Her dinin kendine
özgü bir inanç sistemi, kutsal semboller ve değerleri vardır. İnançlar
ve kutsallar dokunulmaz/yasak kapsamında olup her türlü saygısızlıktan
masun sayılır. İslam inancında Allah’ın isim ve sıfatları konusunda
birçok tartışma yapılır; fakat tevhid inancı ve Allah’a saygı (tazim)
tartışma dışıdır. Benzer şekilde Kur’an vahyi mahiyet ve inzal keyfiyeti
açısından tartışılır; fakat Allah’ın peygamberlere vahyettiği inancı
tartışma dışıdır. Kısacası, bir dinin temel inanç umdelerini tartışmaya
açmak ve o dinin müntesiplerince kutsal addedilen semboller ve değerlere
saygısızlıkta bulunmak hiç kimsenin ne haddi ne de hakkıdır. Buna
mukabil, inancın özünü söz konusu etmeksizin o inanç etrafındaki farklı
fikir ve görüşler ilmî ve felsefî düzeyde tartışmaya açıktır ve açık
olmalıdır. Bir inancın dokunulmazlığı ile o inanç etrafında geliştirilen
farklı fikir ve görüşlerin ilmî düzeyde tartışılmasını birbirinden ayrı
değerlendirmek lazımdır.
***
Örnek vermek gerekirse, Farâbî ve İbn
Sînâ gibi filozoflar müslümandır. Bu filozoflar Kur’an’ın Allah
tarafından vahyedildiğine ve Hz. Muhammed’in nübüvvetine inanmaktadır.
Fakat aynı filozoflar vahyin mahiyeti konusunda Ehl-i Sünnet
kelamcılarından çok farklı bir anlayışı benimseyerek bu konuyu felsefî
düzeyde etraflıca tartışmışlardır. Bu filozoflara göre vahiy, makulleri
kavrama ve soyutlama yapma imkânı sağlayan müstefad aklın faal akılla
ittisal kurmasıyla açıklanabilir. Cebrail ile özdeşleştirilen faal akıl,
Fârâbî’nin sudûr fikrine dayalı on akıl-dokuz felek kozmolojisinde ay
feleğinin aklıdır. Bu akıl “vâhibü’s-suver” olarak hem maddî âlemdeki
değişmenin hem de aklî formların ilkesidir.
İbn Sînâ, Fârâbî’nin bu konudaki
fikirlerini geliştirerek peygamberde edilgin heyûlânî aklın (bilkuvve
akıl) istidat olarak en yüksek güce ulaştığı seviyeye “kutsî akıl” adını
vermiş ve vahiy tecrübesini bu aklın Cebrail’le özdeş faal akılla
ittisali olarak izah etmiştir. İbn Sînâ Kur’an’ın genelde meleklerle,
özelde Cebrail’le ilgili ifadelerinin simgesel olduğu kanaatindedir.
Dahası, melekler Kur’an’da avam-ı nâsın anlayabileceği şekilde tasvir
edilmiştir. Duyularla algılanmayan latif güçlerin melek diye
adlandırılması, şer’î lisanda yaygın bir âdettir.
Özellikle felsefî tasavvuf geleneğindeki
vahiy algısı da birçok yönüyle Sünnî kelâmî anlayıştan farklıdır. Kimi
sûfîlere göre insan dünyevi angajmanların baskısından kurtulmak ve maddî
ilgilerden sıyrılmak suretiyle nefsini günah kirlerinden temizleyip
rabbine yönelince iç dünyasında melekût âlemine dair marifet nuru ortaya
çıkar. Bu sayede varlığın sırları kendisine tecelli eder ve ilâhî
kaynaktan bilgiler gelmeye başlar. Nurun etkisi arttıkça insan meleği
görür ve ondan vahiy alır. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî bu tecrübeyi
nübüvvet-i âmme diye kavramsallaştırır. Ona göre nübüvvet iki kısma
ayrılır. Birincisi nübüvvet-i teşrii, ikincisi nübüvvet-i âmmedir.
Nübüvvet-i teşrii peygamberlere mahsus olup Hz. Muhammed’le birlikte
sona ermiştir. Nübüvvet-i âmme ise peygamberler de dâhil olmak üzere
“Allah dostu” olan herkesle ilgilidir.
***
Vahyin başlangıç aşamasının sadık rüya
olduğundan bahisle, rüyanın sadece uyku hâlinde gelen vahiy olduğunu
söyleyen İbnü’l-Arabî uyanık haldeki vahyin tahayyül/hayal diye
adlandırıldığını belirtir. Hayal bilahare hariçteki meleği görme
safhasına geçer. Melek gözle görülür biçimde insan olarak temessül eder
ve rabbinin sözünü vahiy olarak muhatabına ilka eder. Aslında bütün
bunlar peygamberlerin yanı sıra Allah’ın veli kulları için de
geçerlidir. Ancak peygamberler teşrii vahye mazhar olmakla ayrıcalıklı
statüdedir. Hz. Peygamber’in temsil ettiği risalet ve nübüvvet sona
ermiştir; fakat şeriat söz konusu olmaksızın beşerin kalbine vahiy sona
ermemiştir. Kur’an velilerin kalplerine nazil olmaya devam etmektedir.
Sûfî müfessir İbn Acîbe’nin aktardığına göre velilerin Allah Teâlâ ile
konuşması kimi zaman ilâhî tecelliler şeklinde vuku bulur. Onlar
Allah’ın hitabını insandan ve taştan duyabildikleri gibi vasıtasız
olarak semadan da duyabilirler. Şeyh Ebü’l-Hasen es-Simâtî, “Bana
(Allah’la) konuşma imkânını sağlayan bir müşahede bahşedildi” demiştir.
Fakat bu sadece fena ve beka ehli olan büyük sûfîlere münhasır bir
haldir… Vertecebî, Şûrâ 42/51. ayette vahiyle ilgili anlatılan
hususların beşeriyet hicabından sıyrılamamış insanlara münhasır
olduğunu, bu hicaptan sıyrılıp gayba intikal eden, kurbiyet nuruna
bürünüp gözlerine Allah’ın nuruyla manevî sürme çeken kimselerin
rububiyetin gücünü duyabileceğini ve Allah’la vicahen konuşabileceğini
söylemiştir… Hâsılı, bütün bu ilginç görüşler kimimiz nezdinde makbul,
kimimiz nezdinde merdut sayılabilir. Ama hiç kimse Fârâbî, İbn Sinâ veya
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi İslam’da vahiy ve nübüvvet inancını
dinamitlemekle itham edemez. Çünkü bu filozoflar ve sûfîlerden hiçbiri
vahiy ve nübüvvet inancını tartışmamakta, bilakis bu inanç etrafında
farklı fikir ve düşünceler ortaya koymaktadır. O halde, hiç kimse kendi
doğrusunu mutlak hakikat sayarak bir başka müslümanın farklı görüş ve
düşüncesini iman, inkâr ve tekfir konusu yapamaz. Yine hiç kimse kendini
başka bir müslümanın niyet ve samimiyetini sorgulayıp iman seviyesini
ölçmeye ehil kılamaz.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 12 Ocak 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder