çirkinliğin tipik göstergelerinden
biridir.
***
Buna benzer çiğlikler
yıllar boyu büyük emek verdiğiniz, tüm birikiminizi kendisinden
esirgemediğiniz insanların birtakım ümit ve beklentileri vaktiyle
hesaplanan zaman ve zeminde karşılanmadığında da kendini gösterir. Yine
bu tür çiğlikler ve çirkinlikler kimi zaman da saygısızlık, hoyratlık ve
nobranlık şeklinde gerçekleşir. Hâsılı, insan denen varlık ham ve
pişmemiş hâliyle sanki vahşi bir hayvan gibidir. Bencillik ise insan
tabiatındaki kötülüğün kubbesini ayakta tutan fil ayağı sütun/kolon
gibidir. İnsan tabiatı muazzam bir hodbinlikle bezelidir. Nitekim Meâric
70/19. ayetteki “innel insâne hulika helûâ” ifadesindeki geniş semantik
de insan tabiatıyla ilgili olarak açgözlülük, sabırsızlık ve hodkâmlık
gibi birçok kötü vasfı içerir. Fıtrat ve tabiatımıza kodlanmış
bencilliğin yanı sıra pek çok insanın iç dünyası tıpkı bir yılanın
dişinde depolanmış zehir gibi nefret, öfke, kin ve haset de içerir.
Bütün bunlar zehirlerini akıtmak ve sonra da tıpkı zincirinden boşanmış
şeytan gibi dört bir yandan saldırmak için sadece bir fırsat bekler
haldedir.
İşte bu yüzden
riyakârlık, yalancılık, düzenbazlık, hilekarlık, sahtekârlığın üzerine
örtülen örtüyü kaldırıp atmak, dünyada hakiki sevgi, sadakat, vefa ve
dürüstlükten ne kadar az kaldığını ve zahirde sevgi, sadakat gibi
görünen birçok davranışın ardında birçok ahlaksızlık ve günahkârlığın
sinsice pusuda bekler vaziyette olduğunu ortaya koymak, adiliğin bini
bir para denebilecek bu devr-i âlemde neredeyse imkânsız bir iştir.
Belki sadece bundan dolayıdır ki iç dünyalarında iyiliği kötülüğe baskın
kılmaya çalışan pek çok insan kendilerine dört ayaklı dostlar
edinmişlerdir. Bitmek tükenmek bilmez riyakârlıklar, yalakalıklar,
sahtekârlıklar ve düzenbazlıkların adeta kol gezdiği bu dünyada halis
muhabbet, sadakat ve vefadan artık büyük ölçüde ümit kesmiş insanlar
için hayata iyimser bir nazarla bakmak hakikaten çok zor olsa gerektir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 18 Ağustos 2018
Darda Kaldım Diye Umutsuz Olma, Yok İken Dünyayı Var Eden Vardır...
Çok
değerli hekim arkadaşım Doç. Dr. Fatih Yavuz geçen gün beni ziyarete
geldiğinde “Hocam, şu kitabı oku, iyi gelir” diye bir kitap hediye etti.
Kitap Russ Harris’in Gerçeğin Tokadı adlı eseri. Ne yalan
söyleyeyim, eserin bazı bölümleri oldukça yavan görünmekte, diğer bazı
bölümleri ise bana, “İşte budur benim de öteden beri zihnimde dolanıp
durduğu halde bir türlü dile döküp anlatamadığım, ama anlatıp
birileriyle paylaştığımda az çok ferahlık bulacağımı sandığım şey”
dedirtecek türden psikolojik tahliller içermekte… Kitapla ilgili kısa
değerlendirme notlarının birindeki şu pasajın özelikle “acıya değer
katma” ifadesi çok manidardır: “Gerçek er ya da geç size bir tokat
indirecektir. Birinin ölümü, hastalık, ihanet ya da başka talihsizlikler
hiç beklenmedik bir anda gelip sizi temelden sarsacaktır… Kendinize
şefkatli ve farkındalıkla muamele etmek için vakit ayırmak belki acınızı
yok etmeyecek; ancak bu acıya değer katacaktır.”
