Cennet Ayetleriyle Alay Etmek Mi?
Kur’an’daki
herhangi bir ayeti alay konusu yapmak küfre girmeyi muciptir.
Dolayısıyla böyle bir fiilin faili düpedüz kafirdir. Bu yazıya küfür ve
kâfirlik gibi ağır bir konuyla başlamam, yaklaşık 5-10 günden bu yana
sosyal medyada, “Cennet Ayetleriyle Alay eden İlahiyat Profesörü Mustafa
Öztürk” gibi sakil bir başlıkla çok yoğun bir cemaatçi trol saldırısına
ve düpedüz bir linç kampanyasına maruz kalmış olmamdır. Bu linç
kampanyasını sevk ve idare eden grup, belki biraz ağır olacak ama Atasoy
Müftüoğlu’nun ifadesiyle, psikiyatrik müşahede altında tutulmaları
gereken birkaç “din manyağı”dır. Bunlar din adına hemen her türlü
şarlatanlığa imza atan, ama cemaat organizasyonu içinde belli bir
taraftar kitlesine sahip olmanın kendilerine sağladığı baskı grubu
oluşturma imkanıyla gözüne kestirdikleri herkese saldıran, bu arada
yetkili merciileri de kışkırtmaya çalışarak kelle avcılığı yapan bir
güruhtur.
***
Dinî alanda
kendilerine mahsus bir özel ahlak (!) yaratan bu güruhun en son çirkef
saldırısı, benim Kur’an’daki cennet tasvirleriyle ilgili uzunca bir
konuşmamdan birkaç dakikalık bir bölümü kesip “Mustafa Öztürk cennet
ayetleriyle dalga geçti” diye sosyal medyada tezvirat yapması ve bunun
ardından da siyasi merciilere atıfla “Bunun kellesini isteriz” diye nara
atmasıdır. Bu güruhun sosyal medyaya servis ettiği video kesitindeki
konuşmalarım Kur’an’daki cennet tasvirlerinin son derece sathi bir
tarzda anlaşılıp yorumlanmasıyla alakalıdır. Oysa söz konusu videonun
devamında cennetle ilgili tasvirlerin kendi nüzul bağlamında nasıl
anlaşılıp yorumlanması gerektiğine dair uzunca izahat mevcuttur. Eğer
ortada bir alay söz konusuysa, bu alay Kur’an’daki cennet tasvirlerinin
kendi nüzul bağlamından koparılarak son derece sathî ve zahirci
yaklaşımla anlaşılıp yorumlanmasıyla alakalıdır.
Ne yazık ki fikir ve
düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir toplumda yaşıyoruz. Cemil
Meriç’in ifadesiyle, “Her aydınlığı yangın sanıp koşan zavallı
insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız
ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce
adamı nasıl çıkar?” İşte bu yüzden dinî alanda yeni bir fikir/görüş
beyan ettiğimizde çok ağır bedeller ödemek zorunda kalıyoruz. Öte
yandan, FETÖ gibi bir püsküllü beladan kurtulduk diye sevinirken, bu
beladan boşalan yeri başka başka müesses yapıların doldurduğuna tanık
oluyoruz. Bu yapılar “İman sempozyumu”ndan “Matüridi sempozyumu”na kadar
dinî ilimler sahasındaki hemen her faaliyete mutlaka bir kulp takmayı
ve kendilerinden olmayan herkesi sapkınlıkla yaftalamayı kendilerine
vazife edinmiş görünüyorlar. Fakat saldırdıkları her insana ve/veya
gruba -en son şahsıma yönelik saldırılarında olduğu gibi- mertçe
davranmıyorlar. Zira bir-iki saatlik konuşmanın içinden bir-iki
dakikalık bir bölümü kesip bunun üzerinden tezvirat yapıyorlar.
Bu ülkenin dinî
ilimler alanına belli bir dinî grup ya da cemaatin yön verme iradesi
sergilemesi ve kendilerini cümle aleme nizam vermeye salahiyetli görmesi
hakikaten çok acıdır. Bu faşizan baskıya artık bir dur denilmesi
lazımdır. Dinî alandaki tezviratlar ve linç kampanyalarının sona ermesi
için benim kellem kopacaksa, varsın feda olsun; ama yeter ki bu ülke
kendilerini aforoza yetkili gören zevatın tasallutundan kurtulsun. Aksi
halde Amerika’nın Vahşi Batı’sındaki kovboy düzeni gibi “kim kimin
hakkından gelirse” şeklindeki bir toplumsal vasatta yaşamaya mecbur
kalmak kaçınılmaz olur.