Todd B. Kashdan, “Biz
ne yapmaya çalışırsak çalışalım acı ve ıstırap kaçınılmaz bir şekilde
hayatımızın içine sızmayı başarır ve bu acıyla başa çıkma kapasitesi,
tatmin (itmi’nan) elde etmek için elzem bir unsurdur” der. Biz bütün
gayretimizle acı ve ıstırabın hayatımıza sızmaması için didinsek de o
mutlaka bir yolunu bulup hayatımızın belki de “yumuşak karnı”
denebilecek bir yerinden sızmayı başarır. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in
ifadesiyle “acıyı bal eyledik” demek hayli abartılıdır; fakat “acıya
değer katmak” ya da acının pişirme vasfı sayesinde hamlıklarımız ve
nobranlıklarımızı az çok yontup daha bir insana benzer insan olmak da
her zaman mümkündür. Kanaatimce, acı ve ıstıraptan sürekli müşteki olup
sızlanmak yerine, çektiğimiz acıyı olgunlaşma imkânına dönüştürmek ve bu
tecrübeden hem insani hem ahlâkî bir değer üretmek lazımdır.
***
Acı ve ıstırap çoğu
zaman gerçeğin tokadını yediğimizde hissedilen bir hâldir. Hepimiz
hayatın farklı dönemlerinde bu tokatlardan çokça yemişizdir. Gerçeğin
tokadı pek çok farklı şekilde kendini gösterir. Bazen öylesine
şiddetlidir ki çok sağlam bir yumruğa benzer. Sevdiğimiz bir insanın
ölümü, ağır bir hastalık, anormal bir kaza, özürlü bir çocuk, ihanet,
yangın, sel veya başka bir afet, yumrukla eşdeğer tokatlar
kabilindendir. Gerçeğin tokadı bazen daha hafif olabilir. Çok sevdiğimiz
bir insandan gitgide koptuğumuz zamanlardaki keskin yalnızlık hâli,
gerçekten hak etmediğimizi düşündüğümüz çok kötü bir muameleye maruz
kaldığımızda hissettiğimiz gücenme ve içerlenme hissi, aynadaki
yansımamızı görüp de gördüğümüzden hiç hoşlanmadığımız zaman yaşadığımız
o kısa ve keskin şok tecrübesi yahut da hayal kırıklığı, dışlanma,
aforoza maruz kalma gibi durumlarda hissedilen ve bıçak darbesi gibi acı
veren duygular görece hafif tokatlar cinsindendir.
Tokat kimi zaman da
geçmişin bir parçası olarak kendini gösterir. Bu tokat gelip geçici,
kısa ve çok keyifsiz bir uyanma hâli gibidir. Sonuçta yalın gerçeğin
tokadı nereden, ne şekilde ve hangi şiddette gelirse gelsin, acılı ve
yürek yakıcı bir şeydir. Tokat suratımızda patlar patlamaz, bizi
uykumuzdan uyandırır ve işte o zaman “beklenti açığı” denen bir başka
acı veren durumla karşı karşıya kalınır. Çünkü artık bir tarafta
yaşadığımız gerçeklik vardır, diğer tarafta onca zamandır arzu duyup
beklentiler oluşturduğumuz gerçeklik vardır. Bu iki gerçeklik arasındaki
açık ne kadar fazla olursa, ortaya çıkan hissiyat da o kadar acılı
olur. Tokadın verdiği acı genellikle kısa sürede aşılır; ama beklenti
açığının az çok kapanması aylar, yıllar, hatta belki on yıllar alır.
Peki, beklenti
açığımız hiç kapanmazsa ne yaparız? Mesela, annemiz, babamız veya çok
sevdiğimiz bir insan öldüğünde biz bununla nasıl başa çıkarız? Yahut
beklenti açığımızı kapatma imkânına sahip olsak dahi bu çok uzun bir
süre alacaksa biz bu süreyi en az hasarla nasıl aşarız? Bu konuda az çok
işe yarar bir fikir beyan etmeden önce, bu dünyadan gelip geçen hiçbir
insanın her istediğine sahip olmadığını hatırlatmakta fayda vardır. Şu
gezegende bize takdir edilen hayat süresince hepimiz hayal kırıklığından
hüsrana, başarısızlıktan reddedilme ve dışlanmaya, binbir çeşit
hastalıktan ciddi şekilde sakatlanmaya ve nihayet günün birinde ölümü
tatmaya mahkûmuz. Çünkü her birimiz fani oğlu fani bir kuluz. Üstelik
Kur’an’da (En’âm 6/94) -her ne kadar konu bağlamı ve vurgusu farklı olsa
da- bildirildiği üzere bu dünyaya gelirken de yalnızdık, buradan göçüp
giderken de yapayalnız olacağız. Dolayısıyla biz aynı zamanda yalnız
oğlu yalnızız.
***
Sonuç olarak, beklenti
açıklarıyla başa çıkmanın belki de en tekin yolu, iç dünyamızda rızaya
dayalı şekilde oluşturacağımız itmi’nan, yani içsel tatmin duygusudur.
İtmi’nan duygusu, gerçeğin tokadının bizde yarattığı büyük şoklar
yüzünden beklenti açıklarımız bir türlü kapanmayıp sözde büyük
hayallerimiz gerçekleşmediğinde ve hayat bize zalimce muamele ettiğinde
dahi iç huzuruna erişebilmektir. Bu huzura erişmek için de “Allah bes,
baki heves” deyip sırf Allah’a güvenip dayanmak, O’ndan başka hiçbir
varlığa bel bağlamamak gerekir. Çünkü Mevlâ velî, Mevlâ vekîl, Mevlâ
kerîmdir. Rahmetli Neşet Ertaş Usta’nın “Sabreyle Gönül” adlı mistik
türküsünde o muhteşem edayla söylediği gibi, “Sabreyle gönül, sabırsız
olma; cümleyi gönüle hey dost yâr eden vardır; darda kaldım diye diye
umutsuz olma; yoğ/yok iken dünyayı var eden vardır…”
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 13 Ağustos 2018
Mola İzni Çıkmadı, Yazmaya Devam...
Beş-altı
gün önce Yavuz Selim kardeşime WhatsApp’tan bir mesaj gönderip sağlık
sorunlarım nedeniyle Karar’daki yazılarıma bir süre mola/ara vereceğimi
bildirmiş ve şahsım adına açıldığı halde bugüne kadar hiç kullanmadığım
Twitter ve Facebook hesaplarından bunu paylaşmasını istemiştim. Sağ
olsun, Yavuz kardeşim her zamanki gibi o mesajı paylaşıverdi. Söz konusu
mesajı yazma gerekçem, sağlık sıkıntılarımdan dolayı kendimi hâlsiz ve
mecalsiz hissetmemdi. Fakat özellikle Karar’daki tüm dostlar ve
arkadaşlar benim bu kararımın isabetli olmadığını, bilakis yazmaya devam
ettiğim takdirde moral ve motivasyonumun canlanacağı hususunda beni hem
teşcii hem ikna ettiler. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi de ettiler.
Çünkü bu aralar beynimin çevrimiçi evreninde dolaşıp dururken imâl-i
fikirde bulunmak, okumak, yazmak gibi zihnî faaliyetlerin beni yorduğunu
hissetmekteydim. Bununla birlikte kendi zihin kabuğuma çekilip dış
dünyadan giderek uzaklaşmanın sağlıklı bir gidişat olmadığının da
bilincindeydim. Fakat şu an itibariyle okuma ve yazmanın hem ferahlık ve
rahatlık hem de moral ve motivasyon kaynağı olduğuna kanaat getirdiğimi
itiraf etmeliyim. Böyle bir kanaate varmamda bana destek olan tüm
arkadaşlara ve özellikle Karar gazetemizdeki can dostlara yürekten
teşekkürü borç biliyorum.