***
Gelgelelim, Kur’an’ın
cennet tasvirlenin nasıl anlaşılması gerektiğine, bu konuyu kısaca izah
etmek gerekirse, sözgelimi Fâtır suresi 33. ayette cennetliklerin altın
bizelikler ve incilerle süslenip ipek elbise giyecekleri bildirilir.
İmam Mâtüridî bir Türk müfessir olarak erkeklerin bu gibi şeylerden pek
hoşlanmadığını; fakat söz konusu takıların Araplar için çok cazip şeyler
olarak algılandığını söyler. Mâtüridî bunu söylerken acaba cennet
ayetleriyle alay mı etmiş olmaktadır? Kanaatimce, Mâtüridî’nin kendi
kültür dünyasından hareketle ürettiği bu yorum doğru olmakla birlikte,
nakıstır. Esasen ayetteki tasvir, müminlerin cennette adeta krallar gibi
ağırlanacaklarını anlatır. Çünkü Kur’an’ın indiği dönemde altın, inci
gibi takılar kralların giyim kuşam tarzına özgüdür ki bu husus
İbnü’l-Cevzî gibi bazı müfessirlerce de açıkça vurgulanır. Kur’an’da
cennetle ilgili olarak “selam”dan da söz edilir. Selam bugünkü anlamıyla
cennet mükafaatı olarak algılanacak bir şey değildir. Fakat Mekke
döneminde yoğun baskı, tehdit ve şiddet altında yaşayan sahabenin durumu
dikkate alındığında, “selam” kelimesinin “her türlü endişe ve korkudan
emin ve esenlik içinde olmak” manasında ne kadar önemli ve değerli bir
vaat olduğu anlaşılır. Sonuç olarak cennetle ilgili ayetleri kendi nüzul
bağlamında geniş bir bakış açısıyla anlayıp yorumlamak lazımdır. Aksi
halde Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri
isteyene virgil anı bana seni gerek seni” şeklindeki ifadelerini,
“Cennet hakkında dedikleri kelime-i şenîa küfr-i sarihtir; katilleri
mübahtır” şeklinde bir yobazlıkla karşılaşmak mukadder olur ki bugün
şahit olduğumuz durum da tam olarak budur.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 15 Kasım 2018
Tiksinç Bir Âdet Olarak Her Tarafa FETÖ Çamuru Sıvamak
Star
Açık Görüş’ün geçen haftaki nüshasında bir sosyolog akademisyen,
“İslâm’da Müncî Yok Mehdî Var” başlıklı bir yazı yazdı ve yazısında 15
Temmuz darbe teşebbüsünden bu yana toplumsal ölçekte giderek tiksinç
hâle gelen her tarafa FETÖ çamuru sıvama âdeti mucibince bu pis çamuru
KURAMER’in “Beklenen Kurtarıcı İnancı” sempozyumuna da sıvadı. Söz
konusu yazının sahibine göre “Beklenen Kurtarıcı İnancı” sempozyumu,
vaktiyle FETÖ ile iş birliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için
hakikatin üzerini örtmeye çalışmalarının ibretlik misaliymiş… Güya tarih
boyunca sahte mehdî ve mesihlerin çıkışı, Mehdî-Mesih beklentisinin
asılsızlığının ispatıymış… Kırk dereden su getirerek inkârı küfrü
gerektiren zarûrât-ı dîniyeden Mehdî-Mesih akidesini çürütmeye çalışmak,
“Hadislerden Mehdî çıkmaz” diye Allah’tan korkmadan mütevatir hadisleri
yok saymak… Nasıl göz göre göre Rasûlullah’ı yalanlamaya cüret
edebiliyorlar?