***
Bütün bunlara rağmen
dünyaya ve hayata karşı pesimist (kötümser, karamsar) tavrım ve algımdan
çok fazla ödün vermediğimi de belirtmeliyim. Çünkü bugüne değin hayatta
kayda değer denebilecek her ne yaşadıysam hemen hepsini adeta ziplenmiş
sevinç, mutluluk, hüzün, keder, gücenme duygularıyla yaşayan bir mizaca
sahip olmam ve hayatımın çok büyük bir kısmında sevinç ve mutluluktan
çok daha fazla hüzünle hemdem olmam, melankolik ve pesimistik bir
dünya-hayat algısına râm olmama sebebiyet verdi. Melankoli sebebiyle hem
yalnızlıktan duyulan mutluluk hem de insanların içine karışamamanın
verdiği huzursuzluk… Hep uzak geçmişteki birkaç güzel anının etrafında
dolanıp durmak ve hatta o anıları tıpkı derin bir nefes gibi içime çekip
hiç geri solumadan yaşamayı arzulamak… Yani hep çocukluk çağlarında
kalmayı arzulamak ve şimdiki zamanın ruhundan hiç hoşlanmamak…
Malum, bazı insanların
hayatları büyük ölçüde sağlık, refah ve rahat içinde geçer. Bazı
insanların ömür sermayeleri ise Ziya Paşa’nın, “Bî-baht olanın bağına
bir katresi düşmez; bârân yerine dürr ü güher yağsa semadan”
mısralarında anlatılmak istenen bahtsızlıktan farksız şekilde yaşanır ve
biter. Bârân-ı belâ kimi zaman topyekûn halde hücum edip karabasan
(uyku felci) gibi üstünüze çöker ve sizi adeta kötürüm eder… Yakın
geçmişte birçok insandan, özellikle de birtakım dinî gruplar ve
şahıslardan gördüğüm itham, iftira, tezyif, tekfir gibi olmadık işler ve
zulümler ruhumu büsbütün ezdi. Belki de ben gerçekten kötü bir insan
olduğum için bütün bunları hak etmişimdir yahut kimbilir belki de hayat
imtihanımın biraz ağır geçmesi takdir edilmiştir. Ben bu gaybî işlerin
künhüne akıl erdiremem; gerçekte kimin neyi hak ettiğini ancak Allah
bilir.
***
Kehf suresinde geçen
meşhur kıssaya göre Hızır’ın gemiyi delmesi, günümüz Türkiye’sindeki
birtakım dinî gruplar ve şahısların bize yönelik hayınlıklarını
hatırlatır tarzda muamele gördükleri bir beldedeki yıkılmak üzere olan
bir duvarı onarması gibi, ilk nazarda kötü görünen bugünkü yılgınlık
hâlim -valllâhu a’lem- yarın bir gün ilahi feyiz, bereket ve hayırlara
vesile olabilir ama belki hiçbir hayra da vesile olmayabilir. Bugünkü
kötü durum ileriki zamanlarda hayırlar ve inşirahlara vesile olmadığı
takdirde, mümin ve müslüman kişiye yaraşır tutum, bu durumu dünyadaki
hayatın cilvesi sayıp sabra sarılmak, yani isyana savrulmadan mütevekkil
olmak lazım geldiğine hamletmektir. Çünkü müslüman insanın iman ve
teslimiyet sınavı/kıvamı bu gibi kritik eşiklerde kendini gösterir.
İnsanoğlunun dünyadaki ahlâkîlik ve erdemlilik sınavında zor eşikler
turnusol kâğıdı gibidir. Bu noktada, “Hızır-Musa” kıssasını bizim
camianın, “Hızır idi, İlyas idi” tarzındaki çocuksu anlama ve yorumlama
tarzının aksine, “Hayatta olup biten her şeyin künhüne vukûf söz konusu
olduğunda, insan aklı ve idraki buna kifayet etmez. Neyin iyi neyin
kötü, neyin hayır neyin şer olduğunu ancak Allah bilir ve pek çok
neticeyi de idrak edebildiğimiz kadarıyla mürûr-i zaman gösterir” gibi
derin bir mesajla anlayıp yorumlamak daha isabetli olsa gerektir.
Nitekim bu kıssayı iç dünyamda hep bu minvalde anlayıp yorumlamış,
dolayısıyla kıssanın gerçekten yaşanmış bir tarihî hadise olup olmadığı
meselesiyle pek alakadar olmamışımdır.