***
“FETÖ ile Abant
Konsülünde iş birliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için
gerçekleri karartmaya yönelmesinin ibretli misali Mehdî konusudur” diyen
sosyolog akademisyene öncelikle şunu hatırlatmak gerekir: FETÖ ile
Abant Konsülü’nde iş birliği yapanlardan dem vururken en son bakacağın
adres KURAMER ve Mehdi meselesi olmalı. Madem ABANT konsülü ve iş
birliği diyorsun ve bu konuda bir nevi dedektifliğe soyunmuş
görünüyorsun, o zaman evvela bürokrasi, siyaset ve siyasi danışmanlık
gibi alanlarda konuşlanmış birçok zevatın ABANT sicillerini araştırmakla
işe başlamak durumundasın. ABANT toplantılarının en sonuncuna da davet
edilen ve fakat bu toplantıların hiçbirine dinleyici olarak dahi iştirak
etmeyen biri olarak evvelen şunu açıkça söylüyorum ki FETÖ çamuru
KURAMER’in “Beklenen Kurtarıcı Sempozyumu”na yapışmaz. Saniyen de Aliya
İzzetbegoviç’ten nakille diyorum ki “Mehdi, bizim tembelliğimizin
adıdır.”
Yakın gelecekte uzay
boşluğuna koloni kurma hesaplarının yapıldığı bir dünyada içimizden
birilerinin hâlâ mehdi ve mehdilik mitolojisinden dem vurması, üstelik
bunu “inkârı küfrü gerektiren zarûrât-ı dîniyeden” sayması içinde
bulunduğumuz hâl-i pür melalin acıklı bir göstergesidir. Yerel ve
küresel ölçekte ahlak, hukuk, adalet, siyaset, çatışma, savaş, zulüm
gibi birçok kritik alanla ilgili sorunları çözmek için birey, toplum ve
ümmet olarak atılması gereken ilk ve esaslı adım, mehdi denilen
mitolojik kahramanın zuhurunu beklemek yerine Kur’an ve Sünnet’teki
“emir bi’l-ma’ruf” ve “nehiy ani’l-münker” ilkesi uyarınca iyi bir
şeyler yapma iradesi sergilemek ve bu iradeyi eyleme dönüştürmektir. Tek
başına bu ilke dahi bütün dünyayı adaletle mamur kılacak bir mehdi
beklentisinin İslâmî inanç ve anlayış açısından ham hayal olduğuna kâfî
delildir. Kaldı ki neredeyse tarihin şafağından beri Hinduizmdeki
“Kalki”den Mecûsîlikteki “Şaoşyant”a kadar sayısız mehdi beklendiği
hâlde bunlardan hiçbiri şu vakte kadar zuhur emaresi göstermiş değildir.
Özellikle bu topraklarda sarahaten veya zımnen, “Ben mehdiyim” diye
ortaya çıkan tipler ise milletin ve devletin başına çorap örnekten başka
bir işe imza atmış değillerdir. Bu vesileyle belirtmek gerekir ki İbn
Haldûn’un kendi dönemindeki mehdi anlayışlarına dair tespitlerini okumak
sosyolog akademisyenimize iyi gelebilir.
Sünnî İslam
dünyasındaki cemaatler ve tarikatlarda mehdi inancının fazlaca
önemsenmesi aslında her bir cemaat ve tarikatın kendi liderine şu veya
bu şekilde mehdilik atfetmesiyle ilgili olsa gerektir. Çünkü bu
sıfat/unvan dini genellikle dindar kitlelere ya da birbirlerine anlatma
ve aynı zamanda rakiplerinden bir adım öne çıkma çabasıyla tebarüz eden
her bir cemaate imtiyaz sağlamaktadır. Mehdi olduğuna inanılan bir
kişinin önderliğindeki cemaatin geniş halk kitlelerinden daha fazla
taraftar edinme hususunda büyük avantaj sağlayacağı da kuşkusuzdur. Bir
dinî grup veya cemaatin başındaki kişinin dinî ilimler alanında birikim
sahibi olması durumunda mehdilikten önce mücedditlik gibi daha esnek ve
yumuşak sıfatlar kullanılır. Mücedditlik, Sâhibüzzaman gibi sıfat ve
unvanlar aslında mehdilik noktasına tırmanıştaki alt basamaklardır.
Mehdilik sıfatı ise bir bakıma adı konulmamış nübüvvet iddiasıdır. Mehdi
unvanına sahip olduğu kabul edilen kişi ismet sıfatıyla muttasıf gibi
algılanır. Çünkü mehdinin Allah tarafından gönderilmiş ve/veya
görevlendirilmiş bir kişi olduğuna inanılır. Ayrıca teşrii nübüvvetin
Hz. Muhammed’le son bulduğu kabul edilse bile mehdinin üstlendiği misyon
bir bakıma peygamberlikten farksızdır.