***
Hâsıl-ı kelam, şu veya
bu kimse veya sözde herhangi dinî grup beni hayli hırpaladı diye hem
rabbime hem sevenlerime söz verdiğim tefsir çalışmamdan asla
vazgeçmeyeceğime, aklımın erdiği ve bilgimin yettiği nispette, elimden
gelen en güzel şekliyle bu çalışmamı -şayet Allah izin verir, ömür vefa
ederse- tamamına erdireceğime dair söz veriyorum. Aynı şekilde KURAMER
bünyesinde değerli hocalarımızla yürüttüğümüz uzun soluklu ilmî
projelere de tüm gücümle katkıda bulunacağımı taahhüt ediyorum. Çünkü bu
ilmî çalışmaları hayatla bağımı muhafaza eden en sağlam bağ olarak
görüyorum. Ayrıca içinden geçtiğim şu zor zamanlarda sağlık
sıkıntılarımı kendime bahane kılıp bu çok kıymetli hayat bağım ve
tutamağımdan vazgeçmek gibi bir hakkımın bulunmadığını, böyle bir
sorumsuz davranışın hem Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık, hem ilme
sadakatsizlik, hem de tefsir çalışmamızı bekleyen ve bizi hasbî olarak
seven onca yârenimize büyük bir vefasızlık olduğuna inanıyorum. Bu
sebeple, ilim yolundan ayrılmama konusunda namus ve şeref sözü
veriyorum. Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 11 Ağustos 2018
Rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr(un)
Yazının
başlığındaki ayeti (Kasas 28/24) her ne zaman okusam hayatımın zor
zamanlarında yaşadığım hüzünler ve çaresizlik halleri gelir aklıma. Bu
ayetin arka planını oluşturan kıssaya göre Hz. Musa, Mısır’da kendisini
öldürmek üzere birtakım planlar yapıldığı haberini alır ve bunun üzerine
oradan kaçıp uzun bir yolculuktan sonra Medyen’e varır. Medyen suyunda
Hz. Şuayb’ın veya Yetrûn (Hz. Şuayb’ın kardeşinin oğlu?) adlı kişinin
iki kızına ait hayvanları suvardıktan sonra gölgelik bir yere çekilir.
Ardından nâçâr (çaresiz) bir halde, “Rabbim! Bana lütfedeceğin hayra
(iyilik, nimet, ihsan) öyle muhtacım ki…” (Kasas 28/24) diye yakarır.
Hz. Musa’nın bu yakarışından sonraki ayetler okunduğunda Allah’ın onu
nâçâr halden nasıl kurtardığına şahit olunur.
Kur’an’daki birçok
ayette, çaresiz hâle düştüklerinde tüm içtenlikleriyle yana yakıla
Allah’a yalvaran, fakat selamete erdiklerinde nankörlük mesleklerine
kaldıkları yerden devam etmeyi marifet sanan nankör/kâfir tipolojisinden
de birçok örnek sunulur. Bu tür kaypaklıklar (döneklikler) ne yazık ki
birçoğumuzun hayatında da az çok mevcuttur. Çaresizlik içinde
kıvrandığımız zamanlarda “medet” diye Allah’a yalvarıp yakarırız; fakat
“Düzlüğe çıktık” diye düşünmeye başladığımız an itibariyle Allah’a
yönelik dua ve niyaz hukukumuzu yeni bir çaresizliğe duçar olana dek
rafa kaldırırız. Bu sebeple, en azından bir kısmımızın Allah’la
basbayağı çıkarcılık ve kaypaklık üzerine ilişki kurduğu gerçeğini
itiraf etmek durumundayız. Kaldı ki pek çoğumuzun ibadet anlayışı ve
tarzı ırgatbaşı ile ırgat ilişkisinden hallicedir. Kader meselesindeki
algımız ve tavrımız ise basbayağı ahlaksızlık üzerine inşa edilmiş
gibidir. Zira işler yolunda gittiği sürece hemen hiç birimizin aklına
kader, kaza, alın yazısı gibi şeyler gelmez; fakat ne zaman ki körün
taşı gibi bir bela ve musibetle karşılaşırız, işte o zaman kader ve kaza
ile didişmeye başlar, hatta “kahpe felek” diye başlayan kinayeli
ifadelerle kadere sövüp sayarız.