***
Sonuç olarak, mehdi
inancı hem zihnen ve fikren reşit olmamanın hem ataletin ve hem de
müslüman toplumun kendini elden ayaktan düşmüş bir aciz ve kötürüm gibi
algılamasının bariz göstergelerinden biridir. Bütün bir İslam âleminin
kendine gelip rüştünü ispatlamasının öncelikli şartlarından biri, dinî
düşünce alanında köklü bir aydınlanma tecrübesi yaşamasıdır.
Aydınlanmanın önemli parametreleri ise mehdilik gibi mitolojik
tahayyüllerin kadim tarih müzesine kaldırılmasını da gerektiren işlevsel
akıl ve iradeyle mücehhez birey olmanın farkına varılması ve aynı
zamanda okuma, anlama, sorgulama kültürünün yaygınlık kazanmasıdır.
Hâsılı kelam, “Mehdi gelecek, dertler bitecek” diye bekleyip durmak
yerine aklımızı başımıza devşirmek ve kendimize gelmek lazımdır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Kasım 2018
Kün fi’d-dünyâ ke-enneke garîb…
23
Ekim 2018 Salı akşamı Ankara’da İnsan ve Hikmet Vakfı’nın daveti
üzerine “Dünyevileşme ve Ahlak” üzerine bir konuşma yaptım ve ardından
düşündüm ki o konuşmanın özünü/özetini burada aktarayım. Birçok meşhur
hadis kitabında az çok farklı varyantlarıyla nakledildiğine göre Hz.
Peygamber, “Dünyada sanki bir garip/yabancı yahut yoldan gelip geçen
kimse gibi ol ve kendini kabir ehlinden say” (kün fi’d-dünyâ ke-enneke
garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ehli’l-kubûr) buyurmuştur.
Bu hadisteki mesaj hâl-i hazırda içinde yüzüverdiğimiz dünyevileşme ve
derin ahlaksızlık derdinin devasıdır. Ama devanın deva olabilmesi ve
işlevini yerine getirebilmesi için öncelikle “dert” diye bir şeyin
mevcudiyetini kabullenmek gerekir. Bugünkü genel ahvâlimiz ve dünyayı
algılama şeklimiz, kelimenin tam manasıyla dertsizlikle mualleldir.
Kendimize dert edindiğimiz hemen her şey, dünyevileşme konusundaki
performans eksikliğinden ibaret, dense yeridir.
***
Dünyevileşme özellikle
Mekkî surelerde sıkça bahis konusu edilen bir dert ve musibettir.
Hümeze 104/2-3. ayetlerdeki “Habire servet biriktirir ve gidip gelip
biriktirdiği serveti hesap eder. Zanneder ki malı-mülkü, serveti
kendisini sonsuza dek yaşatacaktır” ifadesinden, Beled 90/6. ayetteki
“Bunca servet harcadım” diye övünür” ifadesine, Fecr 89/17-20.
ayetlerdeki “Hak-hukuk gözetmeden mirasları yer yutarsınız ve malı-mülkü
alabildiğine seversiniz” ifadelerinden, Tekâsür 102/1-4. ayetlerdeki
“Daha çok mal mülk ve dünyalık sahibi olma sevdası sizi fena oyaladı.
Belli ki bu oyalanış kabirleri boylayacağınız vakte kadar sürüp
gidecek…” ifadelerine varıncaya değin bütün bu ilâhî beyanlar ve
uyarılar dünyevileşme musibetiyle ilgilidir. Kur’an’ın bu musibetle
ilgili uyarıları miladi yedinci yüzyıldaki nüzul ortamında Kureyş’in
kodaman müşriklerine yöneliktir. Fakat bugünkü güncel hayat akışımız ve
hayata bakış tarzımız dikkate alındığında, Kur’an’ın dünyevileşme
konusunda uyardığı müşriklere benzer bir ahval ve şerait içinde
olduğumuzu anlamak çok zor olmasa gerektir.
Dünyevileşme yolunda
kat ettiğimiz mesafeyi idrak hususunda ahiret inancımızı ve ölüm
algımızı kendi kendimize muhasebe etmek kafidir. Şundan eminim ki bugün
ölüm ve ahiretten söz açıldığında sayısız müslümanın adeta ödü kopuyor.
Çünkü dünya ve dünyevi hayat bize vazgeçilmez, terk edilmez bir şey
olarak görünüyor; çünkü tûl-i emeller bizi bekliyor. Amiyane tabirle,
hemen hepimiz “Daha karpuz kesecektik” dercesine yaşamayı tercih ediyor.
Hâl böyle olunca ölüm ve ahiret bize ürküntü veriyor. Hele bir de korku
filmi gibi vaaz edebiyatıyla şekillenen ahiret tasavvuru hesaba
katıldığında, günümüz müslümanı, “Keşke imkân olsa da dünyaya kazık
çaksak” diye düşünmeden edemiyor. Ölüm ve ötesi hayli karanlık bir
manzara arz ediyor. Zira dünyevi hayat sicili hayli bozuk görünüyor;
mevcut sicille ilâhî huzura çıkmak pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden de
ölüm mukadder olmasına rağmen hiç ölmeyecek gibi yaşama tercihi ön plana
çıkıyor. Günümüzde pek çok müslüman ölüm ve ahiret korkusunu az çok def
etmek için metropollerdeki yığınların arasına akmaya, milyonlarca insan
arasına kaynayıp varoluşun gerçek hikayesini ve nihai gayesini bilerek
isteyerek kendine unutturmaya çalışıyor. İşte böyle süflî ve perişan bir
halde yaşanan dünyevileşme tecrübesi kaçınılmaz olarak ahlaksız
kişilikler üretiyor. Çünkü dünyevileşme tecrübesinde hayat başta insanın
kendi varlığı olmak üzere değer içerikli her şeyi harcayıp tüketmek
üzere yaşanıyor. Benliğin kenarında köşesinde kalan az buçuk ahlâkî
kaygılar ise teleolojik referanslı olduğu için, ahlâkî bir fiil söz
konusu olduğunda pek çoğumuz “Sonuçta benim bundan çıkarım ne?” sorusuna
odaklanıyor. Bu odaklanış bilahare bencillik (egoizm), faydacılık
(pragmatizm) ve araçsalcılığı (enstrümentalizm) davet ediyor. Oysa Kant Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi
adlı eserinde şöyle diyor: “Öyle davran ki bu davranışında insanlığı
hem kendinde hem de diğer insanların her birinde her zaman bir amaç
olarak algılayasın; asla bir araç olarak kullanmayasın.”
***
Hülasa, dünyevileşme
ve derin ahlaksızlık derdinin devası, Hz. Peygamber’in, “Dünyada sanki
bir yabancı/garip yahut yoldan gelip geçen kimse gibi ol ve kendini
kabir ehlinden say” hadisindeki derin mesajı özümsemekten geçiyor. Ancak
bu mesajı özümsemek için, dünyaya hak ettiği değerden fazla ne
verdiysek behemehal geri almamız, ardından ahirete itikat yerine iman
etmek gerekiyor. Zira itikat denen şey gönülde değil zihinde mekân
tuttuğu ve “kanaat”ten pek farklı bir anlam taşımadığı için ne iman ne
ahlak ne de ahlâkî dindarlık üretiyor. Üretse üretse din adına hamaset
ve yobazlık üretiyor. Bu yüzden, “Ey iman edenler! Allah’a… iman edin!”
(Nisâ 4/136) mealindeki ayette buyrulduğu gibi, iman iddiasında bulunmak
ve itikadı iman sanmak yerine hakiki iman ve halis ahlak sahibi olmak
gerekiyor. Bunun için de dünyada tıpkı bir garip/yabancı gibi olmak,
yani derviş gibi yaşamak en azından bana göre en iyi seçenek gibi
görünüyor. Ancak bu seçenek “bir lokma bir hırka” felsefesini teşvik
anlamına gelmiyor; dünyaya mesafe bilinciyle yaşamak gerektiğine işaret
ediyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 3 Kasım 2018
Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet Olmayınca...
Geçen
hafta bu köşede “Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet” başlıklı bir yazı
yazmıştım; fakat anlaşılan o ki bazıları bu yazıyı tersinden anlamış ve
alabildiğine hamasete yaslanıp ulusal bir gazetenin köşesinden başta
şahsım olmak üzere Prof. Dr. İlhami Güler, Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof.