Hâlbuki gerçek iman
sahibi mümin ve müslümana yaraşır tutum, her hâlükârda Allah’la
ilişkisini tam bir güven, teslimiyet ve rıza üstüne kurmak ve her ne
olursa olsun Allah’a karşı minnettarlık borcunu asla unutmamak
olmalıdır. Keza başladığı her işin başında da sonunda da Allah’ı mutlaka
hatırda tutması, yani hangi işe başlayacak veya hangi işe nokta
koyacaksa o işin mutlaka “Allah”lı olması gerektiğine yürekten
inanmasıdır. Ben bir mümin olarak Allah’la ilişkimi birçok kelam
ekolünün imanla özdeş saydığı kalple tasdik veya salt dille ikrar
veyahut marifet (bilgi) gibi teknik kavramlar üzerinden değil, tam bir
itimat ve güven duygusu içinde kurmaya azmetmiş biriyim. Bu yüzden,
hayatımda neyi bitirmem gerektiğine kanaat getirmişsem, öncelikle
Allah’a yönelir, bu konuda benim için hayırlı olan neyse onu müyesser
kılması için niyaz ederim. Allah’a karşı özüm doğru, dua ve niyazım
samimi olduğu takdirde O’nun bana en doğru istikameti göstereceğinden
eminim. Bu arada “İç sesini dinle” gibi sözlerden de oldum olası hiç
hazzetmem, üstelik bu sese pek güvenmem. Çünkü çiğ süt emmiş bir varlık
olan insanoğlunun kendi şeytanını kendi içinde taşıdığından, “iç ses”
denilen şeye şeytanın hemen her fırsatta “vesvese” paraziti
karıştırdığından endişe ederim.
***
İnsanın inişli çıkışlı
hayatında artık bu işin burada bitmesi gerek diye düşünüp karar verdiği
zamanlar olur. Söz konusu iş, aile, dost, yâr, yaren ilişkileriyle
ilgili olabileceği gibi birtakım alışkanlıklar, bağlılıklar,
bağımlılıklarla da ilgili olabilir. Kritik konularda bir işin veya
ilişkinin bitmesi söz konusu olduğunda karar vermek hakikaten çok
zordur. Bu gibi durumlarda sık sık gel-gitler yaşanır; bu yüzden de
aklımız ve duygumuz adeta şapşallaşır. Yine bu gibi hallerde beyin,
zihin, iç ses denen şeyler insana olmadık oyunlar oynar. İşte o zaman
insan kendi beynine ve zihnine mutlak surette ihtiraz kaydı koymalı ve
behemehâl Allah’a münacatta bulunup O’na sığınmalıdır. Bu arada duygusal
motivasyonların ayartıcı ve kışkırtıcı ilcaatı karşısında da çok sağlam
ve sıkı durmalıdır.
Hülasa, insan
hayatındaki her karar mutlaka “Allah”lı ve münacatla olmalıdır. Ancak
münacatın (dua ve niyaz) Allah katında az çok bir anlam ve değer
kazanması için belli bir mezhebi itikattan (amentü) ziyade dipdiri ve
dinamik bir iman lazımdır. Meşhur sahâbî Muâz b. Cebel’in bir mümin
kardeşine, “iclis binâ nü’minü sâaten” (Hele otur da bir süre
imanlaşalım” şeklindeki sözü bu noktada çok manidardır. Bu hadisteki
“İmanlaşalım” sözü ister “Allah’ı zikredelim”, ister “İmanımızı
tazeleyelim, “İster imanımızı artıralım” anlamına gelsin, sonuçta her
işin başının ve sonunun imana, yani Allah’a güven duygusuna dayanması
gerektiğini gösterir. Nitekim vakti zamanında Hz. Eyyûb de tıpkı Hz.
Musa’nın nâçâr halde dua etmesi gibi, “Rabbim! Bu dert/hastalık beni
perişan etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin; [bana şifa ver]”
(Enbiya 21/83) diye yakarmış, Mevlâ da onun bu duasına icabet edip
dertlerine deva, hastalığına şifa ihsan etmiştir. Hz. İbrahim ise “O’dur
beni yaratan, O’dur bana doğru yolu gösteren. O’dur beni
yedirip-içiren. Derde düştüğüm zaman O’dur bana şifa veren. Canımı
alacak ve günü gelince beni tekrar hayata kavuşturacak olan da O’dur.
Hesap günü hata ve kusurlarımı bağışlamasını umduğum da yine O’dur”
(Şuarâ 26/78-82) demiş ve bu sözüyle hem kendi varlığının hem de tüm
hayatının baştan sona “Allah”lı ve “Allah”la birlikte olduğunu beyan
etmiştir. Allah bes, bâkî heves…
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 4 Ağustos 2018
Ölümün Yüzü Her Zaman Soğuk Mudur?