Dr. Şaban Ali Düzgün ve Prof. Dr. Ali Köse gibi İlahiyat hocalarıyla
ilgili olarak tahkir ve tezyif namına ağzına geleni saymış... Türkiye’de
siyaset ve futbol yorumculuğunun yanı sıra genelde İlahiyatçılık,
özelde tefsir ve tefsirciliğin de anonim bir meslek dalı olarak icra
edildiğine ve bu alanlarda konuşmanın hiçbir alt yapı ve uzmanlık
gerektirmediğine epey zamandan beri tanık oluyorduk; fakat şimdilerde
yeni bir meslek dalının daha popüler hâle geldiğine tanık olmaya
başladık…
***
Bu yeni mesleğin adı
İlahiyatçı terbiyeciliği ve İlahiyatçı muhbirliği… Burada söz konusu
olan “terbiyecilik” kelimesi öncelikli olarak “had bildirmek” ve “ayar
vermek” anlamına geliyor. Bunun yanında söz konusu kelime “muhbirlik”
anlamını da içeriyor. Ne var ki muhbirliğin devlet katında duyarlılık
yaratması ve fiilî bir karşılık bulması için, ihbar konusu olan
İlahiyatçı hocaları bir şekilde “FETÖ” ile de ilişkilendirmek gerekiyor.
Dolayısıyla “İlahiyat terbiyeciliği” denilen meslek dalı sözüm ona dini
ve sahih itikadı müdafaa adına tepeden tırnağa derin ahlaksızlıkla icra
ediliyor.
Yukarıda isimleri
geçen İlahiyat hocalarıyla ilgili olarak, “İlahiyat Fakültelerine giden
gençlerimizi böylelerinin ellerine teslim ediyoruz! İmam Hatip
liselerinde hocalık yapacakları maalesef bunlar yetiştiriyor. FETÖ’nün
kucağına da çocuklarımızı zamanında bunlar taşıyordu” gibi ifadeler
kullanan muhbir yazar bir taraftan hoparlörle ezan okumanın bidat olup
olmadığı gibi konularda Vehhabi meşrep bir kılığa bürünen, diğer
taraftan da sahip oldukları televizyon kanallarında kadın sanatçılara
çalgılı çengili programlar yaptıracak kadar dünyevileşmekte hiçbir beis
görmeyen, keza bir taraftan hurafe ve menkıbe edebiyatını sahih din
olarak takdim eden, diğer taraftan da son dönem İslam dünyasında
Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’dan Seyyid Kutub ve Muhammed Hamidullah’a
kadar birçok değerli ilim-fikir adamını son derece ağır ifadelerle
tahkir, tezyif, hatta kimi zaman tekfir edebilecek düzeyde Harici meşrep
bir kimliğe bürünebilen “Seadet-i Ebediyye” zihniyetinin kendine
sağladığı imkânla sağa sola saldırıp duruyor.
Kendi işini avukata
havale edip sırf başka insanların işleriyle meşgul olmayı ve o insanlar
hakkında dedikodu yapmayı kendine vazife edindiği anlaşılan bu şahıs da
İlahiyat ve İlahiyatçılığın anonim bir meslek dalı hâline geldiğini fark
ettiğinden ve aynı zamanda bu mesleğin popülerlik sağlama katsayısı
özellikle son zamanlarda oldukça yüksek göründüğünden belli ki İlahiyat
alanına dalmaktan kendini alamamış… Hoş, artık Ecdat edebiyatı, Kayı
hikâyesi gibi konular geçen yıllarda olduğu gibi pek ilgi çekmiyor…
Şayet popülarite virüsü size bulaşmışsa ne yapıp edip geniş ölçekte ilgi
çeken konular bulmanız ve o konularda ehliyet/liyakat sahibi olmasanız
dahi ahkam kesmeniz bir bakıma kaçınılmaz hâle geliyor.
Pespaye köşe yazısında
ilk sıraya ismimi koyup şahsımı hedef alan ve benimle birlikte diğer
birçok İlahiyat hocasını Kur’an’a saygısızlıkla suçlayan muhbir yazar
hiç utanıp sıkılmadan “FETÖ’nün kucağına da çocuklarımızı zamanında
bunlar taşıyordu” diyebiliyor. Bu ifadenin sahibi aklı sıra muhbirlik
yaparken, baltayı taşa vurduğundan habersiz görünüyor. Tam bu noktada
kendisine, “17-25 Aralık sürecinde FETÖ hakkında herhangi bir şey yazıp
çizdin mi? Yahut o süreçte FETÖ aleyhine tek söz söyleme cesareti
gösterebildin mi?” diye sormak gerekiyor. Bu arada, 17-25 Aralık
sürecinde “Haşhâşî” nitelemesi de dâhil olmak üzere FETÖ hakkındaki en
şedit yazıların bu satırların yazarından çıktığını ve birbiri ardınca
Star Açık Görüş’te yayımlandığını, keza FETÖ/PDY çatı davasındaki
bilirkişi raporunun da yine söz konusu muhbir yazar tarafından “FETÖ’nün
kucağına çocuklarımızı zamanında bunlar taşıyordu” diye iftira atılan
şahsıma ait olduğunu bu vesileyle hatırlatmak gerekiyor.