Ölümün
yüzü soğuktur denir; evet, hepimizin bildiği iyi kötü, acı tatlı hayat
macerasında ölüm insanoğlu için genellikle soğuk yüzlü görünür. Fakat bu
mutlak değil, izafi bir görüntüdür. Zira “hayatta yarım kalan çok
işimiz, nice emelimiz ve hedefimiz var” diyen hemen her insanın “Ölüm
soğuk yüzlü de olsa bizim varoluş gerçeğimizdir” demek şöyle dursun, onu
nefretle anıp varlığından neredeyse tiksindiklerini hisseder gibiyim.
Ama nice insanlar da var ki hayattan kendi payına düşen şeylerin
neredeyse tamamı gam, keder, çile, hastalık, ihanet ve hıyanetten
ibarettir. İşte bunlar için ölüm sanki “bir an önce bu gam yükünden
kurtulsak da huzura ersek” gibi çok samimi bir dileğin tahakkuk ve
tecelli hâlidir. İşte böyle bir durumda ölümün yüzü güzel olmasa dahi en
azından çirkin görünmeyeceği de kesindir. Hayat bazen öyle bir hâl alır
ki insanın yaşamaktan ziyade güle oynaya ölüme koşası gelir. Şayet
hayattan payınıza düşen her neyse alacağınızı aldığınıza kani olduğunuz,
kendinizi artık çok yorulmuş, yıpranmış, hırpalanmış ve usanmış
hissetmeye başladığınız, bu arada sizi az çok hayata bağlayan aileniz,
dostlarınız ve sevenlerinizin öz çıkar ve ümit hesaplarındaki cari
açıkları size fatura edip belinizi çatırdatan yük gibi sırtınıza
binmeleri söz konusu olduğunda, hayatı büsbütün kahır olarak
algılarsanız. İşte o zaman bedeninizi dokuz tahta altına yatırtıp onca
yıllık yorgunluğunuzu toprağa emdirme umuduna bağlanırsınız.
***
XIX. yüzyıl Batı
felsefesinde hayat, ölüm, intihar ve kötümserliğe dair en dokunaklı
metinleri yazan Schopenhauer Fransız filozof Voltaire’den şu cümleleri
aktarır: “Yaşamdan hoşlanırız, ama gelgelelim hiçliğin de iyi yönleri
vardır… Sonsuz yaşamın ne olduğunu bilmiyorum, ama bu mevcut yaşam kötü
bir şakadır… Hayata ve yaşamaya bu sınırsız bağlılık bilgiden ve
düşünümden ortaya çıkmış olamaz. Aksine bu bağlılık bilgiye ve düşünüme
aptalca görünür, çünkü yaşamın nesnel değeri pek belirsizdir ve en
azından varoluşun var olmamaya tercih edilmesi gerektiği kuşkuludur.
Aslında eğer deneyim ve düşünüme söz hakkı verilseydi var olmama
kesinlikle kazanırdı. Mezar taşlarının üstünü tıklatsak ve ölülere
yeniden doğmayı isteyip istemediklerini sorsak, muhtemelen başlarını iki
yana sallarlardı.
“Her zaman kolay
ölmeyi umdum” diyen Schopenhauer özel günlüğünde ölümle ilgili olarak,
“tüm hayatlarını yalnızlık içinde yaşamışlar, bu münzevilik hakkında
diğerlerinden daha iyi hüküm verecektir. İki ayaklı insanları zaafa
uğratılmış kapasitelerine göre hesap edilmiş saçmalığın ve budalalığın
ortasında sönüp gitmektense, doğuştan bana ziyadesiyle bahşedilenlerin
gerektirdiği görevimi yerine getirmenin bilincinde olmanın verdiği
kıvançla, başladığım yere döneceğim” demiş ve evine dönmüştür. Yaşamın
sürdürülmesi için mutlaka arzularımızın tatmin edilmesi gereklidir ve
tatmin gerçekleştiğinde bundan duyulan mutluluk kısa süreli olmalıdır ve
belli bir süre sonra tümüyle anlamını ve etkisini yitirmelidir ki
yeniden yaşamımızı sürdürmemize imkân sağlayacak yeni bir arzu kendini
gösterebilsin. Bunu düzenli olarak acıkmamıza benzetebiliriz. Yediğimiz
yemek ne kadar lezzetli de olsa, karnımızı ne kadar doyursa da, belli
bir süre sonra yeniden acıkırız ve önceki yemeğin güzelliği ya da
verdiği tatmin ve tokluk tümüyle kaybolmaya mahkûmdur. Bu bağlamda
sürekli bir gayret, çaba ve didinme hâli olarak tanımlayabileceğimiz
hayat gerçekten kötü bir şaka olarak görünür; ama tüm şakaların sonu
gelir ve bu “kötü şaka”nın da er ya da geç sonu gelecektir ve kötü bir
şakanın bitmesi belki de onun en iyi yanıdır.