***
“Mustafa Öztürk,
İlhami Güler, Ömer Özsoy gibi İlahiyat hocaları Kur’an ahkâmının
geçerliliğini sorguluyor” mealindeki sözde eleştirilerine karşı
muhtemelen kendisinin de çok hürmet ettiği İmam el-Mâtüridî’nin, “Bu
ayette ictihad yoluyla Kur’an hükmünün nesh edildiğine delil var” (Tevbe
9/60. ayetin tefsiri) şeklindeki ifadesi ile “Bu ayetteki hüküm
insanların (müslümanların) ameli terk etmesiyle birlikte metruk (terk
edilmiş) hale gelmiştir” (Mümtehine 60/10. ayetin tefsiri) şeklindeki
ifadesini sayın muhbir yazara hatırlatmak gerekiyor. Ayrıca söz konusu
yazardan “İmam el-Mâtüridî’nin Kur’an’a Saygısızlığı” gibi bir başlık
altında okkalı bir yazı yazması da bekleniyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 27 Ekim 2018
Kaynak:
Dinî Hamaset ve Hurâfâttan Taharet
13
Ekim 2018 Cumartesi günü Kur’an Çalışmaları Vakfı tarafından Bağlarbaşı
Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Hayatın Anlamı İman” konulu
sempozyum ne yazık ki programın icrasından haftalar önce kendilerini
“iman ölçümcüsü” olarak gören bazı çevreler tarafından bilindik tekfirci
söylemlerle hem provoke hem de kısmen sabote edildi. Provokasyon “İmanı
imansızlar mı anlatacak?” gibi sloganlarla, sabotaj ise ilgili
belediyenin en üst yetkililerine yoğun baskı yoluyla gerçekleştirildi ve
sonunda “kâfir” yahut en azından “zındık” oldukları ithamıyla Prof. Dr.
Ömer Özsoy ve Prof. Dr. İlhami Güler’in sempozyum programına
katılımları engellendi. Şahsımın programa katılımı ise güç bela temin
edildi. Fakat sonuçta aklıselim ve sağduyu galip geldi. Sempozyuma
iştirak edip çok geniş çaplı salonu hınca hınç dolduran yüzlerce kişi
programı başından sonuna kadar takip etti.
***
İman sempozyumu
vesilesiyle yaşanan olaylardan sonra artık şunu söylemenin zamanı geldi:
Türkiye Cumhuriyeti cemaat cenneti olmaktan bir an önce kurtulmalı,
kurtarılmalı… Dinî kisveye büründürülmüş magandalık kültürünün memleket
sathında daha fazla yaygınlaşmasına ruhsat tanınmamalı… Bu memleket
yoz/yobaz dinî hamasetten ve aynı zamanda hurafecilikten adamakıllı
arınmalı, arındırılmalı… Dini hurafe edebiyatına dönüştüren şarlatanlara
alan açılmamalı… Cemaatler ve tarikatların din, diyanet ve ilahiyat
üzerindeki vesayetleri artık son bulmalı... Bütün bu sorunların bertaraf
edilmesinde hem Diyanet gibi kurumlar etkin rol oynamalı hem de
İlahiyatçı akademisyenler daha cesur ve atak bir tavır ortaya koymalı…
Bununla birlikte devlet din konusunda belli bir dinî grup veya yorumdan
taraf olmamalı… Şayet devletin din ile ilişkisi kurulacaksa, bu ilişki
adalet ilkesi üzerinden kurulmalı… Yani devletin dininin adalet olduğu
gerçeği zihinlere kazınmalı… Aslında adalet ne sadece devletin dinidir
ve ne de sadece mülkün temelidir. Adalet aynı zamanda dinin de
temelidir. Cuma namazında imamın minberde okuduğu “Allah adaleti
emreder” mealindeki ayette (Nahl 16/90) geçen “adl” (adalet) kelimesinin
sahâbî müfessir İbn Abbâs tarafından “tevhid” (lâ ilâhe illallah) diye
açıklandığını bu vesileyle hatırlatmak gerekir.
İslam ilim geleneğinde
tekfirci söylemlerin uzak geçmişteki temsilcileri Hâricîlerdir.
Günümüzdeki temsilcileri ise DAEŞ ve sair cihatçı selefî örgütlerdir.
Bunlardan biraz daha ılımlı tekfirciler ise Haşviyye diye de anılan
Hanbelîler ile Osmanlılar dönemindeki Kadızâlelilerdir. Nitekim geçmiş
devirlerde Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin, Molla Lütfi gibi sayısız
Müslümanın bugünkü “İman Sempozyumu”nu provoke ve sabote eden zihniyete
benzer bir zihniyetin temsilcileri tarafından kurban edildikleri
bilinmektedir. İşin en acı tarafı, sempozyumla ilgili tezviratı sevk ve
idare eden çevrelerden bir kısmının tasavvuf ve tarikat kökenli
olmasıdır. Hâlbuki İslam tasavvuf geleneğinde Firavun’un iman üzere
öldüğünü söyleyen, hatta Bakara 2/6. ayetteki “innellezîne keferû sevâün
aleyhim…” ifadesini, “Ey Muhammed! Bana yönelik derin muhabbetlerini
kendilerinden bile gizleyen Allah dostlarını sana indirdiğim Kur’an’daki
tehditlerle uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez. Onlar sana
iman etmez, senin söylediklerine kulak vermezler. Çünkü onlar benden
başka hiçbir şey düşünmezler” diye te’vil eden Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi
“şeyh-i ekber” diye nitelendiren Osmanlı ulemasıdır. Ancak Osmanlı’nın
günümüzdeki hamasetçi torunları “tarihselci, modernist” diye
yaftaladıkları bazı ilahiyat hocalarını Hâricîlerden daha acımasız
şekilde tekfir edebilmekte, üstelik bunu İslam’daki derin hoşgörü ve
engin gönüllülükle bağdaştırabilmektedir. Aslında bu durum günümüz
Türkiye’sinde faaliyet gösteren dinî cemaatlerdeki egemen zihniyetin ne
kadar dar kalıplı, sığı ve sakil bir yapıya evrilmiş olduğunu
göstermekte, dolayısıyla hâl-i hazırdaki gidişat hamasetin dinî alanda
sürekli yükselen bir trend olduğunu belgelemektedir.
***
İslam fıkıh tarihinde
İbn Kudâme gibi Hanbelî geleneğe mensup bir âlim dahi “Te’vil varsa
tekfir yoktur” diyecek kadar esnek bir görüşü dillendirdiği, meşhur
Hanefî fakih Serahsî de aynı minvalde şeyler söylediği halde bugün
kendilerini Allah tarafından “iman ölçmekle görevlendirilmiş yetkililer”
gibi gören bazı çevrelerin “Hak ve hakikat bizim tekelimizdedir; biz
neyin doğru olduğunu söylersek, mutlak doğru odur” edasıyla arz-ı endam
edip cümle âleme nizamat vermeye kalkışmaları, üstelik “hukûkullah”a ait
bir meseleyi kendi uhdelerine alıp Allah namına yargıda bulunmaları
artık tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Bir Müslümanı hoyratça tekfir
etmek kimin haddinedir? Bu hak ve yetki kim tarafından verilmekte ve
yetkilendirme hangi yolla gerçekleşmektedir? Artık bu pervasız
şımarıklığa bir son verilmelidir. Ancak bu iş devlet sopasıyla ve
jakobence yaklaşımlarla değil, ülke sathında demokratik, çoğulcu ve
özgürlükçü düşünceye geniş alan açma yoluyla gerçekleştirilmelidir.
Sonuç olarak, bugün birçok müesses dinî yapı hem ahlâkî hem sahih dinî
bilgi açısından tefessüh etmiş durumda olup neredeyse hemen hepsi
dedikodu, gıybet, nemime, desise, iftira, itham, sû-i zan üretim
merkezlerine dönüşmüş haldedir. İşte bu yüzden, dinî hamaset ve
hurafâttân tam manasıyla taharet gerekir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Ekim 2018
Almanya ve Fransa'dan | Kasım 2018
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Münster'den |
![]() |
Münster'den |
![]() |
Münster'den |
![]() |
Münster'den |
![]() |
Frankfurt'tan |
![]() |
Karar'dan Elif Çakır ile |
![]() |
Paris'ten |
![]() |
Paris'ten |
Paris'ten |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)