Schopenhauer, “şayet
insanların bütün arzuları, dilekleri daha doğar doğmaz yerine getirilmiş
olsaydı, insanlar neyle doldururlardı hayatlarını ve neyle geçirirlerdi
zamanlarını” diye sorar ve bu soruyu şöyle cevaplar: Ya can
sıkıntısından ölürler ya kendilerini asarlar ya da olmadı birbirlerine
düşer, kavga dövüş birbirlerini boğup öldürürler ve böylece kendilerini
hâl-i hazırdaki ıstıraplarından daha büyük bir acı ve ıstıraba
uğratırlardı… Demek ki insan varlığının özünde sıkıntı ve ıstırapla
birlikte yaşaması bir nevi zorunluluktur. Tüm isteklerini
gerçekleştirmiş, arzularını tatmin etmiş, aradığı her tür mutluluğa
erişmiş bir insan düşünsek bile hayat bunun bedelini o insana can
sıkıntısıyla ödetir. Mutsuzlukla başı dertte olmayan insan, çabalayacak
herhangi bir hedefi kalmayacağı için, bu sefer can sıkıntısıyla
karşılaşır ve bu da onun yeni baş belası olur.
***
Esasında Monteigne’in
dediği gibi bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek
ahmaklık olsa gerekir. Nasıl ki doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu
olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyleyse yüz yıl daha
yaşamayacağız diye sızlanmak, yüz yıl önce yaşamadığımıza hayıflanmak
kadar ahmakça bir şeydir. Biz bu hayata gelirken ağladık, hayat
içerisinde sayısız acı ve kederler yaşadık; o halde başımıza bir kez
gelecek ölüm hiç de büyük bir dert değildir. Bir anda olup bitecek bir
şey için bütün bir ömür boyu korku belasıyla yaşamak akıl kârı olmasa
gerektir. Hayat artık mademki işinize pek yaramıyor, sizi mutlu
kılmaktan ziyade yıpratıp hırpalıyor, o halde böyle bir hayatı
kaybetmekten ne diye ürküp korkalım ki? Bu minvalde beş on yıl daha
fazla yaşayınca ne olacak ki? Niçin hayat sofrasından karnı doymuş bir
misafir gibi kalkıp gitmeyelim ki? Niçin onca yaşanmış zamana bir kez
daha dert, tasa, hastalık içinde yaşanacak, yine beyhude uğraşlarla
geçip gidecek başka günler, aylar, yıllar eklemek isteyelim ki?
Kanımca, hayattan
alacağımızı az çok aldığımıza kani isek, hemen her gün bedenin bir
yerinden patlak veren yeni bir hastalıktan dolayı bezgin/bitkin hale
gelmişsek, artık “Ya Rab! Hüsn-i hâtimeyle bendeki/bizdeki emanetini al”
diye dua ve niyaz vakti gelmiş demektir ki bu safhada en güzel şey
Allah’ın izniyle bu âlemden güle oynaya çekip gitmektir. Ama ardımızda
bedduadan ziyade duayla anılacak bir sicil bırakmak da son derece
önemlidir. Aksi halde, ölüm sonrası korkunç bir gerçeklikle yüzleşmek
mukadder olabilir. Cenâb-ı Hak hepimize af ve mağfiretiyle muamele
etsin, rahmetini bizden esirgemesin. Yüce Mevla kerimdir. Biz müminlere
düşen, ilahi rahmet ve mağfiretten asla ümit kesmemektir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Temmuz 2018
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/olumun-yuzu-her-zaman-soguk-mudur-7560
Kaynak: http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/olumun-yuzu-her-zaman-soguk-mudur-7560
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)